Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

İleri karakol Türkiye ABD'li bir senatör, 23 Mart 1951'de Senato' da yaptığı bir konuşmada şöyle der: Doğu Akdeniz sadece bu bölgenin değil, bütün dünyanın başlıca stratejik noktasıdır. Binaenaleyh Birleşik Amerika kendi kara, hava ve deniz kuvvetlerini tam bu noktada tertiplemelidir . . . Türkiye' de her tepenin yamacından uçaksavar topları fışkırmalıdır. Türkiye' de yeni hava alanları inşa edilmeli ve bunları herhangi bir ihtimale karşı müdafaa etmek üzere emirlerine kara kuvvetleri tahsis edilmelidir. Havada mutlak bir hakimiyet sağlamak için pek büyük sayıda tepkili av uçakları oralarda bulundurulmalıdır. Bundan başka (bir Rus saldırısında) Rusya'daki her şehre yangın bombaları, yüksek infilaklı bombalar ve atom bombalarını derhal yağdırmaya hazır muazzam bombardıman uçak filoları da emre amade bulunmalıdır. (Sander, 2016: 91) Senatörün bu konuşması ilk bakışta bir siyasetçinin biraz hezeyan, biraz da demagoji yüklü bir konuşması olarak görülebilir. Ancak, bu konuşma dönemin ABD dış politikasının Türkiye'ye bakışını son derece iyi özetlemektedir. Soğuk Savaş derinleşip ABD Sovyetler'e yönelik husumetini artırdıkça, ABD'nin Türkiye topraklarına yönelik ilgisi de aynı ölçüde derinleşip artmaktadır. Sander, ABD'nin Türkiye'ye yönelik ilgisindeki artışla ABD savaş stratejisi arasındaki bağlantıyı, ABD'nin ve NATO'nun iki farklı savaşla karşılaşacağına yönelik ABD savaş stratejisinden hareketle açıklar. Herhangi bir savaş durumunda ABD ve NATO şu iki farklı harekatı aynı anda icra etmek durumunda kalacaktır: Avrupa'nın işgalini engellemek için General Eisenhower tarafından girişilecek harekat ABD Stratejik Hava Komutanı General Lemay'ın komutası altındaki stratejik uçakların atom bombaları ile Sovyet silah üretim merkezlerini tahrip etme harekatı (Sander, 2016: 90) ABD Hava Kuvvetleri'nin sahip olduğu savaş uçakları orta menzilli uçaklar olup Avrupa'dan Sovyet topraklarına kadar uçacak durumda değildir, dolayısıyla bu uçakların Sovyetler'e daha yakın ülkelere konuşlandırılması gerekmektedir, Fakat mesele sadece bu üsler aracılığıyla Sovyetler'e karşı hava üstünlüğünü ele geçirmek değildir, Türkiye' de kurulacak üsler ABD'ye hava üstünlüğü sağlayacak ama esas olarak Türk ordusu "Sovyet saldırısını emen bir sünger görevini yapacak, ilk darbeyi üzerine çekerek Amerikan kurmayına zaman kazandıracak"tır, (Sander, 2016: 132) Dolayısıyla, ortada son derece ironik bir durum vardır: Türkiye yönetici sınıfı, ABD'yle yakınlaşmayı ve NATO üyeliğini "Türkiye'nin güvenliğini sağlama" iddiası üzerinden meşrulaştırmak isteseler de, aslında Türkiye'ye ABD ve NATO savaş stratejisi içerisinde biçilen rol, Sovyetler'in öncelikli hedefi haline gelerek ABD'ye ve müttefiklerine zaman kazandırmaktır, Yani Türkiye "ileri karakol" misyonuyla daha güvenli bir ülke haline gelmemiş, olası bir savaşın ilk cephesi olma riskini üstlenmiştir. ABD Kongresi'nde yapılan tartışmalarda kullanılan argümanlar, ABD'nin dünya egemenliği ve Sovyetler Birliği'ne karşı mücadele stratejisi içerisinde Türkiye'ye nasıl bir rol biçtiğini ve neden Türkiye'nin NATO'ya alınması gerektiğini çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Sander, ABD savunma bürokratlarının, askeri uzmanların ve istihbarat görevlilerinin Türkiye'ye bakışının kongredeki yansımalarını altı madde halinde şöyle açıklar: Türk halkı komünist tehdit ve sızmasına karşı mücadelede kararlıdır. Gerek Birleşmiş Milletler' de gerek uluslararası konferanslarda Türk delegeleri her konuda ABD ile işbirliği yapmakta ve onun politikasını desteklemektedir. Amerikan vergi yükümlüsünün ödediği dolarlar en çok karşılığı Türkiye' den almakta, Türkiye'ye verilen her sent Amerikan savunmasına katkıda bulunmaktadır, İç güvenliğini sağlamak ve komünist saldırısına karşı durmak için Türk Silahlı Kuvvetleri'ni güçlendirmek yolunda yapılan askeri