Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

384 syf.
7/10 puan verdi
Ölüler Evinden Diriliş
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, 1849’da I.Nikola’nın baskıcı rejimine muhalif Petraşevski grubunun üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Tam 10 ay, neyle suçlandığı söylenmeden bir kalenin hücresinde tutulup hakkında verilecek hükmü bekledi. Ve bekleyişten sonra karar açıklandı. Karar bıçak gibiydi: Ölüm… Diğer isyancılarla meydanda kurşuna dizilerek öldürülecekti. 9 arkadaşıyla idam gömleği giyip meydanda ölümü beklerken, son anda bir şey oldu. Emri verecek olan subay, idama dakikalar kala elini kaldırdı ve ölüm cezasını hapis cezasına çevrildiği kararını okudu. Cezası sürgün ve zorunlu askerliğe çevrildi. Cezasını tamamlayıp Sibirya’dan döndükten sonra Petersburg’da Vremya adlı bir edebiyat dergisini çıkartmaya başladı. Sürgün yıllarında geçirdiği anılarını bu dergide yayımladı. Dostoyevski kendi sürgün hayatını eski bir mahkûm olan "Aleksander Petroviç"in günlüğündeymiş gibi anlattığı romanıdır. Anlatılanlar Dostoyevski’nin sürgün hayatında başından geçen gerçek anılardır. Aradaki tek bir fark şudur: Dostoyevski 4 yıl kürek cezası almıştır ve siyasi suçtan dolayı sürgün hayatı yaşamıştır. Romandaki bahsedilen karakter ‘Aleksandr Petroviç Goryançikov’ ise Rusya'da soylu ve toprak ağası olarak doğmuş ve karısını kıskançlık yüzünden öldürerek 10 yıllık kürek cezasına çarptırılmış bir mahkûmdur. Aleksandr Petroviç Cezası bittikten sonra sürgündeki anılarını kaleme almıştır. (SPOİLER) Sürgündeki kampını "Ölüler evine" benzeten yazar. Esaret içerisinde geçirdiği o yıllarda özgürlüğe olan özlemlerini şu cümlelerle ile dile getiriyordu. "Bu kapıların ardında, özgür dünya vardı, her yerde olduğu gibi insanlar yaşıyordu. Ama duvarın bu yanında o dünyayı hiç olmayacak bir masal gibi hayal ediyorduk." Kampta tutuklular, sınıflara ayrılmış halde bulunurlar. Kampın ortasında düzgün oldukça büyük bir meydan bulunur. Sabah, öğle ve akşam mahkûmlar sayılır ve yoklama alınır. Bu kampta bulunan tutukluların kendi vicdan muhasebelerini yazar şu cümleler ile dile getiriyor: "Bu insanlar arasında geçirdiğim yıllar boyunca en ufak pişmanlık belirtisi görmedim. Büyük kısmı kendini içten içe kesinlikle haklı görürler." Yazar kamplardaki ceza sisteminin suçlu üzerindeki etkisini ise şu gözlemlerinde belirtmiştir: " Kamplar ve zorunlu çalışma sistemi suçluyu düzeltmiyor; sadece onu cezalandırıyor ve toplumu caninin onun huzuruna yapacağı başka saldırılardan koruyor bu sistem. Kamp ve zorunlu kürek çalışması suçluda sadece nefret, yasaklanan zevklere açlık ve korkunç bir düşüncesizlik yaratıyor." Yazar, kampın mahkûmlar üzerinde bıraktığı olumlu özelliklerine ise şu cümleyle değiniyordu: "Tutukluların çoğu kampa hiçbir şey bilmeden giriyor ama başkalarından bir şeyler öğrenip sonra usta olmuş bir halde kavuşuyorlardı özgürlüğüne.” Kampta her suçtan insan bulunuyordu. Mahkûmlar