Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

NATO'ya giriş ve TKP tevkifatı Cem Eroğul, 1950'ler Türkiye'sinde NATO üyeliğinin milli bir mesele olarak görüldüğünü ve üyeliğe kabulün ne kadar büyük bir sevinçle karşılandığını şöyle anlatır: Bürokrasiden basına, siyaset adamlarından şartlanmış kamuoyuna kadar, memleketin belli başlı çevreleri ve onların ideolojisini güdenler misli görülmemiş bir sevinç içindeydiler. Davetten iki gün sonra toplanan Büyük Millet Meclisi, muhalif, muvafık bütün milletvekillerinin oybirliği ile memleketimizin Atlantik Paktı'na katılmasını kabul etti. Sınıf çıkarının böylesine ağırlık kazandığı bir meselede ve o devirdeki tek yönlü demokraside, bu karara bir muhalefet olmayacağı besbelliydi. Nitekim muhalifler de, "bu eser milli politikanın sağladığı milli bir eserdir" diyerek hükümeti kutladılar. (Eroğul, 2014: 105) Türkiye yönetici sınıfı ve gerek DP gerek CHP, NATO üyeliğini bir beka sorunu olarak görmüş ve NATO'ya giriş için çok yoğun çaba göstermiştir. Çok geçmeden bu çabalara ABD' den olumlu yanıt gelecek ve Ottawa'daki NATO konferansında ABD, Türkiye ve Yunanistan'ı üyeliğe aday olarak gösterecekti. Ne tesadüftür ki Ottawa toplantısının üzerinden çok geçmeden ve Türkiye'nin üyeliği müzakere aşamasındayken, 26 Ekim 1951'de, Türkiye Komünist Partisi'ne (TKP) yönelik bir operasyona girişildi. Tarihe "1951 tevkifatı" olarak geçen bu operasyon, sonradan cezaevinde evlendiği Mihri Belli'nin soyadını alacak ve Sevim Belli olarak tanınacak olan Sevim Tarı adlı genç bir kadının İstanbul' dan Marsilya'ya gitmek için bindiği gemide gözaltına alınmasıyla başladı. Aslında bu operasyon ilk değildi. 1921 yılının başlarında Mustafa Suphi ve TKF'nin (Türkiye Komünist Fırkası) önde gelen 14 yöneticisi Trabzon açıklarında katledilirken, Ankara' da Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ve Yeşil Ordu davasında tutuklamalar olmuş ve parti kapatılmıştı. Türkiye Sosyalist Fırkası Başkanı Hüseyin Hilmi, İstanbul' da eski bir polis olan Kalkandereli Ali Haydar tarafından 1922' de vurularak öldürülmüştü. Ankara' da ikinci Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası davası 1922 yılında açılmış, parti yeniden kapatılmıştı. 1 Mayıs 1923'te İstanbul' da dağıtılan 1 Mayıs bildirileri nedeniyle Türkiye Komünist Partisi mensupları tutuklanmış, haklarında "vatana ihanet" suçlamasıyla dava açılmıştı. 1925'te Şeyh Sait isyanı gerekçesiyle çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu ile komünistler de yargılanmış, 38 sanıklı TKP davasında sanıklara 7 ila 15 yıl hapis cezası verilmişti. Ekim 1927'de, İstanbul, Adana ve İzmir'de başlayan TKP operasyonunda aralarında Nazım Hikmet ve İsmail Bilen'in de olduğu 30 kişi yargılanmış ve gizli örgüt kurmaktan hüküm giymişti. 1929'da Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Hüsamettin Özdoğu ve İsmail Bilen'in de aralarında bulunduğu 34 kişi tutuklanmıştı. İzmir Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki davada ise 24 kişi çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştı. 1930' da 1 Mayıs öncesinde İstanbul, İzmir ve Adana' da bildiri dağıtan TKP'liler tutuklanmış, 1 Ağustos'ta yeni tutuklamalar yapılmıştı. 