Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

10 MUHARREM ve KERBELA - 10
“Kanların şerhâ olup aktığı mâtem tufanıdır bugün, Kerbelâ’nın her taşının al kan olduğu demdir bugün. Başını top eylemiş çevgânın kıvrımına almış ele, Nice yüzbin derviş dört unsurun abdâlıdır bugün. Cümlesi Kerbelâ oklarının kıyameti olmuştur, Hüzünlü mâteminin vadisine dalmıştır bugün. Bu gam nice dünya gamına nisbet bile olamaz, İmam Ali’nin mâtemi Muharrem’in onudur bugün…” Bütün ashâbı ve Ehlibeyti, düşman kılıçlarının suyundan geçip şehâdet şerbetini içen garib Hüseyn, kimsesiz kalmış, gözlerini çadırlara dikmiş, kılıcına dayanmış dururken çadırlardan birinden, bir erkek çıktı. Belini bağlamış, bir eline bir sopa almış, öbür eline kılıç, titreye titreye, düşe kalka İmam’ın huzuruna geldi. İmam, oğlu Ali Zeyn el-Âbidin’in önünü keserek, gözümün nuru dedi, sen hastasın, aynı zamanda imâmet, sana tafviz edilmiştir, bu belâ meydanına girmene imkân yok. Ali Zeyn el-Âbidin, ısrar ettiyse de İmam, müsaade etmedi. Düşe kalka, ağlaya inleye çadırına döndü. İmam Hüseyn, Ehlibeytini etrafında toplayarak, onlara sabretmelerini emir buyurdu ve Zeyneb’e dönüp kardeş dedi, bu yetimleri sana, seni de Allah’a emanet ediyorum; benden sonra onlara kanat ger. Sonra eski bir aba istedi, getirdiler. Hayır dedi, daha eski bir aba getirin. Aba getirilince birkaç yerinden yırtıp giydi. Zeyneb, ağlaya ağlaya yâ Hüseyn dedi, neden bu eski abayı giyiyorsun? Hazret, şehit olunca bu kavim, elbisemi yağma ederler, bedenimin açık kalmaması için bu abayı giyiyorum buyurdu. Ondan sonra o palaspârenin üstüne ağır ve değerli Mısır kumaşından bir elbise giydi, sarığını yeniden sardı, saçını sakalını arıtıp taradı, zırhını giydi, bütün bunların üstüne de bir kefen giyindi. Ehlibeyt, İmam’ı, sağken kefen giyinmiş görünce feryâda başladılar. Sekîne, eteğine yapışıp baba dedi, sağken yaşayıştan el yıkadın, bizi gözden çıkardın. Hazret, Sekîne’yi bağrına basıp gözyaşlarını elleriyle silerek gözlerinin arasından öptü, “Bil ki ey Sekîne, hasret gözyaşlarını dökerek yüreğimi yakma. Öldürüldüm mü, ey kadınların en hayırlısı, herkesten ziyâde ağlamaya lâyıksın” meâlinde üç beyit okudu. Sonra Zül’l-Cenâh adlı atına bindi, eline bir mızrak alıp “Şahit olarak Allah yeter” âyetini okuyup meydana yöneldi, safların karşısında durup yazıklar olsun size dedi, beni, bir sünneti değiştirdiğim için mi, bir suç işlediğim için mi, yoksa bir hakkı terk ettiğim için mi öldürüyorsunuz? Bu sözlere muhatap olanlar, biz, seni yalnız babana buğz ettiğimizden öldürüyoruz dediler. Hüseyn bunu duyunca orduya hücum etti, sağ cenâhı birbirine kattı. Aynı zamanda, “Ölüm utanılacak bir iş yapmadan yeğdir” diyordu. Sonra sol yana saldırdı, “Ben Ali oğlu Hüseyn’im, babamın ehlini, ayâlini korumadayım, Peygamberin