genellikle geçmişini gizlemekle beraber yazar bazı mahkûmların suçlarına da kulak misafiri olmuştur: “Fakat kampta en korkunç, en akıl almaz davranışlarla, en canavarca cinayetlerle ilgili hikâyeleri en dizginsiz en çocuksu neşeyle kahkalarla anlatılan hikâyeleri dinledim. Özellikle bir baba katili hiç aklımdan çıkmıyor.” “Soylulardandı, memurluk yapıyordu, altmış yaşındaki babasının yanında bir tür evlat gibi kalıyordu. Davranışları kesinlikle ahlaksızdı, çok borç yapmıştı. Babası ona engel olmuş, ona öğütler vermişti. Babasının evi vardı, küçük çiftliği vardı, para lazımdı ve oğlu miras hevesiyle onu öldürdü. Suç ancak bir ay sonra ortaya çıktı. Polis cesedi buldu. Avluda hayvanların pislemesi için boydan boya bir kanal uzanıyordu, üzeri tahtayla kapatılmıştı. Ceset bu kanaldaydı. Giyinikti ve üstü başı düzgündü, ak saçlı kafası kesilmiş altına bir de yastık koyulmuş." "Hatırlıyorum, bir keresinde bir haydut, sarhoş olunca beş yaşındaki bir çocuğu nasıl kesip doğradığını çocuğu nasıl bir oyuncakla kandırıp boş bir kulübeye götürdüğünü, sonra da kesip doğradığını anlatmıştı." Tutuklular geçmişteki yaşantılarını neredeyse her gece rüyalarında sayıklarlardı. "Biz kayıp insanlarız." derlerdi. "Özgür yaşamayı beceremedik, bari yeşil yola girme." Yeşil yol, kamp mahkûmlarına verilen ağır cezalardan biridir. Bu cezada iki sıra dizilmiş, elinde sopa olan askerlerin arasında kalan yoldan geçmeye zorlanılırdı. Genel olarak kampta herkes birbirinden korkunç hırsızlık yapardı. Hemen herkesin kilitli sandığı vardı, resmi eşyaları orada saklanırdı. Ancak o sandıklarda hırsızlığa engel olamazdı. Kamptaki yemek şartlarını ise yazar şu cümlelerinde dile getirmiştir: "Ekmeğimiz kendine özgü bir lezzete sahipti ve bütün şehre bunula ün salmıştı. Kamp fırınlarının başarılı bir şekilde yapılmış olmasına atfederlerdi bunu. Çorbaysa lezzetsizdi. Ortak kazanda kaynatılır, içine azıcık bulgur konur ve özellikle de sıradan günlerde, yağlı, sulu olurdu. İçinde çok sayıda karafatma olmasından dehşete kapılmıştım. Tutuklular buna pek aldırmazlardı. " Kürek cezasının ise mahkûmlar üzerindeki psikolojik etkisini şu cümleleriyle anlatmıştır yazar: "Bir keresinde aklıma şu geldi, eğer bir insanı tümüyle ezmek, yıkmak istiyorsanız, ona en dehşet verici katili bile titretecek türden korkunç bir ceza verecekseniz, o zaman kesinlikle, her açıdan yararsız ve anlamsız bir iş vermek yeter. Bugünkü kürek çalışması kürek mahkûmuna hem ilgi çekici olmayan hem de sıkıcı bir iş gibi gelse bile iş olarak akıllıcadır: Tutuklu kerpiç yapar, toprağı kazar, sıva yapar, inşaat yapar; bu çalışmada anlam ve hedef vardır. Kürek işçisi hatta bazen kendini ona kaptırır. Daha becerikli, daha sağlam, iyi çalışmak ister. Ama eğer söz gelimi suyu bir kovadan başka bir kovaya, o kovadan tekrar ilk kovaya dökmek, kum dökmek, bir kumu bir yerden başka yere dökmek, oradan geriye dökmek gibi işlere zorlarsanız bence tutuklu birkaç gün