1931'de Nazım Hikmet' in "komünizm propagandası" yaptığı gerekçesiyle yargılanmasına başlanmıştı. 1932' deki TKP 5. Kongresi'nden sonra İstanbul, İzmir, Edirne ve Samsun' da geniş tutuklamalar yapılmıştı. 1933'te İstanbul ve Bursa' da yapılan operasyonlar sonrası 30'dan fazla kişi yargılanmış, 1934 yılı başında sonuçlanan davada Nazım Hikmet ve Şair Nail V. Çakırhan da ceza almıştı. 1935'te aralarında Hasan İzzettin Dinamo ve Ruşen Zeki'nin de bulunduğu TKP'ye yönelik operasyonda "Genç Komünistler Federasyonu" davası açılmış, birçok kişi tutuklanmıştı. 1938'deki Donanma ve Harp Okulu davalarında Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kerim Korcan, Hamdi Şamilov gibi isimlerin de aralarında bulunduğu TKP'liler ağır hapis cezalarına çarptırılmıştı. 1944'ün Mart ayında TKP'ye yönelik operasyonda 65 kişi tutuklanmış, sanıklar 1 No'lu Askeri Mahkemede yargılanmış, 3 Mart 1945'te sonuçlanan davada 32 kişi hapis cezası almıştı. 1945'te TKP'nin gençlik örgütlenmesine yönelik operasyonlarda İlerici Gençlik Birliği üyeleri tutuklanmış, dava sonunda 1 numaralı sanık Mihri Belli başta olmak üzere 28 kişi çeşitli hapis ve sürgün cezalarına çarptırılmıştı. 1946' da kurulan iki yasal sosyalist parti, Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi 6 ay faaliyet gösterdikten sonra Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından 16 Aralık 1946'da kapatılmış, yöneticileri tutuklanmış, aralarında Dr. Şefik Hüsnü Değmer'in de bulunduğu 45 kişi çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştı. 1951 tevkifatı ise Soğuk Savaş'ın ilk operasyonuydu ve esas amaç Türkiye'nin de bir komünist tehditle karşı karşıya olduğunu Batı'ya kabul ettirerek NATO'ya alınmaktı. Gazeteci Altan Öymen, Öfkeli Yıllar adlı anı kitabında bu durumu şöyle anlatıyor: Türkiye'nin Kore Savaşı'na katıldıktan sonra NATO'ya kabul edilmesi beklentisi nihayet gerçekleşmişti. 20 Eylül' de toplanan NATO konseyi bu konudaki kararını almış ve açıklamıştı. Fakat Türk hükümeti, "Amerikan yardımı" alma konusunda Yunanistan' dan çok daha geride kaldığından şikayetçiydi. ... Öyleyse . . . Türkiye' de "komünist tehlikesi"nin varlığı ve ne kadar önemli olduğu her vesileyle hatırlatılmaydı ki, Amerikalılar "Aman Türkiye'nin de kalkınmasını ihmal etmeyelim, yoksa o tehlike büyür" desinler ve Türkiye'ye yaptıkları yardımları artırsınlar. (Öymen, 2009: 256) Evet, Türkiye' de 1950'li yıllarda bir "komünist tehlikesi" söz konusu değildi ama Türkiye yönetici sınıfının planları böyle bir tehlikenin varlığını gerektiriyor, ABD'ye ve Batı'ya böyle bir tehlike var mesajının verilmesini zorunlu kılıyordu. Yine Altan Öymen'in aktardığına göre, o dönemde şöyle espriler yapılıyordu: "Devletin kimi birimlerinde 'bizde birtakım komünistler var olsa bile, devleti ele geçirmek şöyle