dinine tâbi olarak geçip gideceğim” demedeydi. Yanında, üç kişi vardı, onlar da İmam’la beraber savaşıyorlar, İmam’ı korumaya çalışıyorlardı. Onlar da birer birer şehit oldular, Hüseyn yapayalnız kaldı. Başından, bedeninden yaralanmıştı. Böyle olmakla beraber düşmanı, kılıçtan geçirmede, sağa sola hücum edip onları darmadağan etmedeydi. Bazı Râvîler, and olsun Allah’a, oğlu, Ehlibeyti, yardımcıları, gözünün önünde öldürüldüğü halde kuvvetini kaybetmeyen, kendisinde bir sınıklık alâmeti görünmeyen İmam Hüseyn gibi tek bir kişi daha görmedik dediler. Yezid ordusu, Hüseyn’in önünden dağılmış çekirgeler gibi kaçışmadaydı. Hazreti Hüseyn, bir hayli savaştıktan sonra geriye döndü, mızrağına dayanıp, “Evirip çevirmede, güç kuvvet de ancak Allahındır” dedi. İmam, tekrar meydana girince kendisiyle savaşacak bir er istedi. Ben dedi, Hâşim oğullarından Ali’nin oğluyum, övünmek gerekse bu övünçle övünmem yeter bana, Fatıma anamdır, Muhammed atam, amcam da cennette uçan Câfer’dir. Allah, doğru yolu bizimle gösterdi, azgınlıktan, sapıklıktan ayırt edip bildirdi, âlemlere övünülecek velâyet bizdedir. Muhiplerimiz, insanlar içinde en güzel muhiptir, bize buğz eden, kıyamet gününde ziyâna düşer. Ne mutlu o kula ki ölümümüzden sonra bizi, Âden cennetinde ziyaret eder. Kıyâmet günü, susuz bir hâlde geldi mi, Haydâr, iki eliyle onu Kevser havuzundan suvarır. Bu sırada Sa’d oğlu Ömer, okçulara, hep birden ok atmalarını emretti. Hazret, şimşekler saçan kılıcını çekip hücum etti. Birçok kişiyi yere serdikten sonra meydana döndü. Bin ere yeter diye şöhret kazanmış olan Yezid-i Abtahi, bu hâli görüp kızarak küstâhça Hüseyn’in karşısına çıktı, Hazrete kılıç vurmak istedi. Hüseyn, onun kılıcını bertaraf edip başına bir kılıç indirdi, kemerine kadar ikiye böldü. Sonra kalbe hücum edip orduyu birbirine kattı, sonra yine geriye dönüp meydana geldi, “Evirip çevirmede de, güç kuvvet de ancak Allahındır” buyurdu. Okçular, Emîrin buyruğuna uyup hep birden ok atmaya başladılar. Vücudu, oklarla doldu. Sonra bütün ordu Hüseyn’le savaşa başladı. Hüseyn, onlara hücum edip dağıtmadaydı, onlar, toplanıp Hüseyn’e hücum etmedeydi. İmam, susuzluktan müteessir olduğu cihetle Fırat’a gittikçe hepsi birden araya girip mâni oluyorlardı. Nihayet Hüseyn, o topluluğu dağıtıp Fırat’a vardı. Zü’l-Cenâh’ı suya sürdü, sen de susuzsun buyurdu, ben de susuzum, and olsun Allah’a, sen su içmedikçe ben de içmeyeceğim. Zü’l-Cenâh, başını suya eğmişken döndü, İmam’a baktı, başını çekti, su içmedi. İmam, o hayvanın vefâsını görünce ağladı ve eğilip bir avuç su aldı. Ehlibeytin susuzluğunu düşünerek tereddüt ederken bir ok geldi, İmam’ın ağzına saplandı. Birisi de, ya Hüseyn yetiş, ordu çadırlara hücum ediyor, diye bağırdı. Fırat kıyısından çadırlara gelinceye dek kırk kişiyi yere