Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

TANRILARA ARACILIK YAPANLAR: HATTİ BÜYÜK KRALLARI Şuppiluliuma'nın ölümünden sonra Hitit tarihindeki gelişmelere göz atmadan önce bir süreliğine Hatti Büyük Krallarına odaklanalım. Bu krallar Hitit dünyasındaki ve hatta Geç Tunç Çağı' nın son yarısı boyunca Yakındoğu'nun tamamındaki en kuvvetli kişileriydi. Kralların halkının ve şekillendirdikleri savaş kültürünün askeri önderleri olduklarından daha önce bahsetmiştim. Bu konu hakkında daha fazla şey söyleyeceğim. Ancak kralların başka rolleri ve sorumlulukları da en az askeri görevleri kadar önemliydi. Bu rol ve sorumluluklar nelerdi? Bu görevlerin yerine getirildiğini kim denetliyordu? İlk olarak daha önce konuştuğumuz bir konuyu kısaca yeniden vurgulayalım. Hitit Krallığı'nın en dikkat çekici özelliklerinden biri, devletin 500 yıllık tarihi boyunca ülkedeki üstün iktidarın neredeyse aralıksız bir şekilde on yedinci yüzyılın başlarında kurulan tek bir kraliyet hanedanı tarafından icra edilmesiydi. On ikinci yüzyılın başlarında krallığın çöküşünden sonra bile bu hanedanın üyeleri, başta Karkamış olmak üzere Fırat bölgesinde nesiller boyu var olmaya devam ettiler. Hanedanın uzun ömrünü daha da dikkat çekici kılan, bu yöneticilerin krallıkta azınlık olan ve Neşalar adı verilen Hint-Avrupa dili konuşan bir etnik gruba mensup olmalarıydı. Hint-Avrupa dili konuşanlar nesillerdir Anadolu'daydı ve büyük olasılıkla Hitit döneminden yüzyıllar öncesinde bölgeye yerleşmişlerdi. Yerli ve sayıca çok daha fazla olan Hatti nüfusuyla karışmalarına rağmen bazıları etnik kimliklerini korumuş ve Hitit Krallığı'nın çekirdeğini teşkil edecek bölgede egemenlik kurmuşlardı. Elbette Hitit monarşisinde, kraliyet ailesinin rakip dallarının iktidar koltuğunu mevcut hükümdarlardan veya belirlenmiş varislerden almak için kanlı darbeler ve darbe girişimleri gerçekleştirdiğini zaten görmüştük. Ancak iktidar daima aile içinde kaldı. Kısa süreli davetsiz misafirler dışında Hitit tahtına her zaman aynı kraliyet kanına (yabancı ve seçkin ailelerle yapılan evlilikler bu kanı düzenli olarak seyreltse de) sahip olanlar oturdu. Tanrıların Temsilcisi Doğrusunu söylemek gerekirse kralın şahsı kutsaldı. Tanrıların yeryüzündeki başlıca temsilcisi olan, tanrılar ve ölümlü inananlar arasında aracılık yapan kralın iktidarı onun kutsal hakkıydı. Kralın Hitit ülkesinin başrahipliği görevi kimi zaman kabartma heykeller de tasvir edilir. Kral, bu tasvirlerde rahiplik makamının gereği olarak takke takar, bileklerine dek uzanan bir cübbe giyerken ve yine bu makamın alameti olan kıvrımlı bir ucu olan asa tutarken görülür. Kral, otoritesinin kutsal güçlerce desteklendiğini iddia ederken, '(tüm) tanrıların gözdesi' olduğunu ve tanrıların yeryüzündeki temsilcisi olarak onların müşterek koruması altında olduğunu belirtir. Ancak her kralın koruyucu bir tanrısı da vardır (örneğin il. Murşili'nin koruyucu tanrısı Arinna'nın Güneş Tanrıçası, il. Muvattalli'ninki Şimşeğin Fırtına Tanrısı, III. Hattuşili'ninki ise Tanrıça İştar'dı). Bu tanrılar, savaşta ve barışta kralları güvende tutarlar. Bu bakış açısına göre kutsal koruyucular görevlerini ziyadesiyle yerine getirmişlerdir çünkü Hitit Krallığı'nın 29 hükümdarından