dursun, seslerini bile doğru dürüst duyuramıyorlar. Acaba ABD'yi nasıl inandırsak bizdeki komünist tehlikesinin de ciddi olduğuna' diye tartışılırken birisi bir öneride bulunmuş ve 'acaba' demişti, 'Yunanistan' dan biraz komünist mi ithal etsek?"' (Öymen, 2009: 256) 1951 tutuklamalarının 1 numaralı sanığı Zeki Baştımar da, Soğuk Savaş, NATO üyeliği ve kendilerine yönelik operasyon arasındaki bağlantıyı mahkemede şöyle anlatacaktı: Bu dava ise doğrudan doğruya siyasi maksatla açılmış ve kanunun açıklığına rağmen yine siyasi maksatlarla askeri mahkemeye verilmiştir. Çünkü tevkifler sırasında Atlantik Paktı'na girmek için her çareye başvurmakla meşgul olan Hükümet, memleketi komünizm tehdidi altında göstermek ihtiyacında idi. Çünkü emperyalistlerin ve başta Amerikalıların gözüne girmek ve memleketi onlara cazip göstermek Hükümetin siyasi ihtiraslarına uygun düşüyordu. Sevim Tarı'nın gözaltına alınmasından sonra dalga dalga ilerleyen operasyonlarda toplam 187 kişi tutuklanmıştır. Tutuklanan isimlerden bazıları şöyledir: Zeki Baştımar, Şefik Hüsnü Değmer, Reşat Fuat Baraner, Abdülkadir Demirkan (Vedat Türkali), Mihri Belli, "Patriyot Hayati" lakaplı Hayati Tüzün, "Şoför İdris" lakaplı İdris Erdinç. Davanın yarattığı siyasi atmosfer ve antikomünist histeri, Meclis'te yapılan tartışmalara, bazı DP'li milletvekillerinin yaptığı yeni yasa teklif ve düzenlemelerine bakarak çok daha iyi anlaşılabilir. Bunlardan en çarpıcı olanı, kendisi ateşli bir antikomünist olmasına rağmen, kızı Ayşe Mocan'ın, komünist olarak tanınan Dündar Baştımar'la evlenmesini engelleyemeyen DP Tekirdağ Milletvekili Şevket Mocan'ın belki de intikam hisleriyle Meclis'e getirdiği tedbirler paketidir. Dört maddelik bu tedbirler paketinde yer alan öneriler şöyledir: 1- Komünist veya -adı başka da olsa- komünist oldukları kanaatine varılan partilerde merkez yöneticiliğinden hücre yöneticiliğine kadar görev alan ne kadar aktif üye varsa hepsi idam edilsin. 2- Sadece partilerde değil, edebi, ilmi, hukuki, iktisadi, mesleki adlar altında kurulup aynı yönde faaliyette bulunan derneklerde aktif üye olanlar da idam edilsin. 3- Aynı yöndeki faaliyeti, sendikalar, işçi teşekkülleri, işçi çalışma yerleri, sivil-asker devlet kuruluşları içinde gösterenler de idam edilsin. 4- Aynı yöndeki fiiller hakkında propaganda yapanlar da idam edilsin. (Öymen, 2009: 269) Hürriyet gazetesinin sahibi ve başyazarı olan başka bir DP Milletvekili Sedat Simavi de benzer bir öneride bulunuyor, ancak o bir de "alternatif" sunuyordu: Bize kalırsa, komünistlikle itham edilen kimselere, ancak iki türlü ceza tertib edilebilir. Ya bunlar; derhal Rus hudutlarına götürülüp bırakılır, yahut da darağacına sevk edilir. Bu hainler için üçüncü bir cezayı tasavvur edemiyoruz. Komünist damgasını yemiş bir hainin aramızda yaşamaya hakkı yoktur. Arif Nihat Asya ise idam önerisini şu sözlerle savunmaktadır: Komünizm azılılarını ölüm temizler. Bu hakikat kabul edilsin ki, kızıl donkişotların ara sıra ipi düşünerek