Gönderi

"Nehir boyundaki küçük köy, çocukluk günlerimden hatırladığım gibiydi. Köprünün aşağı tarafında nehrin genişleyip, durgunlaştığı bölümünde, bu küçük burjuva kasabasının yüzkarası bulunmaktaydı. Kasabadaki bu küçük köye Dodge City adını takmıştık. Ülkedeki yasalar ve yasaların bekçilerine rağmen, 1983 yılına kadar buranın nasıl olup da varlığını sürdürdüğü benim için hâlâ bir muammadır! Bizim parlak demokrasimizden çok güneyde fakir ülkelerden birinde var olabilecek bir kulübe ve baraka yığını. Dodge City bana Güney İspanya’da gördüğüm Çingene kamplarını hatırlattı. Kulübeler, hiç ayık gezmeyen insanlar tarafından yapılmış ufacık mekânlardı. Gönye ve terazi yabancı dilden sözcüklerdi burada. Çiviler duvarlara yan boşalmış bira şişeleri kullanılarak çakılırdı. Anarşist ve vahşi bir görünümdü bu. Ülkedeki tüm alışılmışların tamamen dışında... Dodge City’yi her zaman sevmişimdir. Hele şimdi, mayıs ayında! Buz tutmuş nehirden kamçı gibi gelen kar fırtınalarında, burasını mekân tutmuş titreyen canların hayatta kalabilmek için aralıksız içtikleri ocak ayını da gördüm Dodge City’de ben. Bu insanlar yerkürenin her yanını gezmişler, sonunda bezip, şişeleri ve çılgın düşleriyle, buraya, refah devletinin eteklerindeki barakalara yerleşmişlerdi. Nehrin kıyısında “Tilki Johannsen”in teknesi bağlıydı. Ben kendimi bildim bileli Johanssen teknesini onarır, boyar ve gençliğinin Karaibler’ine onu bekleyen esmer hula-hula güzeline dönmeye hazırlanırdı. Yanından geçerken “Tilki Johanssen”i elinde yeşil boya ve fırçalarla güvertede gördük. Yetmişini geçeli epey olmalıydı Dişleri dökülmüştü. Ancak hâlâ bir ayı kadar güçlüydü. Dodge City’nin içki içmeyen tek sakiniydi; nedendir bilinmez. Ben el sallayınca o da salladı. Beni tanımamıştı. “Yola çıkmaya hazır mısın?” diye bağırdı Wilhelmsen. “Birkaç haftaya kadar...” diye cevap verdi Tilki Johanssen ciddi ciddi. Karaibler turuna hep bir iki haftaya kadar çıkardı. Onu hayatta tutan düştü Karaibler, kıyıda bekleyen esmer güzeli, palmiye ağaçları, altın kumsallar, sonsuz güneş... Bizleri içimizdeki yeni ufuklara doğru sürekli yönlendiren düşlerimiz... Ne kadar çılgın, ne kadar gerçeklerden uzak olurlarsa olsunlar bizi canlı tutan, kan dolaşımımızı sağlayan, dünyayı ayaklarımızın altında döndüren düşlerimiz. Düşlerimiz olmaksızın birer ölüyüz bizler, ya da yeni aldıkları BMW’lerinden başka seyredecek yıldızları bulunmayan hayal fukarası Kuzen Petter’ler gibi ortalıkta dolaşmaya mahkûm... Tanrı beni onun kadar yoksul, onun kadar kronik ölümcül hasta olmaktan esirgesin! Tilki Johanssen’i yaşatan illüzyonlardan, ütopyalardan versin; tropik kumsallarda bekleyen kadınların, rengârenk balıkların, mercan adacıkların kuytularında oynaştığı mavi lagünlerin düşünü bağışlasın! Tilkimin düşü bir cennetti. Kolaylık olsun diye “Karaibler” adını takmıştı ona ve ölümün gidiş biletini damgalayacağı ana kadar kalan günlerini tekneyi boyayarak geçiriyordu. Onun gibi adamları her zaman sevmişimdir. Wilhelmsen ile Şarkıcı’nın kulübesi tam beklediğim gibiydi. Kırık dökük bir kanepe, bir masa, iki tahta sandalye. Kitaplar, resimler, biblolar ve benzeri lüks eşyalar çoktan rehine bırakılmıştı. O kadar sade bir mekândı ki burası, “laestadianer”leri bile kahve içmeye davet edebilirdiniz çekinmeden. Elimizdeki şişeleri masanın üzerine bıraktık. Delikanlılara kırk beş derece alkol, bana şarap. Bir şişe açıp, pislik içindeki mutfağa girdim. Bir tencereyi fare boklarından temizleyip, paket çorbayı pişirmeye koyuldum. Çorba kaynamaya başlayınca almış olduğum birkaç sosisi de içine attım. Hep birlikte tencereyi kaşıklarken, delikanlılar cennet taamı tattıklarını söylüyorlardı. Daha sonra kanepeyi güneşe çektik ve içmeye devam ettik. Her şeyden ve hiçbir şeyden konuştuk. En çok da Rita’dan... daha bizler bacak kadar çocukken onların yıllanmış ayyaş olduklarından, şimdi burada birlikte oturup birkaç saat önce gömülen Rita’yı andığımızdan, şu hayatın ne tuhaf cilveleri olduğundan falan bahsettik. Güzel bir gün, yavaş yavaş güzel bir akşama dönüşüyordu. Nehir kıyısında ördekler mistik alışverişlerini sürdürüyor, ardıç kuşları tepemizdeki ağaçlarda melankolik şakıyorlardı. Uzaklarda, kasabanın villa semtlerinden bir köpeğin isteksiz isteksiz havladığı duyuldu. Köprüde trafik her iki yönde de vızır vızır işliyordu. Kendimi bu insanların nereye gittiğini düşünürken buldum. Nereye gidiyorlardı, ne yapıyorlardı, gece ışıkları söndürünce nasıl rüyalar görüyorlardı, TV ve hafta sonu içkileri bitince neyin düşünü kuruyorlardı? Sorular. Kâinat sorularla doluydu. Her birimiz dıştan ya da kendi içimizden gelecek çözümleri bekleyen birer muamma! Görünmez perilerden, kendi yarattığımız tanrılardan haber umuyorduk. Bekleme süresi boyunca da tekne boyuyor, içiyor veya borsa spekülasyonlarına girişiyor, çocuk yapıyor, faturaları ödüyor ya da ödemeyip bırakıyorduk. Sayılı yıllar, diye düşündüm. Delikanlılar kafayı bulmuşlardı. Gitmek üzere kalktım. Nereye gideceğimi bilmiyordum ama Oslo’ya giden bir gece treni bulunurdu. Burada oturup içmek iyiydi, ancak ne işim vardı benim Lillevik’te, Dodge City’de. Uzaklaşmalıydım burdan.
ayrıntıKitabı okudu
·
47 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.