pek azı tahttan indirilmiş veya öldürülmüştür. Genelde yıllar süren sayısız seferlere rağmen, biri hariç olmak üzere (büyük olasılıkla), hiçbiri öldürülmemiş veya savaşta ölümcül bir yara almamıştır. Tanrıların yeryüzündeki temsilcisi olmanızın olumsuz yanı da vardı. Bu durumda kendi tebaanızın tanrıların gazabına neden olan suçlarından da sorumlu olurdunuz. Tanrıların gazabı ancak bu suçların uygun bir şekilde cezalandırılmasıyla yarışabilirdi. Kimi zaman bu kutsal gazap sizin yaşamınızı da tehdit edebilirdi. Gazap konusunda önceden bir rüyayla uyarılabilir veya kurban edilmiş bir hayvanın iç organlarının incelenmesiyle bunu anlayabilirdiniz. Eğer alametler uğursuzsa, cezadan kaçınmak için büyük risk altında olduğunuz bu dönemde yerinize birini (bir insan, bir hayvan veya gerçek boyutlarda ahşap bir suret) seçmeniz gerekirdi. Yerinize bir hayvan seçerseniz, kurban yüksek bir yere götürülürdü. Böylece karşı gelinen tanrı, kurbanı rahatça görebilirdi. Kurban edilen ve daha sonra yakılan hayvan, kralın ölümünü ve yakılmasını temsil ederdi. Yerinize bir insan seçerseniz, ki bu genelde bir savaş esiri olurdu, bu kişi bir süreliğine kelimenin tam anlamıyla bir kral gibi davranırdı. Kral kıyafetleri giyen esire 'krallara has kokular' sürünürdü. Gerçek kral saraydan kovulur, yerine geçen kişi şarap içer ve yemek yer, kralın yatak odasında uyurdu. Bu dönemde kutsal güçlere danışılarak kralın çok hassas bir durumda olduğu tasdik edilirdi. Ancak kralın yerine geçen kişi tehlike dönemi geçene dek zarar görmemişse kendisine herhangi bir şey yapılmadan yurduna gönderilir ve gerçek kral tekrar görevini üstlenirdi (bütün bunlar eski bir Babil ritüelini anımsatır ama Babil geleneğinde kralın yerine geçen kişi bu kısa dönemin sonunda idam edilirdi). Eğer kralsanız ve kral olarak kutsal gazabı ateşleyecek fevkalade kötü bir suç işlediyseniz, bunun acısını tüm krallığınız çekebilirdi. Eski Ahit'teki inanışı dahi gölgede bırakabilecek bu geleneğe göre babaların günahlarının oğullarına geçmesi gibi krallarının günahları da tebaasına geçebilirdi. Bu nedenle Şuppiluliuma'nın oğlu Kral il. Murşili, kahinlere danışarak Hitit ülkesini 20 yıl boyunca kasıp kavuran salgın hastalığın kutsal bir gazap olduğuna kanaat getirdi. Bu gazabın nedeni, babasının yıllar önce işlediği suçlar, örneğin bir yeminin bozulması ve kurban kesiminin ihmaliydi. Bu suçlar tespit edildikten sonra uygun bir kefaret verilir ve bu musibet sona erdirilebilirdi. Kralın dini yükümlülükleri arasında sürekli olarak ülkesini dolaşmak ve krallığın en önemli dini festivallerine katılmak da vardı. Dini takvimde gösterilen ve her yıl yapılan festivaller çoğu zaman günlerce sürerdi. Eğer bir kral kutlamalara katılmasa tanrıların hoşnutsuzluğunun ciddi sonuçları olabilirdi. Kralın başka önemli görevleri de vardı. Gerektiği takdirde genelde kendi ailesine mensup olan üst düzey temsilcileri kendi yerine görevlendirir ve bizzat bulunması gereken kutlamalara onları gönderirdi. Kralın Dünyevi Sorumlulukları Kralın iki sorumluluğu dikkat çekicidir. İlkinden zaten bahsetmiştik. Kraliyet ideolojisi kralın büyük bir savaşçı olmasını ve becerilerini düzenli olarak muharebe meydanında sergilemesini gerektirirdi. Krallığa