III.
«Keşmirli Ebe kadın
anamın kasıklarından çekti beni. Ve
kundakladı bir sinema biletiyle.
Biletim
üçüncü mevkiydi. Anam
etekliğini giydi,
babam
mavi gömleğini, yola
düzüldük... Gittiğimiz
sinemanın üç kapısı var:
Birincinin önünde:
otomobiller tepiniyor, firaklı Britanya
bankaları iniyor. İkincinin önünde: küçük
dar
dükkânlarla
dar
tarlalar.
Üçüncü kapı bizim, oradan
biz giriyoruz,
istihsal aletinden mahrum olanlar. İçerde
the polismenler gösteriyor yerlerini
müşterilerin:
— Buyrun siz oturunuz!
Oturtuldular.
— Oturun!
Oturdular.
— Otur ulan kerata...
Oturduk.
Lambalar söndü.
Muzıka başladı, makina döndü. Perdede
filmin ismi göründü:
(Yirminci Asrın Sergüzeştleri nâm
dram.) Yirminci asır
dört kanatlı bir tayyareden mendil salladı bize. Yakasında kapitalizm
açıldı kabak çiçeği gibi. O kadar çoğaldı o kadar
uzadı ki bacalar saçlarından asıldılar sıra sıra kehkeşanlara.
Öyle duman çıktı, kurum yağdı ki gökte Allah bile meleklere
Amerikan markalı muşambalar giydirdi. Şikagolu bir milyoner öptü telsiz telefonla
Tokyolu sevgilisini. Elektrikli salhanelerde
makinaların bir ağzından pastırma attılar, öbür ağzından boynuzlu inekler çıktı. Bir
coğrafya hocası dedi ki derste: "Senegalli zencinin yegâne derdi
yüzünün siyah olmasıdır." Bu haber bir velveleyle köpürdü Paris'te, müstemlekeler
nezareti emir verdi, pudra fabrikaları geçti seferberliğe. Paris'te olan işler duyulunca
Londra'dan hemen içtima edip karar koydu Avam Kamarası: "Kıçlarına kuyruk takmıyan
Hintlilerin kesilecek kafası."
Telsizler daha tebliğ ederken bu kararı Hind'e muazzam bir kuyruk tröstü teşekkül
etti Mançister şehrinde. Kutbu şimalide Eskimolar
görünce bu halleri, kıça kuyruk takmamak
ve değiştirmemek için deri, ince Japon fincanlarında okkalarla Hollanda
sütü içmeğe başladılar. Üstünde uzun katarlar kayan raylar, bahrimuhitlerin elli
bin tonlukları ham mevat taşıyorlar müstemlekelerden. Kilometreler
ticaret evleriyle bağlandı birbirine. Sahrayı Kebir'in ortasında
ilân kuleleri dikildi. Tröstler kartellerle tokuşuyor. Balyalar, denkler,
çuvallar, kutular
şarktan garba, garptan şarka koşuyor...
Perde karardı, makina durdu.
Perde beyazlandı, lambalar yandı.
Lambalar yanar yanmaz
kocaman bir gürültü ortalıkta çalkandı.
Babama sordum:
"—Ne oldu?"
Anam güldü.
Ve birdenbire küçücük kafam
yukardan düşen bir kitabın
yapraklarıyla örtüldü. Kitabı kafamdan atıp yukarı baktım: Britanya bankalarının
localarından
filozoflar: tonlarla yaldızlı eserlerini
fırlatıyorlar üstümüze. Lambalar söndü. Muzıka başladı, makina döndü. Perdede
ikinci kısmın ismi göründü "Hindistanlı Parya
VE PROLETARYA." The polismenler el attı kıçlarına. Birinci mevki homurdandı.
İkinci sallandı. Bağırdı üçüncü mevki
avazı çıktığı kadar:
"— Geliyor, ror, geliyor bizimkiler...." Mehtaba, dökülen bahrimuhit gibi mavi
pantolonların dalgalan
kapladı perdeyi. Başladı resmigeçit
Misisipi gibi uzun
Amazon kadar geniş. Maden ocaklarında çalışanlar
ata biner gibi kazmalarına binip tünellerde koşuyorlardı dörtnala. Keşmirli mensucat
amelesi
hep bir ağızdan şarkılar okuyarak kocaman bir bayrak dokuyarak
geçti. Nakliyatçılar
şehirlere tekerlek takarak
tramvaylara çektirdiler. Elektrikçiler
lastik eldivenlerine sırma saçlarından
dolamışlardı voltları. Elektrikçiler
geçtiler,
elektrik kadar temiz elektrik kadar çevik, elektrik
elektrik...