sermişti. Hazret, Ehlibeytine sabretmelerini emretti, tekrar meydana dönüp ben, Resûlullah’ın oğluyum, ben Ali Velîyyullah’ın oğluyum diye öyle mestâne bir nârâ attı ki yer gök titredi. Hazret, yaralı bedeniyle savaşırken Veheb oğlu Salih, bağrına bir mızrak sapladı, Hazret, bu darbenin etkisiyle Zü’l-Cenâh’tan yere düştü, mübârek sağ yanağını yere koyup, “Allah adıyla, Allah’la, Resûlullah’ın yolunda ve bu, Allah rızası için öldürülendir” buyurdu. Kavim, İmam’ın çevresini sardı. Hüseyn, yaya savaşıyordu. Bir yandan oklardan sakınmada, bir yandan çadırları korumada, bir yandan orduya hücum etmede ve beni öldürmek için mi toplandınız, and olsun Allah’a, benden sonra Allah kullarından hiçbir kulu öldüremeyeceksiniz, umuyorum Allah’tan, benden sonra, duymadığınız, beklemediğiniz yerden öcümü alacak sizden; beni öldürdünüz mü, Allah sizden razı olmayacak, elemli bir âzâb verecek size demedeydi. Yetmişiki yara almıştı. Bir müddet dinlenmek istedi. Bu sırada başına bir taş isabet edip alnını yardı. Hazret, elbisesiyle alnından akan kanı silmek istedi, eteğini kaldırdı. Tam o anda zehirli ve temreni üç çatal bir ok, göğsüne geldi. Hazret, başını göğe kaldırıp Allahım dedi, şahitsin, onlar bir kişiyi öldürüyorlar ki yeryüzünde ondan başka bir Peygamber oğlu yok. Sonra oku çekip arkasından çıkardı, oluk gibi kan akmaya başladı. Şimr, yanındakilerle gelip Hüseyn’in çevresini kuşattı. Hüseyn, onlara hücum etti, dağıldılar, yine gelip kuşattılar. Hüseyn, savaştan yorulmuştu artık. Öldürmeye gelen, yüzünü görünce kanına girmemek için geri dönüyordu. Şimr, atlılarla, yayalarla yürüdü ve ne bekliyorsunuz, ananız yasınıza batsın, öldürün şunu diye bağırdı. Hep birden, her yandan hücum ettiler. Şerik oğlu Zefa sol omuzuna vurdu, Hüseyn de ona bir kılıç indirdi. Enes en-Nahai oğlu Sinan omuzunu yaraladı, göğsüne bir ok attı, diğer bir ok da boğazına isabet etti. Hüseyn yere düştü, oturdu. Elleriyle, kanını yüzüne ve sakalına sürerek, Allah’a kanıma bulanmış ve hakkı gasp edilmiş olarak bu suretle ulaşacağım buyurdu. Bu an, bir andı ki güneşin ziyâsı azalmış, batıya iki mızrak boyu yaklaşmıştı. Yezidîlerin kötülüklerini gören yer gök, “And olsun ikindi vaktine, gerçekten de insan, ziyân içindedir” zemzemesini, mülk ve melekût ehlinin kulaklarına ulaştırmıştı. O an, görünüşte sapıkların sevinç anıydı. Fakat gerçekte, zaman, bu kötülüğü işleyenlerin alınlarına ebedî lânet damgasını vurmadaydı; devir, bu kötülüğü dehr sayfasına kaydetmedeydi. Nafi oğlu der ki: “Ben, Sa’d oğlu Ömer’in ashâbıyla beraberdim. Birisi, müjde ey Emir, işte Şimr, Hüseyn’i öldürmede diye bağırdı. Koştum, Hüseyn’in yanına gittim. And olsun Allah’a, onun yüzünden daha güzel bir yüz görmedim. Kanına bulanmıştı, yüzü nur gibi parlıyordu.” Sa’d oğlu Ömer’in adamlarında biri Hüseyn’i öldürmek