hazırlanan kişi, genç yaşlardan itibaren savaş sanatlarında eğitim alır ve çocukluktan yeni çıkmışken muharebe meydanında deneyim kazanırdı. Kral olduktan sonra saltanatının büyük bir kısmını düşmanlarına veya asi tabi devletlere karşı ordusunun başında savaşarak geçirirdi. Muharebe meydanındaki başarısının göstergesi olan ve kentlerin sokaklarından geçirilen ganimetler, savaşın kurbanlarından elde edilen arabalar dolusu hazine ve savaş esirleri tebaaya kralın büyük bir savaşçı olduğuna ilişkin somut kanıtlar sunardı. Bu, kraliyetin temel özelliklerinden biriydi. Metinlerde kralın seferleri ve zaferlerinden ayrıntılı bir şekilde bahsedilmekle birlikte kralı savaşçı olarak gösteren kabartma heykellerin ender görülmesi ilginçtir. Mısır ikonografyası ve daha sonraki tarihlere ait Asur kabartmalarının tam aksine, günümüze ulaşan Mısır kabartmaları kralı savaşırken göstermezler. Kralın bir savaşçı olarak tasvir edildiği az sayıda kabarmada ise silahlarını ve zırhını kuşanmış kral hareketsiz bir halde, kimi zaman inzivaya çekilmiş veya bir tanrının huzuruna çıkmış bir durumda resmedilmiştir. Hitit kraliyet propagandası içinde ikonografinin rolü çok azdır. Kralın bir diğer önemli görevi ülkesinde adaletin uygulanmasını denetlemekti. Bu durumu genelde Latince bir sözcük olan lituus (Romalı augurların' taşıdığı benzer şekilli bir değnek) ile ifade edilen kıvrımlı bir değnek temsil eder. Kabartmalarda kral kimi zaman elinde bu değneği tutarken görülür ve bir rahip olarak tasvir edilir. Değnek, çobanın sopası olarak yorumlanmıştır. Geniş anlamda kralın halkının çobanı, özellikle korunmaya muhtaçların koruyucusu olduğunu simgeliyor olabilir. Bu simge, Babil Kralı Hammurabi'nin Hammurabi Yasaları'nda da kullanılmıştır. Yasalarda kral kendisini ülkesinde adaletin uygulayıcısı, tebaasındaki en zayıfların ve en korunmasızların koruyucusu olarak tasvir eder. Hititler bağlamında ise 'çobanın sopası' Başyargıç rolü benimseyen kralın halkının koruyucusu olduğunu temsil ediyor olabilir. Ancak Hammurabi ve Mezopotamyalı diğer hükümdarların aksine Hitit kralları unvanlarına hiçbir zaman 'Çoban' unvanını dahil etmediler; Hititler bağlamında yalnızca Güneş Tanrısı 'İnsanlığın Çobanı' olarak adlandırılırdı. Kralın yargıya ilişkin sorumluluklarının çoğu yönetimindeki yerel memurlara devrediliyordu. Bunlar arasında bölge hakimi olarak görev yapmaları gereken valiler de vardı. Valiler eyaletlerini dolaşır, çeşitli hukuk ve cezai davaların bakarak yerel mahkemeleri denetlerlerdi. Ancak kralın tebaasında bulunan herkesin yerel bir mahkemenin verdiği hükmü kabul etmeyerek doğrudan Majesteleri' ne başvurma hakkı vardı. Örneğin Fırat üzerinde yer alan Emar kentinde bir rahip, mülk ve vergiler konusunda yerel bir garnizon komutanıyla ihtilafa düşmüş ve karşı tarafın lehine karar veren yerel bir mahkemenin kararını kabul etmeyerek doğrudan krala başvurmuştu. Ayrıca büyücülük, zalimlik, çeşitli ahlaki yozlaşma türleri ve ölüm cezasını gerektiren bir dizi başka suçun cezası da kralın huzurunda karara bağlanır ve pek çok durumda hükmü ülkenin Başyargıcı olarak kral verirdi. Elbette kralın çok sayıda başka sorumluluğu ve yükümlülüğünün bulunması, bu görevlerin sıklıkla ailesinin başka bir üyesine veya krallığın seçkin yönetici sınıfına mensup olan üst düzey birisine bırakılmasını gerektirirdi. Burada önemli olan kralın tebaası içinde en alt düzeyde bulunanların dahi yargı sürecinde şikayetlerini çözmek için en üst düzey yetkililere başvurabilmeleriydi. 