sonra kendini asar." Kampı yöneten Binbaşı vardı. Acımasız ve sertti. Bütün mahkûmlar ondan korkar ve hem de nefret ederdi. Binbaşı tutukluları düşman gibi görürdü. Mahkûmların sık sık kırbaç ile cezalandırırdı. Binbaşı kampta ani aramalar yapar. Mahkûmların bulduğu paralarına el koyardı. Binbaşıyı mahkûmlar defalarca öldürmek istemişlerdir. Bunlardan bir tanesini yazar şöyle anlatmıştır. "Bana Binbaşımızı nasıl öldürmek istediklerini ayrıntısıyla anlatmışlardı. Kampta bir tutuklu vardı. Birkaç yıldır bizleydi ve içekapanık halleriyle dikkat çekiyordu. Hemen hiç kimseyle konuşmadığı da fark ediliyordu. Onu bir tür meczup sayıyorlardı. Bir gün kalkıp çavuşa çalışmaya gitmek istemediğini söylemiş, Binbaşıya bildirmişler; o da küplere binip hemen bizzat gelmiş. Tutuklu daha önceden hazırladığı tuğlayı ona atmış ama tutturamamış. Onu yakalamışlar, yargılayıp cezalandırmışlar. Üç gün sonrada hastanede öldü. Mahkûmların tek eğlenceleri içki içmek ve kumar oynamaktı. Mahkûmlar aylarca çalışır para kazanırdı. Ve bu parayla kampa gizlice sokulan içkilerden satın alıp kumar oynarlardı. Bu eğlencenin ardından bunu bir daha gerçekleştirmek hayaliyle tekrardan 2 ay çalışırlardı. Kamp yaşamının ilk günlerinde tutuklulara karşı olan ön yargılı bakış açısı yazarın dikkatini çok çekmişti. Bunu şu cümlelerinde şöyle dile getirmiştir: "Tutuklu olmayan herkes, kim olursa olsun, tutuklar ile en doğrudan ilişkisi olan muhafızlar, nöbetçi askerler gibi kürek cezası hayatıyla herhangi bir işi olanlara kadar herkes, tutukluları gözünde büyütürdü. Sanki her dakika huzursuzluk içinde tutuklunun durup dururken içlerinden birine bıçakla saldırmasını beklerlerdi. Ama en dikkat çekici olan tuttuklarında onlardan korkulduğunu bilmesi ve bunun da onlara cesaret gibi bir şey katmasıydı." Yazar kampa çok para götürmemişti. Buna rağmen mahkûmlar defalarca yazardan para istemişlerdi. Yeni girdiği bu ortamdan çok çekinmişti. Buradaki insanlar ile nasıl anlaşabileceği konusunda iç düşünce savaşı yaşıyordu. Kampa yeni katılan tutuklulara ilk 3 gün dinlenme hakkı verilirdi. 4. Gün ilk iş gününe çıkarıldı. Yazar ilk iş gününü ruhsal çöküntü içinde yolun sonu olarak tanımlamıştır. İlk gün işi, nehirde bulunan eski bir kayığı parçalamaktı. Ancak iş sırasında da diğer mahkûmlar ile anlaşamamıştı. Soylu sınıfından olmasından ötürü hor görülüyordu. Esaret altındaki günlere girince özgürlüğün biz insanlar için ne kadar kıymetli olduğunu anladı. Ve bunu şu cümleleriyle dile getirdi: "Bütün bunlarda yaşamın bir hayali, özgürlüğün uzak bir hayali vardır. Zaten özgürlük için neler verilmez? Boğazına ip geçirilmiş olsa, tek bir nefes daha alabilmek için milyonlarından vazgeçmeyecek bir milyoner var mı?" Yazar kamptaki yaşama alışmaya başlayınca. Çevresi genişlemeye başlıyordu. Kamp sürecinde belleğinde iz bırakan kişileri günlüğünde yer verdi. İlk olarak Dağıstanlı Müslüman genç Aley. Yazar, kamp sürecinde ona Rusça'yı öğrettiğinden