Gönderi

Smith, Keynes, Marx
Avrupa'da yüzlerce yıl içinde yavaş yavaş ticaret yaygınlaştıkça, zenginlik arttıkça, araziler alınıp satıldıkça ve işgücü de alınıp satı­labilen bir mal haline geldikçe piyasalar ortaya çıktı. 18. yüzyılda, başta batı Avrupa'nın daha zengin bölgelerinde olmak üze­re, nispeten serbest bir arazi, işgücü ve sermaye piyasası oluşmaya başladı. Uygulamalarda ve toplumsal yapılanmalarda yaşanan dev­rimle ilgili ilk sistemli incelemenin ve savunmanın sahibi, Inquiry in to the Nature and Causes of the Wealth of Nations adlı kitabı 1776 yılında yayımlanan Adam Smith oldu. (Smith günümüzde çağdaş ekonominin kurucusu kabul edilmektedir.) Smith, daha büyük zen­ginlik peşinde koşarak kendi çıkarları için çalışan, ama aralarındaki rekabetin düzenlendiği üreticilerin ya da tüketicilerin, toplumun ta­mamı için en yararlı sonuçları üreteceğini savunuyordu. Gizli bir "reh­ber el" tarafından yöntendirilen faaliyetler sayesinde, toplumdaki her bireyin çıkarlarının toplamının, tüm toplum açısından en iyi sonucu vereceğine inanıyordu. XVIII. yüzyılda yaygın olan "gelişimin kaçınılmazlığı" düşüncesini benimsemişti; toplumun yatırımlar, daha fazla verimlilik ve bireysel zenginliğin artması sayesinde kesintisiz bir gelişme sürecine girdiğini düşünüyordu. Görüşlerinin temelinde yatan kavramlar, eldeki kaynakların hem ekonomiye hem de toplu­ma en faydalı şekilde dağıtılınasını sağlamak üzere arz-talep dengesi gözetilerek belirlenmiş fiyatların hakim olduğu, kendi kendisini dü­ zenleyen bir piyasanın varlığı ve rekabetti. Artık klasik iktisatçı olarak nitelenen Ricardo ve Mill gibi, Smith de mal üretimini ekonominin merkezine oturtmuştu. Dolayısıyla iktisatçılar en başından itibaren üretimin nasıl düzenlendiğini, üretimden sorumlu çeşitli faktörlerin (arazi, işgücü ve sermaye) birbiriyle nasıl bir etkileşime girdiğini araş­tırmaya büyük emek harcamışlardı. Klasik ekonominin görüşleri son iki yüzyıl içinde batılı ve sanayi­leşmiş toplumlarda geniş bir kabul gördü. Ama piyasalar hemen he­ men hiçbir zaman, Smith ve diğerlerinin tanımladığı şekilde işlemedi. Tekeller, sınırlı sayıda satıcının bulunduğu sistemler, fiyat sabitleme ve rekabete aykırı başka uygulamalar yaygındı. Bazı sektörlerde piya­salar oldukça verimli işleyebildi. Fakat arz ile talep arasında büyük bir zaman farkının olduğu (tarım gibi) sektörlerde durum böyle olmadı. Daha da önemlisi, farklı piyasaların toplamının, tüm toplum açısından en iyi çözümleri sunup sunmadığı belli değildi. Düzenli olarak yaşanan büyüme ve ani çöküş döngüleri, kronik toplumsal sorunlara da yol açtı. Bunların en kötüsü olan 1930'ların Büyük Buhran'ı sonucunda, kurucusu John Maynard Keynes'in adıyla anılan yeni bir ekonomi an­layışı doğdu. Bu anlayış, serbest ekonominin temelinde yatan değerleri kabul ediyordu. Fakat öte yandan da, ekonomideki genel talep seviye­ sini düzenlemek ve böylece en şiddetli büyüme ve ani çöküş döngüle­rinden kaçınmak amacıyla, piyasa mekanizmalarındaki işleyiş hataları­nın hükümet tarafından (vergilendirme ve hükümet harcamaları aracı­lığıyla) telafi edilmesi gerektiğini vurguluyordu. Keynes iktisatçıları, bir ekonomideki faaliyet düzeyini ölçmek üzere yeni yöntemler geliştirdi: Üretim, tüketim ve yatırım miktarının ölçüsü olarak kabul edilen GAYR Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH). Günümüzde bir ekonominin başarısı, ge­nellikle GSYH'nin yıllık artış oranına göre belirleniyor ve bu sistem, ekonomik ve toplumsal ilerlemenin