'Büyük Aile' Kral seferleri veya hac için seyahat etmediği zamanlarda son derece iyi tahkim edilmiş ve yalıtılmış olan görkemli sarayında yaşardı. Bugün Büyükkale olarak bilinen bu saray Hattuşa'nın akropolisinde yer alırdı. Ancak tuğlalar ve harç, kutsal güçlerin korumasıyla birlikte bile, içteki darbeler ve komplolardan ve dıştaki düşmanlardan Majesteleri' nin şahsının güvenliğini sağlamaya yetmezdi. Önemli ölçüde insan gücüne de ihtiyaç vardı. Bu güç kuşkusuz çok sayıda katmanla sağlanıyordu. En iç kısımda MEŞEDİ adı verilen, mızrak taşıyan ve son derece iyi talim görmüş muhafızlar vardı. Bazı açılardan Roma'daki praetor muhafızlarıyla karşılaştırılabilecek olan (onların sayıları çok daha azdı) MEŞEDi, seyahat halinde olsa bile (seyahat güzergahı üzerinde kraliyete ait mülkler vardı), seferde veya yurdunda bulunan kral ile tebaası ve düşmanları arasındaki ilk engeldi. GAL.MEŞEDİ adı verilen komutanları krallıktaki en kuvvetli ve nüfuzlu adamlardan biriydi. Her zaman olmasa bile genelde kralın yakın akrabası, çoğu zaman kardeşi veya oğluydu. Örneğin müstakbel Kral III. Hattuşili, kardeşi Muvattalli tahta çıktığında bu makamın sahibiydi. Hattuşili kral olunca oğlu ve veliahdı Tudhaliya'yı bu göreve atamıştı. 'Büyük Aile'nin' diğer üyeleri arasında bulunan ve büyük olasılıkla aile üyelerinin en kuvvetlisi Tavananna adı verilen kralın başkadını vardı. 20. Bölüm'de Tavananna'yı ayrıca inceleyeceğiz. Kralın ayrıca bir tür hiyerarşi içinde seçilen, bir veya daha fazla cariyesi vardı (kuşkusuz bu sayede evliliğe dayanan ittifaklar, diplomatik görevler ve tahtın olası varisleri için oldukça geniş bir kraliyet soyunun varlığı güvence altına alınıyordu).Telipinu Fermanı'ndan kralın başkadınının krala erkek evlat verememesi durumunda cariyelerden doğan oğulların tahta geçiş hakları olduğunu öğreniyoruz. Ayrıca kral istediği oğlunu varisi ilan edebilirdi. Tuhkanti adı verilen varis, babasının ölümünden sonra sorunsuz bir şekilde tahta çıkması için genelde genç yaşından itibaren krala ait çeşitli sorumluluklar, dini, idari ve askeri konularda eğitilirdi. Bir Tanrıya Dönüşmek Kral ölünce ne olurdu? Önce cenaze ritüelleriyle başlayalım. Festivaller ve ayinlerle ilgili günümüze ulaşan çok sayıda metinde kralın taç giyme törenlerine (büyük olasılıkla son derece özenle hazırlanan bu törenler en az birkaç gün sürüyor olmalıydı) neredeyse hiç bilgi olmamakla birlikte kralın ve kraliçenin gömü törenleri konusunda oldukça ayrıntılı tanımlamalara sahibiz. Tüm ayin metinlerinde olduğu gibi, kraliyet cenaze töreniyle ilişkili olan tüm ritüellerde ayrıntılara çok dikkat edilirdi. Tüm sürecin hatasız yürütülmesi sağlanır ve böylece ölünün bu dünyadan öbür dünyaya sorunsuz geçişi güvence altına alınırdı. Metinlerde ayinlerin on dört gün sürdüğü belirtilir. 