arada kurulan yakın sevgi bağını anlatıyor. Kamp hayatının sonuna kadar arkadaşlık kurduğu Akim Akimiç... Kampta çok sevdiği köpek Şarik... "Hatırlıyorum, kendi acım yüzünden, bütün yeryüzünde benim için artık beni seven, bana sadık, dostum olan, benim biricik dostum olan tek bir varlık, sadık köpeğim Şarik." Ve Petrov. Sürekli yazara yardım etmeye çalışması, onla sürekli konuşmaya çalışması bir süre sonra ikili arasında iletişimin sürekliliğini sağladı. " Petrov'la arkadaşlığım birkaç yıl devam etti, hemen her gün konuştum onunla; bütün bu süreç boyunca bana samimiyetle bağlıydı." Alman bir kıza âşık olup cinayetle biten aşk hikâyesi sonucu kampa düşen Bakluşin... Kampın tefeci Yahudisi İsay Fomiç... Yazar zaman geçtikçe kampa alıştı. Kendi deyişiyle kampta artık evdeymiş gibi geziyordu. Mahkûmların her cumartesi günü saçları kazınırdı. Bu günleri şu cümleler ile anlatmıştır: " Her cumartesi bizi sırayla kamptan inzibat karakoluna çağırırlardı ve orada taburlardan gelen berberler kafalarımızı soğuk suyla sabunlayıp kör usturalarla acımadan kazırlardı onları, hatta bu işkenceyi hatırladıkça şimdi bile için ürperiyor." İsa'nın doğum günü geldiğinde o gün mahkûmlar işe gönderilmezdi. Bayram günü halk, mahkûmlar için kampa yiyecek gönderirlerdi. O gün mahkûmlar güzel yemek yer, içkiler içer, sarhoş olur ve şarkılar söylerdi. Bayramın devamındaki günlerde kampta mahkûmlar tarafından tiyatro sahnelendi. Ve sanatın insan üzerindeki evrensel gücünü gözlemleyen yazar şu cümleler ile bu gözlemlerini anlatmıştır: "Bu kazınmış, damgalanmış kafalarda ve yanaklarda, daha önce karamsar ve kasvetli olan bu insanların bakışlarında, bazen korkunç bir alevle parlayan bu gözlerde çocukça bir mutluluğun tuhaf ışıltısı, tatlı, temiz bir hoşnutluk parlıyordu!" "Hepsi burada rahatlamıştı. Kendilerine dizginsizce keyfe bırakmışlardı." "Bu zavallı insanlara biraz kendince yaşamaya, insan gibi eğlenmeye, bir saat olsun kamptaki gibi yaşamamaya izin vermek yeter; insan ahlaken değişiyor, birkaç dakika için olsa bile..." Bayramdan kısa bir süre hastalanan yazar askeri hastaneye yatırılıyor. Buradaki gözlemlerinden şöyle bahsediyor. "Sık sık hastaneye gitmeye başlamıştım. Her gittiğimde hastalıklı, güvensizlikle giyerdim önlüğü. Özellikle önlüklerde ara sıra iri ve oldukça yağlı bitlerle karşılamaktan hiç hoşlanmazdım. Tutuklular zevkle öldürürdü onları, bu şişko, hantal, resmî devlet böceğini iki tırnağının arasında ezen, avcının yüzüne bakıp bu işten ne kadar zevk aldığını görmek mümkündü.' Hastane günlerinde yazarı en derinden etkileyen şey sopa cezasından gelen mahkûmların sırtlarındaki yara ve ruhlarına işleyen acıyı gözlemlemek olmuştu. Genelde mahkûmlar işledikleri suça göre 1000, 2000, 3000 tane sopa cezası alırdı. Mahkûmlar bir kerede cezasını tamamlayamadı. Hayati tehlike baş gösterdiğinde hekim kararı ile ceza günlere bölünürdü. Mahkûm hastaneye gönderilir. Sırtındaki yaralar iyileştiğinde tekrar