enseleri seğirsin yahut kurşunu düşünerek kulakları çınlasın . ... Yalnız dış cemiyeti değil,hapishanenin iç cemiyetini de bu adamların şerrinden kurtarmanın tek çaresi vardır: Sehpa. , . Yahut iki çaresi vardır sehpa ve kurşun. (Özdemir ve Şendil, 2016: 353) Ancak Demokrat Parti iktidarının " demokrat" ve "hür dünya"nın bir parçası olma gibi de bir iddiası vardı ki, bu teklif o iddiaya uygun düşmüyordu; yani bir yandan komünizmle mücadele edilmeli, öte yandan "demokrat" imajına uygun davranılmalıydı. Bu nedenle, Türk Ceza Kanunu'ndaki 141 ve 142. maddelerde düzenlemeler yapılırken buna uygun hareket edilecekti. Cezalar artırılacak, ancak bir istisna dışında idam düzenlemesine yer verilmeyecekti. Bu değişikliklere yönelik görüşmeler yapılırken Adalet Komisyonu'na bugün Milli İstihbarat Teşkilatı adıyla faaliyet gösteren Milli Emniyet'ten görevliler davet edilmiş ve kendilerinden milletvekillerini komünizm tehlikesi konusunda bilgilendirmeleri istenmişti. Kısa bir süre sonra aynı uygulamanın Meclis Genel Kurulu için de yapılması istendi ve bir gizli oturum düzenlenmesine karar verildi. 19 Kasım 1951 tarihli gizli oturumda kürsüye çıkıp kendini ''Askeri Yargıç Şevki Mutlugil" olarak tanıtan bir kişi tam üç buçuk saatlik bir konuşma yaptı ve milletvekillerine geçmişten bugüne Türkiye' deki komünist faaliyetleri ve bunun Türkiye için nasıl bir tehdit ve tehlike arz ettiğini anlattı. Mutlugil, konuşmasında şöyle diyordu: Bugün bu memlekette hiç kimsenin, artık ve sadece bir prensip meselesi olarak komünizme taraftar olduğunu veyahut da sadece bir idealizm ile müsavatçılık (eşitlikçilik) aşkıyla kaldığını, memleketimizi, hatta bütün dünyayı tehdit eden bu müteaarrız (saldırgan) kuvvetle alakası ve irtibatı olmadığını iddia etmesi mümkün değildir. Hal böyle olunca .,, bu yolun bedbaht yolcularını birer vatan haini olarak görmek zorundayız. (Öymen, 2009: 286) Mutlugil'in Köy Enstitüleri ile ilgili olarak söyledikleri ise 1944 Irkçılık-Turancılık davasını başlatan siyasi atmosferi besleyen düşüncelerin, yani komünistlerin devlet içerisine, özellikle de Milli Eğitim Bakanlığı'na sızdıklarına dair kanaatin ve Köy Enstitüleri'nin bir komünist örgütlenme olduklarına dair iddianın giderek güçlendiğini ve devlet içerisinde de kabul gördüğünü gösteriyordu: Köy Enstitüleri'nin başına getirilen İsmail Hakkı Tonguç, hususi münasebetleri itibariyle sol anlayış ile münasebeti bulunan bir zattır, Fakat ilk tedrisat umum müdürlüğünü (ilköğretim genel müdürlüğü) deruhte ettikten (üstlendikten) sonra . ., Köy Enstitüleri hususi bir hava ile beslenmeye başlanmıştır. Bu müessesenin belkemiğini teşkil eden zatların koyu birer Marksist oldukları su götürmez bir hakikattir. Bir taraftan da yetiştirdikleri elemanlar türedikçe vazifeye almak yolunu tutmuşlardır.