1 . gün resmi bir duyuruyla başlanır: 'Hattuşa' nın başına büyük bir günah geldiğinde ve kral veya kraliçe tanrıya dönüştüğünde ... '. Bir öküz kurban edilir ve cesedin ayaklarının ucuna yerleştirilir. Öküzün boğazı kesilince kurbanı kesen cesede hitap eder: 'Nasıl olduysan şimdi de öyle ol! Ruhun bu öküzün içine girsin! Toprağa şarap dökülür. İçi boşaltılan şarap kadehi parçalanır. Böylece bu dünyada bir kez daha kullanılmaz. Cesedin arınması için çevresinde bir teke dolaştırılır. 2. gün adaklık yiyecekler sunulur ve libasyon töreni yapılır. Akşamleyin ceset bir odun yığınına koyulur ve yakılır. 3. gün şafakta yanık odunlar elekten geçirilir ve kralın kemikleri temizlenir. Ardından yiyecek ve içecekle dolu bir şölen sofrasının başındaki bir sandalyeye yerleştirilir. Kral, kendi cenaze yemeğinin şeref konuğudur. Kralı oturur halde gösteren bir heykelin getirilmesiyle birlikte kralın kutlamalardaki yeri daha da belirginleşir. Törenlerde kraliçeyi de oturur halde gösteren bir heykel yer alır. Böylece o da ölümü ve cenazesine katılmış olur. Yemekler ve kurbanlar günlerce sürer. Ardından 6. günde kemikler kralın ebedi ikametgahı olan hekur evine taşınır ve bir sedirin üzerine yerleştirilir. Adaklar devam eder. Müzisyenlerin mersiyeleri ve dansçı kadınların ağıtlarıyla birlikte törenler de sürer. Havadaki taze ekmek ve kızarmış et kokuları, kötü ter, kan ve kurban edilen hayvanların kokularına karışır. Bu hayvanlar (sığır, koyun, at ve eşekler) yeni dünyasında kralın besi hayvanları olacaktır. Yerden bir tutam çim koparır ve gömü yerine götürülür. Bu da merhumun öbür dünyadaki mülkleri arasında yer alan otlaklarını simgeler. Merhum Majesteleri orada sonsuza dek huzur içinde yaşayacaktır. Arıcak ölümden sonraki bu huzurlu yaşam tamamen kendi kendine yeten bir yaşam değildir; ölü kişinin kültü belli ölçüde hayatta kalanların bakımına muhtaçtır. Kralın hekur evinden başka, taştan bir mezar (günümüze ulaşan bir örneği bulunmamaktadır) yapılır ve merhumun ihtiyaçlarını karşılaması için hayvanlar ve insanların yer aldığı geniş bir alan tahsis edilir. Hayatları boyunca burada görev yapan insanlar arasında kapıcılar, çobanlar, hizmetçiler ve çiftçiler vardır. Bununla birlikte kralın mezarına yalnızca merhumun ailesinin üyeleri girebilir. Bu kültün devamını sağlamak, merhumun ruhu için kurban edilen hayvanları sunmak başta kralın varisi olmak üzere onların görevidir. Atalar kültü Hitit toplumunun daha alt kademelerinde de görülürdü. Ölülerin anısını yaşatmak ve ailenin hayattaki üyeleriyle bağlarını devam ettirmek amacıyla kurbanlar kesilirdi. Arıcak Yakındoğu'daki komşuları gibi Hititlerin de ölümden sonraki yaşam konusunda kötümser görüşlere (en azından toplumun alt kademelerinde bulunanların) sahip oldukları görülür. Öbür dünyaya atıfta bulunan az sayıdaki Hitit metninde ölümden sonraki yaşam genelde çukurlar ve deliklerle ulaşan, kasvetli ve güneşsiz bir dünya olarak sunulur. Bu metinlerin birine göre oraya ulaştığınızda yalnızca pis su içebilir ve çamur yiyebilirdiniz. Anneniz, kardeşleriniz veya akrabalarınızı tanımazdınız, onlar da sizi tanımazdı. Ancak belki de bu fazla olumsuz metin bir istisnaydı. Arkeolojik bulgular daha olumlu görüşler sunar. Henüz bir kraliyet mezarı bulamadık ancak kentlerin dışında daha düşük statülü ölümlülere ait olan (çoğunlukla erken Hitit dönemine tarihlenen) bir dizi gömü yeri bulduk. Cesetler, kimi