en iyi ölçütü olarak görülüyor Marksist Ekonomi Bazı açılardan, klasik ve liberal ekonomiye en sert tepkiler Marx ve Engels'in XIX. yy ortalarında yayımlanan kuramsal kitaplarından geldi. Bu tepkiler, başta Lenin ve 1917'den sonra Sov­yetler Birliği'nde yönetimi ele geçiren diğer devrimciler olmak üze­re, iki düşünürün yolunu izleyenler tarafından da sürdürüldü. Fakat Marx ve Engels, serbest piyasa kapitalizmine karşı olmalarına rağ­men, özellikle çevreyle ilgili düşünceleriyle, klasik ekonominin gö­rüşlerinin ve ilerleme anlayışının büyük bölümünü benimsiyor, hatta birçok koşulda da bu görüşleri aşırı ve benzeri görülmemiş bir düzeye taşıyorlardı. Bir ürünün "değer"inin, bu işe harcanan insan emeğin­ den kaynaklandığını söylüyorlar ve dolayısıyla kullanılan kaynakları göz ardı ediyorlardı. Marx, 1840'ların başında yazdığı Economic and Pbilosopbical Manuscripts gibi ilk eserlerinde, sonraki kitaplarına göre daha idealist bir doğa anlayışına sahipti. Ama bu eserlerinde bile, do­ğanın yalnızca insanların ihtiyaçları bağlamında bir anlamı olduğu­na inanan genel düşünceyi sorgusuz sualsiz benimsemişti. Örneğin "Kendi başına ve insandan tamamen soyutlanmış bir doğanın, insan için hiçbir anlamı yoktur, " gibi ifadeler kullanıyordu. Marx, daha sonraki eserlerinde bu görüşünü daha da ileri bir noktaya taşıyarak, "sermayenin uygarlaşmadaki büyük etkisinin, doğanın tanrılaştırıl­masını inkar etmek" olduğunu ve böylece "doğanın ilk kez, insan için yalnızca bir nesne, bir kullanım aracı haline geldiğini" savundu. Engels de aynı görüşü benimseyerek gelecekte insanların "hiç olmaz­sa en sıradan üretim etkinliklerinin daha uzak doğal sonuçlarını bile öğrenip denetim altına alabileceğini" söylüyordu. Marx, Engels ve özellikle de Lenin, mutluluğun, toplumdaki tü­ketimi azaltarak ve daha basit, daha uyumlu bir yaşam arayarak artırılabileceğini ifade eden, daha fazla özgürlük taraftarı sosyalistdüşünceleri tümüyle reddettiler. Aksine ilk hedeflerinin, işçi sınıfı­nı XIX.yy Avrupası'ndaki burjuvaların ulaştığı tüketim düzeyine getirmek olduğunu belirttiler. Sosyalizm, fabrika sistemi çerçevesinde düzenlenmiş gelişkin bir sanayi toplumunun üretim ka­pasitesine dayanacak ve bu amaçlara ulaşabilmek için büyük ölçüde devlet gücünden yararlanılacaktı. Üretim açısından komünizm, ka­pitalizmden daha verimli olacaktı. Engels görüşünü şu sözlerle açık­ lamıştı: "Sermaye, işgücü ve bilim uygulamaları sayesinde toprağın verimi sınırsız olarak artırılabilir. "Lenin ve halefi Stalin, yeni devlet düzeninde en büyük önceliği sanayinin gelişmesine vermeye karar­lıydı. Bu politikaların çevresel sonuçları büyük zararlar verebilecek düzeydeydi ama doğal dünyayı istediği gibi değiştirebilmeyi insan­ların en büyük başarısı olarak gören ve geleceğin parlak vizyonuna odaklanan maddeci bir felsefe bağlamında bu çevresel zararlar göz ardı edildi. Sovyet tarihçi M.N. Pokrovsky 1931'de yayımlanan Brief History of Russia adlı eserinde bu konuda şunları yazmıştı: Gelecekte bilim ve teknik, şu anda hayal edemeyecegimiz mükemmel­lige ulaştıgında, doganın insan elinde istendigi gibi biçimlendirilebile­cek yumuşak bir balmumu haline gelecegini şimdiden görebiliyoruz. Pokrovsky'in kitabının daha sonraki yıllarda, insanlık tarihinde çevreye fazla önem vermekle suçlanması, insanların doğayı kendi amaçlarına göre değiştirebilme güçlerinin en büyük görev olduğuna ilişkin Marksist görüşün gücünü gösteriyor!
··
44 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.