Geçiyor bizimkiler Misisipi gibi uzun
Amazon kadar geniş... Omuzlarımda fır dönerken kafam
karnıma vurdu babam. Şimdi yürüyordu perdede
on milyon beygir kuvvetinde bir ıstırap: Elleri ceplerinde kilitli
parmakları burunlarında ağır ağır sürüklendi işsiz ordusu. Adımları nalladı
gözbebeklerimizin kulaklarını. Sırıttı birinci mevki. İkinci düşündü.
Perdede
yeni yazı göründü: "BURJUVAZİ!"
The polismenler giydi pazarlıklarını. Alkış yağdı localardan. Ağzı sulandı
ikinci mevkiin. Biz
çuvaldızla dikildik birbirimize gündeliklerimizden, avuçlarımız alevlendi, fırladı
gözlerimiz
burun deliklerimizden. Başladı resmigeçit:
İmparatorluk üniformaları davul çalarak
yol açarak
geçti. Britanyalı diplomatlar
bonjurlarının kuyruklarını döşediler yola.
Bayraklar çekildi her karakola. Sökün etti tröstler. Başlarında
banka kavaslarının şapkası vardı. Sıkıştırmışlardı fabrika bacalarını
kulaklarına. Toprakların kilometreleri
tespihti ellerinde. Ağızları havada kartel avlıyordu. Esham senetlerindendi
boyunbağları. Parmaklarımla saydım bu dağları,
geçtiler.
Göründü müteşebbislerin alayı. Hepsi
bir iki fabrikanın
tutmuştu kulaklarından. Sünnet çocukları gibi
yürüyorlardı. Hepsinin parlıyordu apış
arasında
malî sermayenin altın kazığı. Bunları da birer
birer
saydık anamla beraber... Alay bitti. Toz duruldu.
Baktık ki, yollara çıplak göbeklerinden
çivilenmişti orospular.»
Somadeva deminden beri okuduğu defteri kapattı. Yastığının altına koydu ve
Benerci'nin yüzüne baktı:
— Nasıl buldun?
Benerci sordu:
Hepsi bu kadar mı?
— Şimdilik bu kadar. Daha doğrusu bu, yazmak istediğim «Yirminci Asır Hindistan
Tarihi»nin
başlangıcı.
— Bakalım gerisi nasıl olacak?
— Gerisi, sonu harikulade olacak asıl, Benerci. Bu tarihin sonu inanılmıyacak kadar
mükemmel olacak. Yalnız bir yazabilsem, yani onu ben de bir yazabil şeydim.
Benerci kalktı. Masanın üstündeki gaz lambasını yakmak istedi. Somadeva seslendi:
— Lambayı yakma. Böyle daha iyi. Geçmiş gelecek, kafamın içindekileri böyle daha iyi
görüyorum.
Akşamları ateşim dehşetli artıyor. Ağrılar filan dehşetli. Artık dayanılmıyacak
kadar... Neyse, bunları bırak.
Sen bir şeyler anlat bakalım. Son günlerde okuyor musun? Fabrika kaçta bitiyor?
Neler okudun?
— Son günlerde bir iki meraklı kitap okudum. Hatta iki tanesi yanımda. İstersen
lambayı yakayım da,
sana biraz okuyayım.
Olur, Benerci.
Benerci lambayı yaktı.
— Kitaplardan biri, şu meşhur Fransız gazetecisi Alber Londr'un. Fransız Kongosu'na
dair.
Sana kitabın en feci faslından beş on satır okuyacağım. Fransız Kongosu'nun merkezi
Brassavil'le
Karaburun limanını birleştirecek olan Kongo - Osean demiryolunun inşaatına dair birkaç
satır.
İnşaatı Batilon Şirketi yaptırıyor. Şimdi, dinle:
Benerci lambanın fitilini biraz daha açtı. Okumaya başladı:
«— Bakota, Baiyya, Linfaondo, Sara, Banda, Lizangö, Mabaja, Sinde, Loano
kabilelerinin adamları, dalgın hayatlarından koparılarak Batilon'a
gönderilmekteydiler.