yardım, karşılığını fazlasıyla veren çok sağlam bir yatırımdır. Türkiye'nin Sovyet sınırındaki coğrafi konumu, bu devleti NATO üyesi ülkelerden stratejik bakımdan çok daha önemli bir duruma sokmuş bulunmaktadır. Bu bölgede dost olmayan bir devletin egemenliği, doğu ile batı arasında önemli ulaşım hatlarını kesecek, güneydeki hayati petrol kaynaklarının ve stratejik önemi bulunan Türk Boğazları'nın elden çıkmasına yol açacak, Afrika'nın kapısı olan Doğu Akdeniz'in kontrolünü olanaksız kılacaktır. Kore' de savaşma gücünü açıkça ortaya koymuş bulunan Türk ordusunu NATO savunması ile daha sıkı bir işbirliğine sokmak, ABD için çok önemlidir. Bu nedenle Türkiye'nin ya Akdeniz Savunma Paktı'na, ya Batı Avrupa Paktı'na ya da Kuzey Atlantik Paktı'na, kısaca her ne biçimde olursa olsun, bir Batı savunma düzlemine alınması gereklidir. Türkiye ve Yunanistan'ın böyle bir savunma düzeni içine alınması ile Yugoslavya-Yunanistan-Türkiye savunma hattı, NATO'nun güneydoğu kanadını güçlendirecektir. (Sander, 2016: 94-95) Türkiye, diğer bölümde göreceğimiz üzere Kore Savaşı'ndan sonra NATO üyeliğine kabul edilecektir. 1940'lar Türkiye siyasetinin merkezine antikomünizmin yerleşmesinin ve emperyalizmle entegrasyonun başlangıcına, 1950'ler ise bu yerleşme ve entegrasyonun derinleştiği, antikomünizmin iç ve dış politikanın temel belirleyeni haline geldiği bir döneme işaret etmektedir. Emperyalizme Entegrasyonun ve. Antikomünizmin Derinleşmesi. 1950'li yıllar Türkiye siyasetine Demokrat Parti'nin (DP) ve Adnan Menderes'in damgasını vurduğu yıllardır. Demokrat Parti 14 Mayıs 1950'de "Yeter söz milletindir," diyerek iktidara gelmiş, "ordu millet el ele" sloganıyla yapılan 27 Mayıs 1960 darbesine kadar, yani on yıl boyunca Türkiye'yi tek başına yönetmiştir. Türkiye' de demokrasi getirme iddiasıyla işbaşına gelen Demokrat Parti bir süre sonra otoriter bir yönelim içerisine girmiş, muhalefeti, basını, üniversiteyi susturmaya çalışmıştır. Bu yıllar, iktisadi ve siyasi olarak ABD yörüngesine kesin olarak girildiği ve emperyalizme bağımlılığın derinleştiği yıllardır. Bu yıllarda Türkiye ABD'nin öngördüğü uluslararası işbölümü doğrultusunda planlı ve devletçi bir sanayileşme/kalkınma modelinden vazgeçip hammadde üreticisi bir tarım ülkesi pozisyonuna uygun ekonomi politikaları izlemiştir. ABD'nin traktör yardımlarıyla birlikte tarımda makineleşme başlamış, bu durum tarımsal üretimin pazar için yapılmasını teşvik etmiş, toprak ağaları giderek zenginleşirken köylüler de para ekonomisiyle tanışmışlardır. DP bu dönemde ulaşım politikalarında yine ABD'nin isteklerine uygun bir şekilde demiryolları politikasından vazgeçip karayolları yapımına girişmiştir. Bu da iç ticarete büyük bir ivme kazandırarak ulusal pazar oluşumunu hızlandırmıştır. Öte yandan Türkiye ekonomisinin dış yardımlara kronik olarak bağımlı hale geldiği yıllar da bu yıllardır. 5O'lerin ikinci yarısından itibaren Türkiye ekonomisi giderek daha fazla dış açık veren ve döviz bağımlısı bir görünüme kavuşacaktır. Aynı dönemin sonlarına doğru köyden kentlere göç hızlanacak, şehirlerde varoşlar ortaya çıkacak ve kayıtdışı sektörlerdeki istihdamda artış gözlemlenecektir, bu ise şehirlerin ve siyasetin sosyolojisi üzerinde sonraki yıllarda da hissedilecek etkiler yaratacaktır. Kore Savaşı'na asker gönderilmesi neticesinde Türkiye'nin NATO üyeliğine başvurusu bu dönemin hemen başında kabul edilmiş, o tarihten sonra da bütün bir dış politika antikomünizm ekseninde şekillenmiştir. Türkiye bu dönemde Soğuk Savaş'ın ateşli taraflarından biri olmuş, ABD'nin Ortadoğu' daki çıkarlarının bir bekçisine dönüşerek gerek dış politikasını gerek komşularıyla olan ilişkilerini bu çerçevede devam ettirmiştir. Kore Savaşı, Suriye'ye yönelik saldırgan tavır, Sovyetler'in uzattığı dostluk elini geri çevirme, Irak darbesine verilen tepki, Kıbrıs meselesinde takınılan tutum ve ABD ve Batı'yla kurulan ilişkiler, Türkiye'nin