Gönderi

Önsöz
2000 yılının Şubat ayıydı. Soğuk hava kararmış, sulusepken yağan kar, tipiye dönmüştü. İstanbul’un Cihangir’inde, ikinci romanım Cimri Kirpi üzerinde çalışıyordum. Telefon çaldı. Arayan Metin Kurt’tu. İtalya’da oynanacak Roma-Galatasaray, Avrupa Şampiyon Kulüpler Şampiyonası maçını seyretmek için Şişli’de bir birahaneye davet ediyordu. Maç başlamadan önce Metin’in verdiği adrese, Özkosova Birahanesi’ne doğru yola çıktım. Birahane, Şişli Camii’nin arkasında, merdivenlerle inilen basık bir mekândı. Şiddeti artan tipinin eşliğinde, kaymamaya dikkat ederek indim. Futbol karşılaşmalarının şifreli televizyon kanallarında yayınlanmasından sonra birahanelere gidenler o ortamı çok iyi bilirler. Birahaneler, minyatür bir stadyum, bir arena tribünüdür. Özkosova Birahanesi de öyleydi. Zemin katın merdivenlerinden inip loş ortamına ilk adımımı attığımda, kesif sigara dumanıyla birlikte kızartma yağı ve alkolün iç bayıltan kokusunun karışımından kaynaklanan iç bayıltıcı bir ağırlık üzerime çöktü. Dirseklerini bara dayamıştı. Üzerinde yine eski günlerde olduğu gibi bir parka, mavi beyaz çizgili bir gömlek, dumanından sararmış parmakları arasındaki elinde yarıya kadar içilmiş bir sigara... Gözleri, üzerinde televizyon bulunan vitrinde boş yabancı içki şişelerine fon olmuş aynaya sabitliydi. Küskün, ilgisiz, birilerine bakması zül, biraz da kendini zorlayarak başını hafifçe yana döndürdü; hep kısık gözleri beni gördüğünde, kenarları kırışarak gülücüklere boğuldu. Konuşulan olağan cümlelerden sonra maçı, önüme bırakılan bir bardak birayı yudumlayarak izlemeye başlamıştım. Bir süre sonra televizyon ekranı flulaştı ve çok gerilere, doğduğum ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği Bursa yeşilinin titremleri arasına daldım. *** 70’li yılların başıydı. O zamanlar “Yeşil Bursa” diye anılan ve uzmanların yetmişe yakın yeşil çeşidini keşfettiği bir kentti Bursa... Şimdiki gibi ovası talan edilmiş, beton yığınıyla doldurulmuş değildi. Meşhur lodosunun getirdiği yağmuru yağdığında, damlalar evlerin damlarına eşit düşerdi. Evimizden baktığımda neredeyse Mudanya’yı görebilecek kadar netlikteydi ufuk!.. Binaların, ağaçların altında kaldığı Bursa’da, gençlerin toplumun dar sosyal çevresinde yer edinmesinin yollarından biri de futboldan geçiyordu. Gençler var olmanın, toplum içinde bir yer edinmenin biçimini yeşil zeminli arsalarda arıyorlardı. Arkadaşlarımın hepsi futbol oynuyordu. On altı yaşımı doldurmamış, yeni amatör lisansa sahip bir topçu adayıydım! Ne zaman bir araya gelsek futboldan konuşuyor, dolayısıyla futbolla yatıp futbolla kalkıyorduk. Bir anlamda dünyamız futboldu. Futbolu kendi kendimize öğrenmeye çalıştığımız Acemler semti, ortaları kelleşmiş, irili ufaklı doğal çim arsalarla bezeliydi. O zamanlar tesislerden yoksun Türkiye’nin gençleri için sınırları birbirinden böğürtlen kümeleriyle ayrılmış irili ufaklı bu alanlar büyük bir nimetti. Topa vurmayı, ikiye bir yaparak verkaçla adam geçmeyi, tekme atmayı ve yemeyi, kafaya çıkmayı, düşmeyi, kademeye girmeyi, kambura yatmayı, maçların sonunda sopa yemeyi, atmayı, velhasıl o zamanın futboluyla ilgili öğrenebileceğimiz temel olan her şeyi o yeşil boş arsalarda öğrendik. Aramızdan çok ünlü futbolcular çıktı. Milli formayı giyenler oldu. Futbolculuğu bir meslek olarak görmeyip sadece spor olarak yapanlar bile amatör kulüplerde başarılı oldular. Çok yetenekli arkadaşlarım vardı içlerinde. