Bu kitap içimde ağrılara neden oldu.Dünya ağrısı... Böyle bir kitaba koyulabilecek daha iyi bir isim olamazdı. Otelci Mürşit ve genç Madenci’nin öyküsü olarak görünse de kişilerin iç dünyasından tutun da, toplumsal sorun ve sınıflandırmalara kadar bir çok şeye değinmiş yazar. Hele yazarın bir kadın olarak, iki erkek karakterin iç dünyalarını öyle güzel tahlil etmiş ki hayran olmamak elde değil.
Mürşit ve Madenci öyle bir hayat içerisindeler ki, onu bir türlü benimseyememişler, hep yabancılar. Mecbur oldukları yaşamları omuzlarında kocaman bir dağ. Dışardan bakıldığında iki vurdumduymaz adam ama içlerine bakınca dünyanın ağrısını taşıyorlar, hep bir iç ağrısı. Bu iki yorgun adam, iki koca vicdan azabını da taşıyorlar. Bu azap hayatın bir yerinden tutunmalarına izin vermiyor. Buradan sonra incelemeye alıntılar üzerinden devam etmek istiyorum.
“Oğlum bir erkek bir kızı sevdiyse," dedi “bütün dünyayı karşısına alacak icabında. Aşkın kitabı bunu emreder." diyor Mürşit’in babası.
Romantik vecizelerine devam edecekti daha. Ama annesi duyulur duyulmaz bir sesle sözünü kesti.
"Kız Aleviymiş.”
Babası duraksadı “Haa.." dedi. "O zaman başka..”
Sustular. Babasının aşka dair cümleleri uçtu gitti. Tartışılacak bir şey kalmamıştı.”
Bir paragrafta ne çok şey özetlemiş yazar. Ahkam kesmeyi çok severiz toplum olarak, yeri geldiğinde öyle insancıl, iyilik dolu öğütler veririz ki, aynı şey bizim başımıza gelince sus pus oluruz. O altın kalplerden zerre parça kalmaz, neden? Çünkü alevi… Ah şu kanayan yaralarımız, ne kadar da fazla, saymakla bitmez. Alevi’si, Kürt’ü, Türk’ü, şuyu, buyu… Bir insan seçebilir mi, doğduğu coğrafyayı, ırkını? Alevi olmak yeterli midir sevilmemek için? “Alevi” kelimesi sadece bir sembol, yerine bin tane daha farklı kelime koyabiliriz. Bizi ayrıştırmayı ne çok sever bu insanlar, ne de iyi bilirler ötekileştirmeyi, hatta öldürmeyi. Oysa herkes yaşamak istiyor, insanca yaşamak istiyor…
“Burada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Dünyada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Yok. Dünyanın kendisi ağrı.” Dinmiyor ağrılarımız, dünyanın ağrıları her geçen gün artıyor.
"Zaman bir değirmentaşı Mürşit,” dedi, ağzını elinin tersiyle silerek. "Taşın işi dönmek sanırsın, halbuki öğütmektir.” Öğütülüyoruz, paramparça oluyoruz, parçalandıkça eksiliyoruz.
“Hasta bir dünyanın hasta insanlarıyız.” diyor kitapta, gerçekten öyle mi, yoksa hasta insanlar, dünyayı bile hasta etmeyi başardı mı? Zarar vermediğimiz bir şey kalmamış gibi hayvanlara, tabiata bile her kötülüğü yapmıyor muyuz? 2020 yılına girdiğimiz andan itibaren dünya bizimle konuşmuyor mu sizce de? Bizden hesap sormuyor mu? Belki bu kadar acıyı, sancıyı taşıyamıyordur artık.
Ben bu kitabı okumadım yalnız, konuştum onunla. “Ben bu dünyayı anlayamadım.” derken yazar, ben de “Bu insanları anlayamadım.” diye karşılık verdim ona. “İnsan bir uçurumdur. İnsan bir uçurumdur. İnsan bir uçurumdur. Bir uçurumdur. Uçurumdur. Uçurum.” Dedi o, vura vura kafama yerleştirmeye çalışır gibi. Ben, “Biliyorum, düştüm o uçurumdan.” dedim. “Bu memleketin her yerinde kadınlar çabuk yaşlanıyor." dedi, “evet gözümün etrafındaki çizgilerden biliyorum bunu” dedim.
Mürşit ile Madenci bekledi, biz insanların bekliyor olduğu gibi. Ama diğer yandan da biliyorlardı ki: “Hayatta böyle mucizeler yok. Kıssadan hisseler güzel uydurulmuş, sadece dinlemeye teşne olanlara faydalı yalanlar. İnsan öyle filmlerdeki gibi dersini alıp değişmiyor, kafaya darbe yiyip aklı başına gelmiyor. İnsan hamurundaki mayayı değiştiremiyor, hamur bir parça sakinleşiyor sadece, o kadar, belki de yaşlandığı içindir.” Beklerken yaşlandı beden ve ruhlar. “Koca bir ömrün boşa geçtiğini duymayı kim kaldırabilir ki.” Ama ne yapsınlar, o sancı ile kıvranmaktan başka… Haykırmak istediler, ölünceye kadar bağırmak…
Okurken gerçekten iç ağrısına neden olan bir kitap, bir an önce bitsin istedim, kitap kötü olduğundan değil, cümlelerin, hissettirdiklerinin ağırlığından. Şimdi biraz dinleneceğim…