Gönderi

Tırnağım kalmadı yemekten!
Koca tavan vantilatörü, koca kafam gibi dönüyor da dönüyor. Ne kadar içtim ki ben? Hatırlamıyorum. En son bir yetmişlik devirdiğimi biliyorum. Fakat önceden ve üstüne de cila niyetine içtiklerim var sanırım. Babam dalga geçerdi hep; “Sen de amma koftiymişsin yahu, iki kadeh bir şey içemiyorsun.” diyerek. Rahmetli muzip adamdı. Arkadaş, dost gibiydik onunla. Kaç kişi babasıyla karşılıklı kahkahalar atıp içki masasına oturabiliyordur ki? Şanslıydım. Ha… Kızdı mıydı da kaçacaksın. Bir kükrerdi; kardeşim, annem, hepimiz kaçacak delik arardık. Sonra ‘puf’ diye de sönerdi alevi. Uzatmazdı öyle saatlerce, günlerce sinirini. Ama haklı yere kızardı, ona buna söylenmezdi… Çok özledim baba seni! Bir gün ben de tekrar baba olabilecek miyim hı, ne dersin? Hava çok sıcak fakat ben odamda bir buz kalıbı gibi yatıyorum. Çünkü yalnızım. Çünkü cehennem sıcağı havaya inat, alev alev yanan elleriyle bana dokunan minik ojeli parmaklar yok… Vücudumda gezdirdiği parmaklarını, aşkının ateşini hissetmem için kullanırdı. Bir yandan da kulağıma fısıldayarak; “Burak… Beni içmeni istiyorum.” derdi. Bilirdi şehvetinden sarhoş olduğumu, sevmek manasına kullanırdı bunu. Ben de şimdikinden beter sarhoşluğumla saatlerce öperdim karımı. Bayılırdı uzun uzun öpüşmeye. Uzun, dalgalı siyah saçlarıyla oynamaya doyamazdım. Yine bir gün; elleri gibi minik yüzünü avuçlarımın arasına alıp minicik dudaklarına öpücükler kondururken vermiştim ona oğlumuzu. O da, bir süre sonra bana dünyaları verecekti baba olmamı sağlayarak. Annelik ne kadar da yakışmıştı benim güzel karıma, bebeğime… “Beni bebekmişim gibi sev!” derdi. Kucağıma oturur, öyle izlerdi televizyonu. Bebek gibi… Bebeğim… Bir ayağı kırık ahşap yatakta uzanmış, tavanı seyrediyorum saatlerdir. Uyuyamıyorum da… Belki dalarım birazdan. Oysa insan sarhoş olunca hemen sızmaz mı? En son baba olacağımı öğrendiğimde içmiştim. Bu kadar değil tabii ama zaten iki kadehte sarhoş olurum hakikaten. Bana söylemek için hazırlanmıştı bebeğim, çok güzel kırmızı bir elbise giymişti. Muhteşem vücuduna oturan, incecik belini saran, kıvamında dekoltesi ve diz boyundaki kan kırmızısı elbisesini, ten rengi bir rujuyla tamamlamıştı. Bilirdi kırmızıyı ona çok yakıştırdığımı. Artık sevmiyorum ve asla sevmeyeceğim… Hatta nefret ediyorum. Kırmızı hiçbir şeye tahammülüm yok. Minicik bedenini, kıpkırmızı zemin üzerinde yatarken hatırlıyorum. Gözümün önünden hiç gitmiyor. Bir gün unutabilecek miyim acaba? Hafızamdan sildirebilir miyim ki? Filmlerde oluyor ya, adamın hafızasını sıfırlıyorlar da kendini yeniden bulmaya çalışıyor. Ben çabalamam bile, silinsin gitsin. Kendimi de unutmak istiyorum. Yeni biri gibi olmak bile istemiyorum ki. Aslında yeni biri olmak için kesin bir çözümüm var ama yapamam. Henüz bitiremediğim işlerim var. Görevimi tamamladıktan sonra bir güzellik düşünüyorum kendim için. Benim için güzel bir son, ailem için kötü bir başlangıç demek olacak, o yüzden bunun yükü de beni vazgeçiriyor bu düşüncemden. O kadar karmaşık bir zihnim var ki şu an, ne doğru ne yanlış ayırt edecek durumda da değilim. Kızıyorum kendime çoğu zaman; ‘Ne biçim erkeksin sen, fasulyeden! Karını, bebeğini koruyamadın. Bir halta yaramazsın.’ diyorum. Bazen de ‘Ne yapabilirdim ki? Elim kolum bağlıydı. Çabaladım, hem de sonuna kadar. Peki, bir işe yaradı mı? Hayır! Kocaman bir Hayır!!!’ diye düşünüyorum. Evet, kendimi affetmeyeceğim hayatım boyunca.Evet,onları da affetmeyeceğim. Bundan sonra kimseyi affetmeyeceğim.
··
28 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.