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik şartlar, nasıl ki hayatın her alanını hükmü altına alıyorsa, spora yansıması onları da etkiledi. Şanssızdılar ve beyin güçlerinin adale güçlerine galip gelememesinden daha yolun başında silinip gittiler. Profesyonel olup Birinci Türkiye Ligi’nde top koşturan arkadaşlarımdan kimi, futbolu bıraktıktan sonra kentin ileri gelen sanayicilerinin himayesinde iş kurdu ve iş adamlığına küçük adımlar attı. Kimi yüksek tahsili tercih etti. Kimi kahvehane açtı, kimi birahane, meyhane... Kimi paranın, kimiyse içkinin esiri oldu. Bazılarının Bursa’nın yerel televizyonunda ara ara kentin gözbebeği futbol takımının şimdilerde ligde düştüğü aczin acısını paylaşmak için spor programlarına çıktıklarını görüyorum (2002-2003 sezonu). Senelerce ter döktüklerinden, büyük kulüplerin ağırlıklarınca para sunmasına karşın doğup büyüdükleri kentten ayrılmadıklarından, buna rağmen eski takımının maçlarını izlemek için stadyuma gittiklerinde bilet ücretini ödemeden içeri alınmadıklarından, serbest giriş kartlarına sahip olmadıklarından ve her şeye karşın bir kez bile olsun tecrübelerine danışılmadığından şikâyet ediyorlardı. Zamanında çarşıda ve anacaddede önü kesilerek el sıkışmaktan zor yürüyen, sağdan soldan çekiştirilerek bir çay, bir kahve içmesi, yemek yemesi için baş köşeye oturtulmak istenen ve dünyayı sadece bir meşin yuvarlağın yüzeyi kadar küçük sanan; sakat kalmış ya da başka bir nedenden futbolu bırakmış bazılarımızın, yaşamın yükü altında nasıl ezildiğini eski arkadaşlarımdan öğreniyor ve üzülüyorum. O yıllarda, Bursa Çekirge Meydanı’ndan yukarıya çıkan yokuşun ortasında –şimdi genişletilen yol yüzünden yıkılan eski kervansarayla birlikte– Park Otel, çeşitli federasyonlara ait milli takımların kamp yaptıkları, halka açık çay bahçesiyle bütünleşmiş bir tesisti. A Milli Futbol Takımı, 1974 Dünya Kupası elemeleri için İtalya’yla Napoli’de yapacakları karşılaşma için bu otelde, Teknik Direktör Coşkun Özarı nezaretinde kampa alınmıştı. Milli Takım daha önceki maçında Batı Almanya’yla 1-1 berabere kalmış, bütün gözler bu maça çevrilmişti. Milli Takım’ın as futbolcusu Metin Kurt’u ders çalışmak için gittiğim Park Otel’in çay bahçesinde tanımıştım. Yanımızdaki masada tek başınaydı. Dikkatimi çeken, onun diğer futbolculardan farklılığıydı. Çünkü kitap okuyordu. Diğer futbolcular, kendilerine hayran ve onlardan daha hızlı koşacağını iddia eden saf bir gence eşofman giydirmiş eğleniyor, tutacakları kronometreyle iddiaya girerek, Çekirge Meydanı’nda tur attırmaya ikna etmeye çalışıp kendilerince dalga geçiyorlardı. Tanışmamız, bir ara Metin Kurt’un başını kitaptan kaldırarak bana, “Bu çocuk saf gözüküyor ama eşofmanı alıp kaçarsa ne olacak?” demesiyle başladı. Gülüştük ve konuşmaya başladık. Kitaplara olan düşkünlüğümüzün aracılığı, işte o günden bu yana, otuz beş yıldır dostluğumuzu sürdürmekte. İtalya maçı gelip çatmıştı. O zamanlar kitle iletişim araçları zamanımızdaki kadar yaygın değildi. Bursa Çekirge Meydanı’nda, yukarı Çekirge’ye çıkan yolun hemen yanı başında, sonradan inşa edilen Kervansaray Oteli’nin hemen üzerinde, ahşap altıgen geniş tek kahvehanede tavana yakın bir köşeye asılmış siyah-beyaz televizyondan maçı seyretmek için toplanmıştık. İlk kez bir futbol maçı naklen veriliyordu. Kapısına kadar maçı izlemeye gelenlerle dolu kahvehanede önlerde kendime yer bulamamış, arka duvarın hemen önünde ahşap bir sandalyenin üzerine çıkarak, yarım saat sonra başlayacak maçı beklemeye başlamıştım. Uyuşan