(Öymen, 2009: 287) Benzer bir durum, sanat dünyası için de geçerlidir ve Mutlugil'e göre komünistler özellikle tiyatro ve sinemada başköşeleri tutmuş durumdadırlar: Maalesef İstanbul ve Ankara tiyatrolarında sanatçılar arasında bir tahakküm tesis eden komünist fikirli sanatçılar görülmüştür. Bunlar kendilerine telkin edilen eserleri benimseyerek oynamışlar, diğerlerini sevimsiz bir hale sokmuşlardır. Hele bu piyeslerin tenkitleri. . . Bunların komünistlerin işine yaradığı şekilde tenkit edilmesi, muayyen (belirli) kalemler tarafından deruhte edilmiştir (üstlenilmiştir). Bu piyesler sol doktrinden birisini tuttuğuna göre göklere çıkarılmış, manalı telakki edilmiş ve öyle tutturulmuştur. (Öymen, 2009: 288) Komünizmle mücadeleyi içeren 141 ve 142. maddeler meclise "irticayla mücadele"yi içeren 163. maddeyle birlikte gelmişti; çünkü Menderes iktidarı hem Batı'ya hem kamuoyuna " demokrasiyi tehdit eden bütün akımlarla mücadele edildiği" yönünde bir mesaj vermek istiyordu. Ancak Meclis'teki görüşmelerde farklı gelişmeler yaşanacaktı, bu gelişmeleri tetikleyecek olan şey ise Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı'nın yaptığı konuşmaydı. Bölükbaşı, komünizmin "Sovyet Rusya'nın istila emellerinin bir vasıtası" olduğunu söyledikten sonra komünizmle mücadelede iktidarla aralarında herhangi bir ihtilaf olmadığını belirtiyor, ancak şöyle bir ekleme yapıyordu:Vatan ve millet sevgilerini baltalayan komünistlik ile din fikirlerini yayma suçunun aynı mahiyette, aynı seviyede tutulduğunu teessürle ifade etmek isterim, (Öymen, 2009: 304) Bölükbaşı'nın "komünizmle dindarlığı aynı kefeye koyuyorsunuz" minvalindeki konuşması, Menderes ve DP'li vekiller üzerinde ciddi bir etki yaratmıştı, hatta kimi DP'li milletvekilleri, tasarıdan komünizmle mücadele dışındaki maddelerin çıkarılmasını ve sadece komünizmle ilgili maddelerin görüşülmesini isteyen bir önerge vermişlerdi. Menderes "yaklaşmakta olan tehlike"nin farkına çok çabuk vardı ve hemen kürsüye çıkarak şunları söyledi: Muhterem arkadaşlar, derhal kabul ve itiraf edeyim. Hükümet, muhtelif maddelerin tadilini isteyen teklifinde, muhtelif maddeleri beraber sevk etmiş olmakla, azim (çok büyük) bir hata etmiştir. Bu tarz düşünme, mazinin mahsulü olarak kendisini ortaya koymaktadır. Sola karşı tedbir düşündüğümüz zaman, tam ortada kalma gayretkeşliği içinde, mutlaka sağa doğru da bir tedbir almak zaruridir diye kafalarımızda öteden beri bence nabeca (gereksiz olarak, yok yere) yer etmiş bir düşünce yer almaktadır. .. , Söz konusu kanun, maksadı fazlasıyla temine kafidir. Bu bakımdandır ki memleket (sağdan gelecek) bir tehlikeye maruz değildir. Fakat diğer bakımdan (sol bakımından) tehlike mevcut ve müstaceldir (vardır ve acildir), (Öymen, 2009: 306) Neticede, 141 ve 142. maddelerle ilgili değişiklik, 21 maddelik tasarıdan ayrı olarak Meclis Genel Kurulu'na gönderildi ve Şevket Mocan'ın "idam" önerisi de "Yasa maddesinde anılan örgütlerden birden fazlasını kurup yönetenlere yönelik uygulanacaktır," şeklinde tasarıya eklendi. Ayrıca maddede yazılı suçları işleyenlerin, diğer örgüt üyelerini ihbar etmeleri halinde ölüm cezalarının on yıla, hapis cezalarının da dörtte bir oranında indirilmesi