zaman bu yerlerde yakılıyor ve gömülüyordu. Yakılan ölüler, seramik kaplarda saklanırdı. Gömülmeyi tercih edenler için ise mezarlar kazılırdı. Küçük kaplar gibi basit mezar eşyaları da cesetlerle birlikte defnedilirdi. Bu eşyalara sığır, koyun, domuz, köpek ve bazen de at ve eşeklerin kemikleri de eklenirdi. Belki de bu hayvanlar kurban edilmişlerdi veya ölüye öbür dünyada hizmet etmeleri için gömülmüşlerdi. Eğer ikinci seçenek doğruysa Yeraltı Dünyası belki de metinlerin inanmamızı istediği kadar kötü bir yer değildi. Daha önce belirttiğimiz gibi kral ve kuşkusuz ailesi (veya ailesinin seçilmiş üyeleri) belli ki hoş ve rahat bir öbür dünyayı dört gözle bekliyorlardı. Sığırlar, koyunlar, atlar ve katırlarla dolu odaklarıyla bu dünya belki de klasik çağ geleneğinde Yunan kahramanlarının tanrıları gibi keyifli ve rahat bir şekilde sonsuza dek yaşadıkları Elysia tarlalarını andırıyordu. Gerçekten de Hitit kralları bu hayattan göçtüklerinde tanrıların arasına karışırlardı. Bunu bir kralın oğlu ve varisinin babasının ölümü hakkında şu sözleri söylemesinden öğreniyoruz: 'babam tanrıya dönüştüğünde .... '. Kelimenin tam anlamıyla tanrı olsalar da bunun bir sınırı vardı. Merhum krallar Hitit dünyasının kutsal panteonuna giremezlerdi. Krallar, daha düşük seviyeli tanrılara dönüşürlerdi. Ancak onların şerefine heykeller yapılır ve bu heykeller Büyük Tanrıların tapınaklarına yerleştirilirdi. Böylece ruhları heykellerin içine girer ve tapınaklarda yalnızca aile üyelerinden değil tüm tebaadan hürmet görürlerdi. Belirttiğimiz gibi atalar kültü toplumun tüm kademelerinde yaygındı. Ancak kraliyete ait kültler ulusal ölçekte faaliyet gösterirdi. Yeri gelmişken söyleyelim, 'tanrıya dönüşme' ifadesi çok daha sonraki dönemlerde de görüldü. Roma' nın imparatorluk dönemindeki imparatorlar, geleneksel olarak ölümden sonra kutsallaştırıldılar. Ancak bu imparatorlardan biri, ayakları yere basan ve mantıklı bir eski asker olan Vespasianus, bu tanrılaştırma saçmalığını hor gördü. Ölümün yaklaştığını fark edince, ölüm düşüncesinin üzerinden müthiş bir alaycılıkla geldiği ve şöyle dediği söylenir: ' Vtıe, puto deus fio: sanırım bir tanrı oluyorum'. Ne güzel bir son söz! Elbette kutsallığı yalnızca hükümdarlarıyla sınırlandıran toplumlar da vardı. Aklımıza antik Mısırlılar veya henüz hayattayken kendilerini kutsal sayan Roma İmparatoru Caligula ve Makedonyalı General Büyük İskender gelebilir. Gerçekten de bazı geç Hitit kralları, özellikle de imparatorluğun son yüzyılında yaşayan kralların da henüz hayattayken kutsallık iddiasında bulunup bulunmadıkları sorusu önem kazanır. Bu dönemde Hitit görsel sanatlarında görülen büyük gelişme bu iddiayı destekler. İmparatorluğun son yıllarına denk gelen 1295 dolaylarında tahta çıkan II. Muvattalli'nin saltanatından itibaren Hitit krallarının suretleri, geniş taş yüzeylere (kayalarda veya kesme taşlarda) yapılan kabartmalarda görülür. Bu resmi anıtlarda yer alan ve rahipler özgü cübbeler giyen krallar ve kimi zaman da kraliçeler bir veya birkaç tanrıya hürmet ederlerken tasvir edilirdi. Kral ara sıra zırhlı bir savaşçı olarak betimlenirdi. Kral bazı durumlarda rahiplik görevine özgü takke veya tanrılardan birine ait olan konik şeklinde uzun bir