bacaklarımı dinlendirmek için sandalyeden aşağıya bile inemiyordum. Oraya sıkışıp kalakalmıştım. Nihayet maç başladı. Başlar başlamaz da onurlu mağlubiyetlerle övünmeye alışık Milli Takımımız yine bildik oyun tarzına bürünüp, “Cümle cemaat ileri, cümle cemaat geri...” parolasıyla, olimpiyat ölçülerine göre yapılmış futbol arenasında sadece kendi sahasını kullanıyordu. Cümle cemaat gerideydi ve nedendir bilinmez bir türlü ileri çıkamıyordu. On bir futbolcumuz kendi ceza sahası içinde adeta Kanije Savunması yaparak geri çekilmişti. İlk yarı, meşin yuvarlak bir türlü orta çizgiyi geçip İtalyanların ceza sahasına düşmeden çekilen derin “Oh!..”larla bitmişti. Hava almak için dışarı çıkanlardan fırsat bulan ben de uyuşan bacaklarımı dinlendirmek ve maçın heyecanından karnıma giren ağrıyı biraz olsun dindirebilmek için sandalyeden inmiştim. İkinci yarı da birincisi gibi dalga dalga gelen kâbuslarla başladı. İtalyanlar kalemizi meşin yuvarlakla ablukaya almış, dövüp dövüp duruyor, kalecimiz Sabri Dino, kale çizgisinden dışarıya bir adım bile atmadan devleştikçe devleşiyor, geçen her dakikada yedi metre, otuz iki santim uzunluğundaki üç direğin içini daha da kaplıyordu. Direklerin ve Sabri Dino’nun ellerinin gole izin vermediği anların birinde maçın başından itibaren gözümüzün alışamadığı bir şey gördük. O da ne! Siyah-beyaz ekranın içinden forma rengi beyaz üzerine kırmızı bandı koyu görünen bir futbolcu top sürerek kendi sahamızdan çıkma cesareti gösteriyordu. Ceza sahamızın sağından şimşek gibi çıkan Metin Kurt, taç çizgisine kadar geldi ve iki ayağı arasında mekik dokuyarak sürdüğü topla önüne çıkanı geçerek, santra çizgisine on metre kala taç çizgisinden içeri girdi ve müthiş bir şut çıkardı. Meşin yuvarlak zamanın en büyük kalecilerinden Dino Zoff’un bakışları arasında üst direği yalayarak dışarı gitti. Milli Takımımızın sahasına odaklanmış İtalyan televizyon kameraları bu görüntüyü son anda yakalayabilmişlerdi. O an çığlıklar arasında sandalyeden düşmüş, kendimi ezilmekten zor kurtarmıştım. Bu pozisyon, o gün maçı izleyen bir İtalyan seyirci tarafından unutulmuş olabilir ama biz, Milli Takımımızın pozisyon fukaraları için asla... Maç golsüz bitti. İtalyanlar şaşkın, Milli Takımımızın oyuncuları sarmaş dolaş sahadan ayrıldı. O zamanın basını, maçın kahramanı olarak kuşkusuz kalecimiz Sabri Dino’yu ilan etti. Ekibimizin rakip sahada yakaladığı tek pozisyonda Metin Kurt, ki birkaç metre geriden ya da hırs ve karın adale gücünü biraz daha yavaşa ayarlayıp o şutu atmış olsaydı, skor levhasını lehimize değiştirmesi kaçınılmazdı. Çünkü o ana kadar kalesine bir kez olsun top gelmeyen Dino Zoff’un gözleri, adaleleri, dolayısıyla tüm benliği böyle bir hareketi beklemiyordu. Kısacası, konsantrasyonunu kaybetmiş, müsabakanın dışındaydı. Futbol oynayanlar ve en azından biraz anlayanlar, doksan dakikanın içinde bir anın değerini çok iyi bilirler. Şut anında topa vurma... Bu, belki bir andı ve her şey o belirsiz, o ne olduğu çözümlenememiş en küçük noktanın, bugüne kadar keşfedilmiş en küçük madde olan atom çekirdeğinin içinde oluşmuştu. İstemsizdi, bir “tik”ti seğiren... İstem dışı bir hareket, beynin komutasının dışında, antrenmanlarda yüzlerce eşgüdümlüsünün sadece bir tanesinin topa dokunuşuydu o an. Bir anda oluyordu futbolda her şey ve o anı yakalamak için yapılan çalışmalar, sürekli tekrarlar müsabakaya egemen oluyordu; tıpkı bire bir, kıyasıya, ölümüne mücadele eden antikçağ gladyatörleri