Gönderi

“Aslında yanımızdakini merak ettiğimiz yoktu, ama o olmadan yola devam etmezdik de. Ötekinin yanımızda olması, içimizde devam eden bir tür düştü. Uyumlu ayak seslerimiz öteki olmadan düşünmemize yardımcı oluyordu, oysa tek başımıza olsak, ayak seslerimizden uyanırdık. Orman art arda, sahte düzlüklerden ibaretti, sanki kendi de sahte ya da tükenmek üzere gibiydi, ama ne sahte görünmenin bittiği bir yer vardı, ne de ormanın. Uyumlu adımlarla hep aynı düzende yürümeye devam ediyorduk ve her şeye dönüşmüş olan, evren olmuş olan ormanda, ayaklarımızın altında çatırdayan yaprakların etrafında düşen yaprakların ince sesi duyuluyordu. Kimdik biz? Gerçekten iki kişi miydik, yoksa tek bir varlığın iki hali mi? Hiçbir fikrimiz yoktu, sormuyorduk da. Ormana zifiri karanlık çökmediğine bakılırsa, bir yerlerde bulanık bir güneş olmalıydı. Belirsiz de olsa bir amaç vardı herhalde, yoksa ilerlemezdik. Bir orman olduğuna göre, demek ki bir dünyadan da bahsedilebilirdi. Biz ise, ölü yaprakların üstünde durmaksızın, uyumlu adımlarla yürüyen yolcular, usulca dökülen yaprakların isimsiz, imkânsız dinleyicileri olarak, var olan ya da olabilecek her şeyin yabancısıydık. Hepsi bu. Kâh kuvvetli, kâh daha yumuşak yükselen yabancı rüzgârın mırıltısı, tutsak yapraklardan gelen kâh tiz, kâh boğuk hışırtı, ölü doğmuş bir kalıntı, bir tereddüt, bir tasarı ve sonra ben, ikisinden hangisi olduğumu bilemeyen ben, yoksa ikisi birden miydim ya da hiçbiri değil miydim; sonbahardan ve ormandan, hoyrat ve belirsiz esen rüzgârdan, dökülmüş ve sonsuza kadar dökülen yapraklardan başka hiçbir şeyin olmadığı trajediyi seyrettim, sonunu görmeden. Gene de dışarıda bir yerde kesinlikle bir güneş ve bir gün varmış gibi, ormanın hışırtılı sessizliğinde, var olmayan bir amaç uğruna hep mükemmel görüyordu insan.”
·
3 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.