kabul edildi ve yasa bu haliyle Meclis'ten geçti. Komünizme karşı en etkili silah: din 1950'ler Cumhuriyet'in laiklik ve aydınlanmacılık anlayışının bütünüyle terk edilip dinin yeniden siyasal ve kamusal alana döndüğü, antikomünizmin en etkili silahlarından biri olarak görülerek araçsallaştırıldığı yıllardır. DP Milletvekili Burhan Onat'ın Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmadaki, "Vakit vakit irtica var, irtica hortluyor diyorlar . . . Komünizm bir yıldırım ise bunun paratoneri dindir. Komünizm bir zehirse bunun panzehiri dindir, komünizm bir mikropsa onun serumu, aşısı yine dindir," şeklindeki sözleri DP'nin din ve antikomünizm ilişkisine bakışına dair çarpıcı bir örnektir. Onat konuşmasının devamında Batı'nın dini kullanım biçimini ve bunun örnek alınması gerektiğini şöyle anlatmıştır: Çurçil'le Ruzvelt bir harp gemisinde buluştukları zaman ilk işleri, sanki başka yapacağı konuşacağı bir şeyleri yokmuş gibi, bir dini ayin yapmak oldu . . . Komünizm kızıl bir sel halinde şimalden cenuba akıyor. İtalya elden gitti dediğimiz bir anda bir de bakıyoruz bu sel durmuştur. Bunu kim durdurdu? ... Hıristiyanlık vasfı, nüfuzu, onun yalnız vicdanlara hitap eden vasfı kızıl akideyi çözmeye, dağıtmaya kafi gelmiştir. . . Üç kıtayı emrine rametmiş bir milletin herhangi bir şekilde senelerce bu vaziyetten uzak kalması bütün dünyada dinden uzaklaştığı zaman insanların uğradığı haller gibi bizi birtakım zaaflara duçar etmiştir DP Afyon Milletvekili Bekir Oynağanlı, "Şu kürsüden senelerce ağıza alınması suç telakki edilen Allah'tan dinden, diyanetten bahsettiklerini, devlet radyosunda Kuran-ı Kerim okunduğunu gönül ferahlığı ile belirtir, Adnan Menderes Hükümeti'ne en samimi şükranlarımı arz etmeyi bir vazife bilirim," cümleleriyle dinin kamusal ve siyasal alana dönüşünden duyduğu memnuniyeti anlattıktan sonra, bunun komünizmle mücadeleye faydasını, "Bu memleketin şurasında veya burasında az da olsa komünistler türemiştir. . . Halbuki dinimiz bu gibi şeylere asla müsait değildir . . . Dinimizi ihya ettiğimiz gün göreceğiz ki; bu memlekette birçok fenalıklar kendiliğinden önlenecektir," cümleleriyle anlatır. DP Milletvekili Gazi Yiğitbaşı da yine Meclis'te yaptığı bir konuşmada, komünizmle mücadele için dinselleşmenin güçlendirilmesi gerektiğini şöyle ifade eder: Allah ve başka mukaddesat ve iman tanımayan komünizm tehlikesi karşısında aşılmaz ve yıkılmaz çelikten bir kale halinde dimdik ayakta duran kahraman milletimizin maneviyat bakımından da her halde takviye edilmesi elzem ve zaruridir. (Özdemir ve Şendi!, 2016: 356) Gerçek bir komünizm "tehdidi"nin 'Türkiye'nin gündeminde olmadığı, ancak antikomünizmin siyasetin merkezine yerleştiği 1950'ler Türkiye'sinde DP'lilerin din ve antikomünizm ilişkisine bakışı, 1960'ların ve 70'lerin bir provası niteliğindedir. 60'ların ortasından itibaren, Türkiye' de solun yükselişine paralel bir şekilde dinselleşme de hız kazanacaktır.
229 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.