cezasını çekmesi için infaz alanına geri getirilirdi. Kalan sopalarını yerdi. Sopayla dövecek olan kişiye cellat denirdi. Cellat mahkûm akrabalarından rüşvet alırdı. Aldığı rüşvetin çokluğu ve azlığına göre sopa darbelerini hızlı ya da yavaş vururdu. Cellat rüşvet alsa bile yine de her zaman ilk vuruşu en sert şekilde yapardı. " Ne olursa olsun cellat amir infaz başlamadan önce kendisini heyecanlı bir ruh halinde bulur, gücünü hisseder, kendini iktidar sahibi sayar; o sırada aktördür; seyirciler ona şaşar ve ondan korkar ve elbette, ilk vuruşu indirmeden önce kurbanına zevkle bağırır: "Hazır ol, yanacaksın!" Yaz mevsimi gelmişti. Ve yaz mevsimi geldiğinde kamptaki değişen ruh halinden şöyle bahsetmiştir yazar: "Herhalde insan parlak güneş ışınları altında, kasvetli bir ya da sonbahar gününde olduğundan daha çok özlem duyar özgürlüğe ve bu bütün tutuklularda görülür." Yaz çalışmaları kış çalışmalarından daha ağır olurdu. Tutuklular yazları inşaat yapmak, toprak kazmak ve kerpiç dizmek gibi işlerle uğraştırılırdı. Yazar ise yazın 2 ay boyunca kerpiç taşıma işini yapmıştı. Petersburg'dan bir müfettişin Sibirya’daki hastaneleri denetleyeceği söylentileri ortaya çıktı. Çok geçmeden bu söylentilerin doğru olduğu ortaya çıktı. Kampta mahkûmlar arasında tek bir cümle dilleniyordu. "Yani kardeşler bizim binbaşıyı değiştirme fırsatımız olacak." Sonunda müfettiş gelmişti. Kampı da ziyaret etti. Ancak binbaşı ile ilgili herhangi bir soruşturma yaşanmadı, hiçbir iddia bile konuşulmadı. Beklentiler hayal kırıklığına dönüşmüştü. Kampta mahkûmlar ile beraber bazı hayvanlarda bulunuyordu. Bunlar Gredka adında bir at, kazlar, bir keçi, bir karga ve köpekler. Kamptaki köpeklerin birinin başına gelen korkunç bir olaydan şöyle bahsetmiştir yazar: “Daha önce Kultyapka'yı hiç sevmemiş olan Neustroyev birdenbire bir şeyinden etkilenmiş olmalı onu çağırıp tüylerini okşamaya başladı. Hiçbir şeyden kuşkulanmayan Kultyapka mutluluktan ciyakladı. Ama ertesi sabah ortadan kaybolmuştu. Uzun zaman aradım onu. Sanki buhar olup uçmuştu. İki hafta sonra ise her şey anlaşılmıştı. Neustroyev, Kultyapka'nın kürkünü beğenmişti. Derisini yüzmüş, işlemden geçirmiş ve amirlerden birinin ısmarladığı kışlık kadife ayakkabının altına koymuştu. Hazır oldukları zaman bana da gösterdi yarım botları. Tüyleri enfesti. Zavallı Kultyapka!" Kampta bir gün çıkarılan yemeklerin kötü olmasından dolayı mahkûmlar arasında küme küme toplanmalar başlanmıştı. Ve sonunda isyan çıkmıştı. Mahkûmlardan büyük çoğunluğu kapıya dayanmıştı. Mutfakta soylular ve onların dışında bir sürü insan vardı, toplam otuz kişi kadar. Hepsi geride kaldı. Şikâyet etmek istemiyordu. Bazısı korkaklıktan, diğerleri ise şikâyetlerin bir işe yaramayacağına kesinlikle inandıklarından. Nöbetçi Çavuş’tan Binbaşı ile konuşmak istediklerini söyledi. Durum karşısında telaşa kapılan Çavuş Binbaşına haber etmeye koştu. Herkes heyecanlı ve öfkeliydi. Hatta bazılarının beti benzi