başlık takardı. Tanrı, kendisine ibadet eden ölümlülerden bu başlığa iliştirilmiş boynuzlarla ayırt edilirdi. Kutsallık simgesi olan boynuzların sayısı ne kadar fazlaysa tanrı da o kadar önemliydi. Ancak kabartmalarda kral da kimi zaman boynuzlu olarak resmedilirdi. Bu, büyük olasılıkla kralın hayattayken kutsal bir konuma kazandığı veya ölmüş ve tanrılaştırılmış bir kralın ruhu olduğu anlamına gelmiyordu. Aksine, cübbesiyle koruyucu tanrısıyla eş tutulan ve hala hayatta olan rahip-kralın diğer rahiplerden ayırt edilmesi amaçlanmıştı. Böylece kralın tanrıyla olan yakın bağları da gösterilmiş oluyordu. Bununla birlikte sondan üçüncü Kral IV. Tudhaliya hala hayattayken kutsallık iddiasında bulunmuş olabilir. Bunu da yalnızca kutsallığın alametlerini giyerek yapmamıştır. Bir yazıtta, eğer metin doğru bir şekilde yorumlandıysa, onun için yapılan bir libasyon töreninden bahsedilir. Libasyon yalnızca tanrılar için yapıldığından, Tudhaliya'nın kendisini halkına yaşayan bir tanrı olarak sunduğu anlaşılabilir. Taş bloklara kazınan yazıt, bugün Anadolu'nun güneyinde, Konya ovasında Emirgazi olarak adlandırılan bölgede bulunmaktadır. Bütün bunlardan ne çıkarıyoruz? Bu anıtlar neden Hitit tarihinin son döneminde görülür, neden daha önce görülmez? Hayattaki bir kral neden bu yüzyılda kutsallık iddiasında bulunur? Bu konuda anıtlara eşlik eden yazıtlardan henüz bahsetmedim. Önce yazıtları inceleyelim. Tartışmamıza on dokuzuncu yüzyılda Hititleri yeniden keşfedenlerle başlayalım. Anadolu ve Suriye'deki çeşitli yerlerde bulunan, taş bloklara ve kayalara kazınan gizemli bir hiyeroglif yazısını bulan Charles Texier ve o çağın diğer kaşiflerini hatırlarsınız. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Archibald Henry Sayce, bu yazı kullanılarak yazıtların büyük bir imparatorluğun halkının dilini temsil ettiği sonucuna vardı. Bu imparatorluğun merkezinin Suriye olduğuna ve Anadolu'nun batı ucuna dek yayıldığına inanıyordu. Şimdi Hitit (açıkçası Neşa) dilinin çivi yazısı kullanılarak kil tabletlere yazıldığını ve bu tabletlerin Hititlerin başkenti Hattuşa ve krallığın diğer idari merkezlerinde depolandığını biliyoruz. Ancak Hitit/Neşa dili tabletlerde baskın dil olmakla birlikte çivi yazısıyla yazılmış bir dizi başka dili de fark ettik. Bunlar arasında Anadolu'ya yerleşmiş başka bir Hine-Avrupalı grubun konuştuğu Luvi dilinde metinler de vardı. Bununla birlikte Luvi dilinin yazımında kullanılan tek yöntem çivi yazısı değildi. Aslında Luvice Anadolu ve Suriye'nin dört bir yanında görülen anıtlarda hiyeroglif yazısı kullanılmıştır. Bir başka deyişle Hitit kraliyet hanedanı, Sayce ve diğerlerinin iddia ettiği gibi resmi anıtlardaki yazıtlarda Hitit dilini değil kendilerine tabi olan halklardan Luvilerin dilini hiyeroglif şeklinde yazdılar. Bu hiyeroglif yazı daha on altıncı yüzyılda belgelerin özgünlüğü veya daha büyük nesnelerdeki mülkiyet haklarını göstermek için kullanılan mühürlerde görünmeye başlamıştı. Bu yazı daha sonra aynı amaçlarla kralların ve kralın ailesinin diğer üyelerinin mühürlerinde de kullanıldı. Gerçekten de yakın zamanda Hattuşa'da gerçekleştirilen en etkileyici keşiflerden biri de neredeyse 3.500 adet (o güne dek bulunan tüm mühürlerin sayısından