için yanına geldiğinde, İmam, onun yüzüne bakarak, ey fakir dedi, benim katilim sen değilsin, bu kötü işe kalkışma, yazıktır sana deyince adam, ey Peygamber oğlu, bu hâlinle bile bize acırsın diye ağlayarak geri döndü. Enes en-Nahai oğlu Sinan ile Şimr, Hüseyn’in başına geldiler. Bedbaht Sinan, bu kötü işi işlemeye teşebbüs ettiği zaman, Şimr ondan evvel davranarak ayağını Hazretin göğsüne koydu. İmam Hüseyn gözlerini açıp, ey bahtsız dedi, sana kim derler? Şimr adını söyledi. İmam, yüzünü aç da seni göreyim deyince, Şimr bedbaht yüzünden zırhı çekince, dişlerini domuz dişleri gibi ağzından fırlamış olduğunu gördü ve, Resûlullah doğru söyledi, bu bir nişânedir dedi. Çünkü rüyasında Hazreti Resûl kendisine katilini ve öldürüleceği vâdeyi haber vermişti. Ey Şimr dedi, benim katlim senin elinden olacaktır. Fakat bana söyle ki bugün hangi gün ve bu ay hangi ay ve bu vakit hangi vakittir? Şimr, Muharrem ayıdır, günlerden Cuma’dır ve namaz vaktidir dedi. İmam Hüseyn, biraz mühlet isteyip namaza durmak istedi. Şimr, onun göğsüne oturmuş olduğu halde kuvvet bulup kıbleye doğruldu ve namaz ile meşgul oldu. Hüseyn’in mübarek başı secdede iken Şimr, onun başını kaldırmasına fırsat vermeyip İmam Hüseyn’e şehâdet şerbetini içirdi. Ethem Kufi der ki: İmam Hüseyn şehîd edildiği sırada havada bir toz bulutu yükselip her taraf kapkaranlık kesildi. O toz, yükselince Hazretin atı, kâküllerini kana boyayarak çadırların bulunduğu yere doğru geldi. Ehlibeyt Zü’l-Cenâh’ın üzerinde İmam Hüseyn olmadan, saçları kana bulanmış olarak geldiğini görünce feryâda başladılar. Bu esnada Zü’l-Cenâh çölün yolunu tutup gitti. O günden sonra hiç kimse onun izini bulamadı. “Ey gönül, göğe gel de elem yerini gör; cennete uğra da mâtem sarayını gör. Her meclise girdi Kerbelâ Şahı’nın tâziyesi; ey kirpik, güneşin elinde kanlı sancağı gör. Felek düşmanların isteğiyle döndü; ihtiyar dünyaya bakıp utanmayı bilmeyeni gör. Kudretle bir bak da Kerbelâ’ya hanımların hayırlısı Fatıma’nın nazlı oğlunu gör. Yâ Mustafa, huzuruna kanlı yazılar ulaştı; bir de bu gül renkli cübbeyi gör. Ey zavallı sultanın kıymetli annesi; Allah’ın Resûlünün ümmetinin yaptığı zulmü gör. Hâşâ, bu Allah’ın Resûlünün ümmeti değil; aydınlık gözünün yaşını sil de bu eşkıyâyı gör…” Derler ki, İmam Hüseyn şehîd edildiği zaman dünya tam yedi gün durdu. Güneşin ışıkları safran gibi sararıp soldu... Medine pınarlarında sular kan kırmızı bir renge büründü ve Mekke’de o derece müthiş bir sıcaklık oldu ki, insanlar ve hayvanlar dayanamayıp feryâda başladılar. Sanki cehennemden bir kapı açılmış gibiydi. Ve yine derler ki, o gün mukaddes Kudüs şehrinde, hangi taş kaldırıldıysa altında taze kan lekeleri görüldü… Yapılmış olan bütün savaşlar, bâtıl ile bâtının savaşı olmuştur. Kerbelâ Şahı İmam Hüseyn Efendimizin