Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

336 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
·
7 günde okudu
Yıldızlar Korsanı'na...
"Sosyal medyada bazen yalnızlık veya intihar üzerine vecizeler paylaşıldığına ve aynı minvalde sözlerle yorumlandığında şahit oluyorum. En basiti Kafka'nın, "benim yalnızlığım insanlarla dolu," diyerek tanımladığı kalabalıklar içinde yalnızlık... Ya da Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken adlı kitabının kapanış sözleri olan, "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba? sözüyle anlattığı entelektüel anlaşılmazlığın çaresizliği... İki söz de yalnızlığı konu alıyor ve yaşanmışlıkların getirdiği yükle birleştiği için taş gibi suyun dibine çöküyor. Oysa bu sözleri paylaşanların ya da yorumların sözleri suyun yüzeyinde yüzmekten fazlasını yapamıyor. Zira, yalnızlığın bir gerçek olduğu malum. Bunu seçip seçebilmen gibi kriterler bile yeri geldi mi boşa çıkıyor, yalnızlık daima oralarda bir yerde bekliyor. Herkes gidiyor, o kalıyor. Yine Oğuz Atay gibi biz de ve ilişki pratiklerine dair ortak yorumu yapıyoruz: "Yalnızlığı da çok seversek, o da çekip gider mi bir gün?" Halbuki biliriz ki içten içe, asla gitmez, bırakamaz bizi, kıyamamaz... Bu insan varoluşunun en temel ögesi; kimisi doğru noktalara odaklanıp yaratıcı kimliğini pekiştirir, kimisi de yapamaz. Ama yapabilenin yapamayana üstünlüğü var mıdır? Burası tartışılır. Çünkü yaşamaktan aciz olmayı, çekingenliği ve korkaklığı sanatçı kimliği taşımakla bağdaştırmak hatalıdır. Yaşamın değerli bir fırsat olduğunu bilerek elden geldiğince yaşamaya çalışmak gerekir. En basit tabiriyle budur söylenebilecekler... Gelelim yeniden paylaşımlara. Bilindiği üzere birçok yazar intihar etmiştir. Bunun ahlaki ya da felsefi karşılığı ve ortaya çıkardığı tartışmaları buraya taşıyacak değilim, konu da o değil zaten. Fakat bahsi geçen insanlardan bahsederken herkesin büründüğü ilgili, alakalı tavrın samimiyetsizliği karşısında şaşıp kalıyorum. Bırakın bir yazarı, sıradan bir insanın yalnızlığını tarifi bile bağlamına göre farklı tabir ediliyor bizlerce. En yakın arkadaşının dertlerini, "Boşver be geçer, takma kafana," diyerek başından savan insanların sosyal medyada sjw(sosyal adalet savaşçısı) kesilmesi riyanın ne kadar belirgin bir biçimde kimliğimizin parçası haline geldiğini kanıtlıyor. Esasen beni üzen bütün bu yorumlar ve yaklaşım değil; tek bir aksi yorum! Hepiniz üzüldüğünüzü duyarlılık dolu sözlerle söylüyorsunuz ama düşüncelerinden ötürü linç ve hatta yok etmeye gelince sürünün peşinde olmaya hayır demiyorsunuz, demiş birisi, kelimelerin kıyafetsiz kaldığı nokta... Hiçbirimiz sandığımız kadar samimi değiliz, güçsüzlüğümüzü merhamet sanacak kadar da ikiyüzlüyüz ne yazık ki. Birçok efsane ve destanda bilge krallardan, sahip olduğu güçlere rağmen bağışlayıcılığıyla ön plana çıkan liderlerden bahsedilir(burada liderlik siyasi değildir yalnızca, bir topluluğa öncülük eden herkes düşünülebilir). Halbuki aynayı kendimize tutsak, o kişilerin insanlığını sıradan bir insanda görünce acziyet belleyeceğiz. Yani, hepimiz kokuyu alıyoruz ama çürüdüğümüzü bir türlü kabul edemiyoruz. Ayrıca suç yalnızca bir tarafta değil, bunu da kanıtlayayım izninizle. Sadece düşünün. Kimlik nedir, birey nedir, insan nedir sorusuna dair kadar yüzlerce soru ve sayısız cevap var önümüzde. Fakat halen herkes hüküm vermenin ve son sözü söylemenin peşinde. Felsefenin, "Platon'a dipnot düşmekten ibaret" olduğunu söyleyen de muhtemelen aynı kişilerdir. Sahte tevazunun, şeyhini uçururken eteğine yapışıp yükselen mürit fikirli aydınların sözleriyle hangi hakikat ortaya çıkacak? İnsanımız cahil diyerek kendini Jakoben havasına sokan, ezber ettiği birkaç feylesofun sözünü plak gibi tekrar eden sözüm ona aydınların ışığını kestiği nice insanlar yalnızlıktan dem vururken aynı kafalar ekmeğinin peşinde kervan güdüyor. Gemisini yürüten kaptandır, diye boşuna demiyoruz! Özgün entelektüel faaliyetleri Fransa'da bağbozumu festivalinde şarap