gibi. İnsanoğlu garip bir yaratık! Beyninin nasıl hafızası varsa, adalesinin de hafızası var. Metin’in yarım dakikayı bile doldurmayan ve sonu o anla biten aksiyonu –bir futbol maçı için– öylesine ani olmuştu ki... Bu, belki de o maçın kahramanını değiştirebilecek bir andı. *** Birahanede geçmişe gitmişken, manidar “Gol!..” nidalarıyla kendime geldim. Roma takımı, günümüz spikerlerinin deyimiyle Galatasaray’a bir gol bulmuştu! Seyircilerden çıkan yer yer küfürler, “çık çık” çekmeler ve el kol hareketleri birahane tribününde kaçınılmazdı; kural değişmedi ve bütün bu aksiyonlar, olağan gürültünün dışında, birahanenin kokusuyla bardakların içine doldu ve bardaklar hüzünlü alkolü yanık midelere bir kez daha akıttı. Silkindim ve barın fonundaki aynaya, önündeki cam raflara dizilmiş kimisi boş kimine boyalı su doldurulmuş yabancı içki şişelerine baktım. Issız bir çayırın ortasında sisler içindeydim. Uyumuş muydum? Gözlerimi ovuşturdum. Önümdeki biradan bir yudum daha alırken bu mayhoş esrikliğimi, gittiğim hatıralara ve ortama bağladım. Metin Kurt’un yüzüne baktım. “Gol yedik!” dedi. Bunu belki de yüzümdeki ifadenin mahmurluğundan söylemişti. Sözlerine devam etti: “Olacağı belliydi zaten. Az adamla yakalandık. Topun nerede olduğu önemli değil, kaç adamla yakalandığın önemli...” “Evet!” dedim, sanki maçı izliyormuşçasına. Metin Kurt, biraz daha yorum yaptı. Yüksek çıkan sesi, barda yanımda oturanların dikkatini çekmişti. Kimi aynadan, kimiyse ileri ve geriye kaykılarak bakmaya başladı. Bizden gençtiler ve Metin Kurt’un futbol oynadığı zamana yetişememiş kuşaktandılar. Yüzlerinde, “Ne kadar da çok biliyor”un, belki de daha fazlası bir ifade vardı. Metin Kurt da bunun farkındaydı ve eleştirilerine devam etti. Ona ait bildiğim en önemli özelliklerinden biri de modern futboldan anlamasıydı, tıpkı oynadığı zamanlardaki gibi... Yanımdakilerden biri laf attı. Diğeri, atılan sözü destekledi. Barın arkasında duran birahanenin sahibi önce Metin Kurt’u, ardından laf atanları süzdü. Çentik attığı adisyonu bırakarak onlara eğildi ve bir şeyler söyledi. Sustular. Bu kez bakışlar merakla birlikte farklılaştı. Metin Kurt’a baktım. Kısık gözleri yine her zamanki gibi gülümsüyordu. Hüzünlendim. Başımı televizyona kaldırdım. Roma Futbol Takımı Teknik Direktörü ve zamanında dünyanın en büyük kalecilerinden Dino Zoff, iki elini yumruk yapmış, keyfi yüzündeki gülücüklere karışmış, çıktığı kulübesine zafer nidalarıyla geri dönüyordu. Romalı Gladyatör çıktığı arenada bir zafer daha kazanmıştı. Zamanında biri İtalya’nın, diğeriyse Türkiye’nin yeşil zeminli arenalarında mücadele etmiş, ter akıtmış iki gladyatörünü dikkatle izliyordum. Milyonların seyrettiği televizyon ekranında muzaffer gladyatör Dino Zoff, “oyunu” kuralına göre oynamış ve Dünya’nın en büyük futbol takımlarından birinin başına geçmişti. “Oyunu” kuralına göre oynamamış, geleceğini, dolayısıyla yaşamını futbolcu kardeşlerinin sendikal hakları uğruna verdiği mücadeleyle sosyalizm adına yitirmiş gladyatör Metin Kurt ise, Özkosova Birahanesi’nde yanımdaydı. Ona son bir kez daha baktım. Her zamanki gibi kirli sakallı başı hafifçe öne eğikti. Kısık gözlerinin kırışık kenarlarına son görüşmemizden bu yana birkaç çizik daha eklenmişti. Sararmış parmakları arasında hiç sönmeyen sigarasına bir yenisini uç uca ekleyerek yakmaya çalışıyordu. Başlayan her şey gibi bu maç da bitmişti. Vecdi Çıracıoğlu 2007
·
202 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.