dış politikasına ve uluslararası ilişkilerine antikomünizmin ve Sovyet düşmanlığının damgasını vurduğunu gösteren örneklerdir. Alparslan Türkeş'in hayatının en sessiz yıllarının bu dönem olduğu söylenebilir. Çünkü Türkeş orduya döndükten sonra 1948'de ABD'ye gitmiş, döndükten sonra da doğrudan bir siyasal faaliyetin içerisinde olmamış, askerliğine yurtiçi ve yurtdışı görevlerle devam etmiştir. Irkçılık-Turancılık davasından arkadaşlarıyla görüştüğüne, Türkçü faşizmin yayınlarını ve siyaseti yakından izlediğine dair elimizde bilgiler vardır, ancak aktif siyasetten uzak durmuştur. Dönemin sonunda ise 27 Mayıs'la birlikte "ihtilalin kudretli albayı" olarak siyaset sahnesine çıkacak ve ölene kadar da orada kalacaktır. Çalışmanın bu bölümü, Türkeş'in aktif siyasetin içerisinde yer almadığı ama antikomünizmin siyasetin merkezine yerleştiği 1950'li yılları antikomünizm ekseninde incelemektedir. Bu aynı zamanda 1960'lardan itibaren sol yükselmeye başladığında ona verilen reaksiyonun tarihsel arka planını görmemize de yardımcı olacaktır. Antikomünizm ve bağımlılık: DP iktidarı 14 Mayıs 1950'de iktidara gelen DP'nin hükümet programı 14 Haziran'da Meclis'te okunur. (Gerger, 2012a: 72) Bu program, on yıllık DP iktidarının bir fragmanı olduğu gibi, DP'nin 1946-1950 arası devletçe girilen yönelimin takipçisi olduğunu göstermesi bakımından da önemlidir. Bu nedenle DP iktidarının "karşı-devrimin iktidara gelişi" değil, Türkiye yönetici sınıfının 1946 sonrası tercihlerinin bir süreklilik ilişkisi içerisinde iktidara gelişi olarak değerlendirilmesi çok daha doğru olacaktır. Programda, "Büyük dostumuz Birleşik Amerika'nın askeri sahadaki maddi ve teknik yardımlarından daha geniş mikyasta ve daha süratle istifadeler teminini tahakkuk ettirmeye çalışacağız," denilerek Soğuk Savaş'ın ve antikomünizmin daha da derinleştirileceği, ABD'yle çok daha yakın askeri ilişkiler kurulacağı mesajı açık bir şekilde verilir. "Hususi teşebbüsün kendini hukuki ve fiili emniyet altında hissetmesini sağlayacak bütün tedbirleri almak ve onun süratle gelişmesine yardım etmek" maddesiyle, serpilmekte olan Türkiye burjuvazisine teminat verilirken, aynı zamanda ekonomide önceliğin özel sektörde olacağı güçlü şekilde vurgulanır. "Yabancı teşebbüs, sermaye ve tekniğinden geniş ölçüde faydalanabilmenin şartlarını tahakkuk ettirmek ve icaplarını yerine getirmek" maddesi yabancı sermayeye verilen önemi ortaya koyar. "İstihsal hayatını devletin zararlı müdahalelerinden ve her çeşit bürokratik engellerden kurtarmak" ve "iktisadi ve mali görüşlerimizin esası, bir taraftan devlet müdahalelerini asgariye indirmek, diğer taraftan iktisadi sahada devlet sektörünü mümkün olduğu kadar daraltmak ve buna mukabil emniyet vermek suretiyle hususi teşebbüs sahasını mümkün olduğu kadar genişletmek diye ifade olunabilir" maddeleriyle devletçilikten kesin olarak vazgeçildiği ve dahası özelleştirme politikalarının hayata geçirileceği belirtilir. "Nüfusumuzun yüzde sekseni ziraatla meşgul bulunmakta, Türkiye' de ziraat milli ekonominin temelini, zirai mahsullerimiz ise sanayimizin ve dış ticaretimizin ana kaynağını teşkil etmektedir. Ziraatı ön plana alan böyle bir görüşle hareket ederek zirai kredi davasını, ziraat alet ve vasıtaları meselelerini, hastalık ve haşerelerle mücadele, iyi tohum ve tohumları ıslah meselelerini, ziraat tekniğini ilerletme çarelerini ehemmiyetle gözden geçireceğiz" maddeleriyle ise Thornburg raporu ile ABD tarafından Türkiye'ye uluslararası işbölümü içerisinde biçilen, sanayiye değil tarımsal üretime dayalı ekonomi modeline sadık kalınacağı ortaya konulur. Menderes hükümeti on yıl boyunca bu programa sadık kalacak, Türkiye'nin siyasetini, ekonomisini ve dış politikasını, merkezinde antikomünizmin olduğu bir zihniyet ve emperyalizmle giderek derinleşen bağımlılık ilişkileri belirleyecektir.
54 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.