şehâdeti, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in ve Şah Ali’nin yolunun ne kadar batınî bir yol olduğunun kanıtı olmuştur. İmam Hüseyn Efendimiz, ceddinin yoluna başını vermiş ve canı pâhâsına Yezid’e biâd etmeyerek maddeye, yani bâtıla, baş eğmemiştir. Gerek Peygamber Efendimiz, gerek İmam Ali Efendimiz ve gerekse Ehlibeyt Efendilerimiz bütün bu acılara rağmen isyân etmemişler, sabırla tüm zorluklara göğüs germişler ve maddeye yenilmeyerek, daima manevîyatta durmuşlardır. Ehlibeyt, insanlığa, bir iman uğruna neler yapılabileceğinin, Resûlullah Efendimizin yolundan sapmamak için nasıl can verileceğinin misâlini vermişlerdir. Onlar, böylece demişlerdir ki: “Biz, Muhammed’in dininin esaslarını muhafaza ve müdafaa için işte böylece kendimizi ortaya koyduk. Kan, ateş, ölüm bizi yolumuzdan döndüremedi. Dünya hep aynı dünyadır, bugün bizim karşımıza çıkan Yezidîler, dün Resûlullah’ın karşısında da vardı. Yarın sizlerin de karşınıza çıkacaktır. İsimler değişir, mânâlar değişmez! Bizim tutumumuz neyse bizi sevenlerin tutumu da o olmalıdır. Biz, şehitlik şerbetini bunun için içiyoruz. Bunca ezâya bunun için katlandık. Biz hakkı tuttuk, onlar bâtılı. Biz, doğruyu tuttuk, onlar eğriyi. Biz Rabbi tuttuk, onlar dünyayı. Biz, Resûlullah’ı tuttuk, onlar Yezidi…” Ve Aşkın Sultanı Hüdavendigar Mevlana, payımıza düşeni ne de güzel buyurur ve der ki: “Ey aşk Kerbelâsı çölünün belâsını candan arayanlar, ey Allah yolunda şehîd olan aziz varlıklar; neredesiniz? Ey benlik zindanının kapısını kıranlar, ey nefsin esâretine düşmüşlere rahmanî duyguları uyandıranlar, hapisten kurtaranlar; neredesiniz?.. Eğer gönlünüz iyi insanların öteki âlemde kavuşacakları devlet ve saadeti görüyorsa, neden o tarafa yiğitçe yürümüyorsunuz? Niçin Hakk’a itimât ve tevekkül kılmıyorsunuz? Niçin kendinizi ona vermiyorsunuz? Neden kalbinizi mânen zenginleştirerek hırs ve tamahtan kaçınmıyorsunuz? Nerede imanın yüzünüze düşürdüğü nur? Nerede dinin size lütfettiği mutluluk ve huzur, Allah’ın lütûf ve ihsan denizine daldığınız hâlde neden eliniz, avucunuz boş? Nerede cömertlik?..” Hasan Dedemizin niyazları ile… “İki cihanın serveri Hazreti Muhammed Efendimizin, İmamlar Şahı Hazreti Ali Efendimizin, Resûlullah’ın ciğerparesi, Şah Ali’nin tertemiz zevcesi Hazreti Fatıma'nın ve cennetin efendileri, Hazreti Peygamber’in, İmam Ali’nin, Hazreti Fatıma’nın gözlerinin nurları İmam Hasan ve İmam Hüseyn Efendilerimizin, Hazreti Muhammed Efendimizin bendesi Pîran Efendilerimizin ve cümle Evliyâullah’ın şefkatleri ve merhametleri, onları sevenlerin ve yaşatanların üzerlerine ganî olsun. Bütün tasavvuf ehlinin ve Hakk aşıklarının aşkları bu yolda daim olsun. HU…” Kaynak: Gülizâr-ı Haseneyn (Abdülbâki Gölpınarlı)
·
175 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.