atmıştı. Binbaşı şeytan kadar sinirli bir şekilde uçup gelmişti. Binbaşı mahkûmlara bağırdı, cezalandırdı. Ve şikâyet kalkışması başarılı olmadan kapandı. Yazarın kamp hayatındaki son yıllara doğru binbaşı mahkemeye düştü ve emekliye ayrılması emredildi. Binbaşı zoraki emekliye ayrıldıktan sonra bütün mülkünü satmış ve sefalete düşmüş. Yazar binbaşının emekliye ayrıldıktan sonraki durumunu şu sözlerle özetliyordu: “Onunla daha sonra karşılaştığımızda yıpranmış bir resmi ceket, kokartlı bir kasket giyiyordu. Kötü kötü baktı tutuklulara. Ama bütün büyüsü üniformayı çıkarır çıkarmaz kaybolmuştu. Ceketle birdenbire tam bir hiç olmuştu ve uşak gibi görünüyordu. Üniformanın bu insanlarda bu kadar çok şey değiştirmesi hayret verici bir şeydi.” Binbaşı değiştikten bir süre sonra kampta köklü değişiklikler oldu. Kürek cezası kaldırıldı ve onun yerine askeri idareye bağlı tutuklu bölüğü kuruldu. 10 yıllık sürgün hayatı boyunca sadece tek bir kez kaçma girişimi görmüştü. Kaçıştan sonraki sekizinci gün ise bu kaçan iki mahkûm yetmiş kilometre uzaktaki bir köyde yakalanmışlardı. Hemen akşamına elleri ayakları bağlı şekilde kampa geri getirildiler. Kaçaklar gizlice kapatıldı. Zincire vuruldu ve ertesi gün de mahkemeye çıktılar. Artık yazar tutukluluk yıllarının son zamanlarına gelmişti. Bu sürgün hayatının anılarını acı bir şekilde hatırlarken bu yalnızlığa düştüğü için de kadere teşekkür ediyordu. Burada eski hayatını rahatça sorgulayabilme fırsatı bulmuştu. Ve yeni hayatı için kendine yeni yaşam planları yapmıştı. “Kampa kışın gelmiştim ve bu yüzden kışın, geldiğim tarihte özgürlüğe çıkacaktım. Kışı nasıl bir sabırsızlıkla bekledim, nasıl bir umutla seyrettim yazın sona ermesini, yaprakların ağaçlardan dökülmesini ve bozkırda otların sararmasını. Ama işte artık yaz geçmişti, sonbahar rüzgârı esiyordu; işte artık ilk kar düşmeye başlamıştı…” “Ama tuhaf şey; zaman ne kadar çok akar ve süre ne kadar yakına gelirse, o kadar sabırsız hale geliyorum.” Yazar son gün herkesle vedalaşır. Ve davul çalar. Herkes çalışmaya giderken o özgürlüğe doğru yol alır. “Evet, uğurlar olsun! Özgürlük, yeni bir yaşam, ölüler arasından diriliş… Ne şanlı bir an!” Sansür yüzünde kitaba 3 bölüm girmemiştir. Politik suçluların, Polonyalı sürgünlerin günlük hayatlarının anlatıldığı bölümlere el konulmuştur. ‘Yoldaşlar’ adlı bölüm ise önce birkaç satır olarak yayımlandı, daha sonra tamamlandı. Diğer dikkat çeken bir husus ise yazar kampta geçen soylu sınıfındaki mahkûmların isimlerini yazmamış onlardan bahsederken sadece baş harfleri ile hitap edilmiştir. Tolstoy "Ölüler Evinden Anılar" kitabını okuduktan sonra Dostoyevski'yi Puşkin'den bile üstün tutarak, modern Rus edebiyatında Puşkin'in eserleri dahil, böylesine iyi bir kitap hiç okumadığını söyler.
Ölüler Evinden Notlar
Ölüler Evinden NotlarFyodor Dostoyevski · Can Yayınları · 202014,5bin okunma
··
1 artı 1'leme
·
206 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.