çok daha fazla) kraliyet mührü veya mühür baskılardı. Mühürlerin ortasında hiyeroglif biçiminde yazılmış kralın adı bulunurdu. Mührün çeperinde ise genelde kralın babasının adı ve bazen de diğer seleflerin adı çiviyazısıyla yazılırdı. Ancak en önemlisi imparatorluğun son yüzyılında yaşayan Hitit krallarına ait yazıtların Luvice hiyeroglif yazısı şeklinden yazılmış olmasıydı. Krallar, hem başkentte hem de imparatorluğun diğer bölgelerinde askeri başarılarını ve dini görevlerine bağlı olduklarını göstermek veya yalnızca adlarını sergilemek için bu yazıyı kullandılar. Taş bloklara veya kaya yüzeylerine kazınan bu yanıtlara çoğu zaman herkesin görebilmesi için heykeller eşlik ederdi. Peki Hititler kamuya açık bu beyannameler için neden kendi dillerini ve yazılarını değil de kendilerine tabi olan bir halkın dilini ve yazısını kullandılar? İlk akla gelen yanıt, halk için resim benzeri işaretler içeren hiyeroglif yazısının bürokrasi merkezli çiviyazısına göre daha uygun olmasıdır. Ancak konuyla ilgili başka yorumlar da vardır. İmparatorluğun son yüzyılında Luvice konuşanlar geniş bir alana yayılmışlardı ve kuşkusuz sayıca en kalabalık olanlar da onlardı. Resmi anıtlarda bu dilin tercih edilmesi, Hititlerin tebaasıyla bağ kurmasının ve kraliyet .propagandasının yaygınlaştırılarak Majestelerinin ülkenin nihai koruyucuları olan tanrılarla yakın ilişkisinin vurgulanması önemli bir yöntemdi. Başka bir pragmatik yorum da vardır. Buna göre kralın tebaasının en cahil kesimi bile hiyeroglif biçiminde temsil edildiği takdirde yazıtları kaleme alanların adlarını ve unvanlarını anlayabiliyorlardı. Orneğin IV. Tudhaliya yazıtlarında adının hiyeroglif biçimiyle (bedenin alt kısmını temsil eden bir dağ, ters dönmüş çizmesi ve boynuzlu başlığıyla) hemen tanınabilir. Kralın adına kraliyet simgeleri eşlik eder: İmgenin üzerinde yer alan kanatlı bir güneş kursu ve her iki yanda bulunan 'Büyük Kral' ve 'Labarna' hiyeroglif simgeleri. Bütün bunlar Resim 1 1 .3'teki küçük oymalarda tasvir edilmiştir. Benzer bir şekilde kralın mührü de, mührün ortasında yer alan kralın adı sayesinde hemen tanınabilir. Bununla birlikte mührü inceleyen mührün çevresindeki çiviyazısını okuyamaz. İmparatorluğun son yüzyılında yapılan ve genelde hem kabartmalar hem de hiyerogliflerle süslenen resmi anıtların büyük çoğunluğu tamamen yok olmuştur. Hitit ülkesinin dört bir yanında yapılan bu anıtların o dönemde kuvvetli ve istikrarlı bir monarşi imgesi yaratmayı amaçladığına kuşku yoktur. Bu, kraliyet ailesi içindeki hizip çatışmasının arttığı imparatorluğun son yıllarında bilhassa önem arz ediyordu. Bu dönemde tabi devletlerin hoşnutsuzluğu giderek artmıştı ve imparatorluğun parçalanmasından korkuluyordu. Son krallar, Hatti' nin yönetici hanedanına duyulan güveni pekiştirmek ve muhafaza etmek amacıyla görsel propagandayı bir yöntem olarak benimsemiş olabilirler. Bu bağlamda Tudhaliya kendisini yalnızca tanrıların gözdesi olarak değil, bizzat bir tanrı olarak resmetmeyi tercih etmiş olabilir. Neticede tüm bunlar bir işe yaramadı. Ancak bu konuya son bölümde geri döneceğiz. Şimdi dikkatimizi Şuppiluliuma'nın ölümünden sonra yaşanan olaylara verelim.
·
278 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.