yudumlamakken, toplumun ve kültürün yoğunluğunu degüstasyonla karıştıran tuzu kuru insanlardan neyi öğreneceğiz de hayatımız değişecek? Dışarıda bizi dört işlemle moleküllerimize ayıracak ve mutasyona maruz bırakarak aptala çevirecek bir dünya varken en iyisini onlar yapıyor. Ödüller dağıtın, genç kızlara vaatlerde bulunup kırk yıllık karınızı aldatın ya da yeni olan ve bu yolda yürümeye cesaret eden kim varsa başını ezin. Bu kadar! Buyrun size aydın! Artık evin bir köşesine koyup elektrik kesintisine önlem mi alırsınız, yoksa paçasına yapışıp cülus mu beklersiniz orası da artık size kalmış..." The Star Rover'ı yani diğer bir deyişle Yıldızlar Korsanı romanını bitirdiğimde güncele dair birkaç kelime ederek başlamak istedim. Düşüncelerim yazarın sahip olduğu üslubun aksine oldukça agresif bulunabilir, sanırım bunun da nedeni hem karakter hem de bakış açısı farkı. Jack London 40 yıllık kısa yaşamına devasa yapıtlar ve yaşantılar katmış önemli bir isim. Bir ulusun varoluş mücadelesini bireyin içsel çatışmaları odağında incelemesinin yanı sıra, okuduğu sayısız kitabın içinde bir madenci edasıyla kazıdığı fikirleri de zengin bir anlatımla okurlarına sunmuştur. Bu da onun anlatılarını tek katmanlı, basit olay örgüleri olmaktan çıkarmakta ve hem zihni çalıştıran hem de daha fazlasını üretmeye yönelten eğitici metinler kılmaktadır. Yukarıda uzun uzadıya kaleme aldığım yazı gibi... Victor Hugo'nun Bir İdam Mahkumunun Son Günü adlı eseri hepimizce maruf. Konusu şudur demenin de ne kadar abes olacağı da ayrıca malum. Zira, sonunu bildiğimiz halde yine de iştiha ve hevesle okuruz. Ama aynı zamanda biliriz ki, önemli olan yolda olmaktır, hedef değil. Bundan dolayı bir idam mahkumunun ölüme giderken düşündükleri ve hissettiklerini okumak önemli. Zira, yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide sona doğru yol alırken belki de tüm ömrümüzce erişemediğimiz cevapları edinme fırsatı yakalayacağız. Darrell Standing adlı bir profesör cinayet işler ve yolculuğu başlar. Elbette tahmin edeceğiniz üzere bu içsel bir yolculuktur. Buna rağmen gerçekliğin ve kalıpların aşıldığı pek çok olayı da beraberinde getirir. Burada önemli nokta ise Jack London'ın aslında insan ruhuna dair çıkarımları ve varmak istediği noktadır. Kuşkusuz olay örgüsünün yeri yazarın düşüncelerini aktarmada önemlidir, yaşananlar okuru metne çekmekte mutena bir etkendir fakat edebiyatı teşhirci, pornografik bir duruma da düşürmemek gerekir. Zira, katman katman işlenen düşünceyi bir anda atıp neticeye ulaşma isteği yalnızca geçici bir hevesten ibarettir. Aslolan, hakikati durmadan eşelemektir. Bendeki baskısında 333. sayfaya denk gelen birkaç cümle yazarın neyi dert edindiğini çok iyi özetler. "Ellibin yıl önce totemlere tapan kabilelerdeki ahlâk kavramı bugünkünden çok daha dürüsttü inanın." Spoiler olmaması için devamını vermiyorum ama okuduğunuzda eminim ki taşlar yerine oturacaktır. Nitekim, Jack London'ın bugüne de selam çaktığı bu eleştiri, halen güncelliğini korumakta ve yaşamımızı şekillendirmektedir. Hiçbirimiz masum ya da temiz değiliz; sadece bazıları içimizdeki rövanşist hırsların tatmini için kurban edilmekte ve böylece arınmaktayız. Oysa, ölenin masumiyeti üzerinden konuşurken hiç düşündünüz mü, sordunuz mu kendinize? Yaşamlarına doğrudan ya da dolaylı olarak temas ettiğimiz insanlarda ne tür etkiler uyandırıyoruz? Silahı biz çıkarmıyoruz, tetiği biz çekmiyoruz, sandalyeyi biz tekmelemiyoruz ya da o var gücüyle sıkılan eller bize ait değil ama belki de katil biziz. O halde yargılarımızın iki yüzlülüğü, sözlerimizin samimiyetsizliği ortada değil mi? Velhasıl, yine Jack London'a dönüp selamını aldığımı söyleyeyerek karşılığını vereyim. Aydın ya da entelektüel; adına ne derseniz deyin. Jack London gibi insanların varlığı bile umutvar olmaya kafi. Yeter ki onların ışığı hiç sönmesin ve bizleri aydınlatmaya devam etsin...
Yıldızlar Korsanı
Yıldızlar KorsanıJack London · Öz Yayınları · 19776,9bin okunma
·
56 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.