Kapana kısılmış bir dil-hücre-kök içinde kalmış gibi. Şair kabuğunu çatlatmış ama kırıp çıkamamış. Sanki kendini çaresiz bırakmak adına elinden geleni yapmış. Seni alıp duygularla uçurmak yerine, düşündürüp kasmış-kasvetli bir havada, okuru öylece araf da bırakmış. Aldığım his buydu.
Miteolejiden çıkıp tarihten sayfalara sahne olurken, kendinizi anlamsız mısır kokularında buluyorsunuz. Nereye geldim diyorsunuz, Truva atı şahlanı veriyor. Kral ne yapıyor ?
HAVUZ
Bilge Matias'ı dinle öyleyse,
Bütün şiirlerini ve giysilerini yakmıştı.
Kenti yakıyorum diye bağırmış sözde.
«Baktım güneşin rengi bulanmış suda,
Taş taşı öğütüyor, ışık ışığı.
Yel suyu kırıyordu eriyen suda.
Baktım yapraklar bembeyaz dişler gibi,
Baktım üstüm başım bulanmış toza toprağa.
Anladım, çok kalmışım orda...»
Böyle bir şiirin yelelerinden tutuyorsunuz, avuçlarınızda; düşmemek adına.
Şairin en sevdiğim şiiri de ;
SEVINCİN YARISI
Kuşlar yağmur yağdırır da
Yağmur güneşe vururdu ya
Ben sana gelirdim
Sevincin yarısı ağzımda
Zambağa birikir sabahlar
Ovalar atlara binerdi
Kulesine koşuşunca deniz
Cebimde geceden yıldızlar
Anlarla ballarla kanımda
Yüreğim avuç olurdu da
Sonra çeşme de olurdu ya
Mutsuz dönüşler ayında
Ben sana gelirdim.
Bu oldu kuşkusuz.açıkçasını söylemek gerekirse, genelleme oolarak beğendiğim tarz da şiir kitabı değildi. Duygu yüklü şiirleri seviyorum.
Keyifli okumalar.