Bu çok garip bir yolculuktu.
İstilâ zamanlarımızdan kalan mavnalara yükleniyorlardı.
Üç yüz, dört yüz başlık insan sürüleri güvertenin altına ve üstüne yığılıyordu.
Aşağıda olanlar nefessizlikten boğuluyorlardı; yukardakiler ne oturabiliyorlardı,
ne de kalkabiliyorlardı. Ve ayaklarında zencir olmadığı için, Brassavil'e kadar 15-20
gün
süren yolculuk esnasında Sari, Sangu, Kongo nehirlerine her gün iki üç insan kendini
atıyordu.
Mavna yolunda ilerliyordu. Düşenlerin hepsini toplıyamazsın ya!...
Kıyıdan gidildiği zamanlar ağaç dalları en yukarda bulunanları nehre yuvarlıyor... Hiçbir
çatı yok. 15 gün yuvarlak güvertenin üstünde. Güneşin altında. Yağmurun altında. Ocak
odunla yakıldığı için, uçuşan küçük kıvılcımlar zencilerin derilerinde yanıklar yapıyor.
İşte nihayet Brassavil... Üç yüz kişiden ancak iki yüz altmışı, bazen de iki yüz ellisi
gelebilmiştir.
....Gelenler sürüye sokuluyor. Yaya yolculuk başlıyacaktır. İlk önce, en sağlam
olanlar seçiliyor.
....Ve sürü, balta görmemiş ormanlardan yürüyerek, bataklıklar geçerek, dehşetli
Mayombe ormanına doğru ilerliyor.
....Bu korkunç bir manzaradır. 10 kilometreye uzanan insan sürüsü, boğumlarını
kımıldatmaya mecali olmayan uzun, yaralı bir yılana benzer. Biyalılar düşer, Zindeliler
ayaklarını zorlukla sürükleyebilirler ve kırbacın düğümü onları kovalar.
Ben demiryollarının nasıl yapıldığını görmüşümdür. İş yerinde birçok aletler
vardır.
Fakat burada zencilerden başka hiçbir şey yok....
....300 kilogram ağırlığında çimento fıçılarını nakletmek için, Batilon Şirketi, bir
sırık ve iki zenciden başka hiçbir vasıtaya lüzum görmemiş.
Irgatbaşıların ezdiği bitkin, yorgun, yaralı, sıska zenciler yığınlarla
ölüyorlar. ....Bu muazzam bir zenci imhası hareketiydi.
Batilon Şirketi'ne verilen sekiz bin insan, az bir zaman içinde beş bin, sonra
dört bin, daha sonra iki bine indi.
Ölenlerin yerini doldurmak için yeni devşirmeler yapılıyordu.
Zenciler ormanlara, Çat kıyılarına, Belçika Kongosu'na, Angola'ya kaçıyorlar.
Eskiden insanların yaşadıkları yerlerde, bizim müteahhitlerimiz şimdi yalnız
şempanzeleri
buluyorlar..... »
Benerci durdu ve,
— Somadeva, dedi, biliyor musun, bu kitabı yazan Alber Londr kimdir?
- Hayır, tahmin ediyorum. Onda dehşetli bir iş adamı kafası var. Zencilerin
mahvoluşuna, körü körüne baltalanan bir ormanın mahvolması gibi acıyan bir adam.
Anlıyorum ki, o,
Afrika'ya makina istiyor. Zenciyi ölümden kurtarmak için değil. Zenciyi daha semereli,
daha
uzun zaman, daha dayanıklı işlettikten sonra öldürmek için. Fransız emperyalizminin
acı söyleyen, dehşetli bir gazetecisi şu Alber Londr.. Öyle değil mi?
— Öyle.. İstersen sana kitapları bırakırım. Öteki kitap Jorj Lefevr'in «Kauçuğun
Epopesi».
Amerika otomobil fabrikalarına dair fasılları şayanı hayret. Bu Lefevr kadar
köpoğlulukta
mahir bir adam görmedim. İnsanların, kocaman bir makinanın basit vidaları haline
gelmesinde
bile şiir bulan bir adam. Kitabı okur anlarsın. Lambayı söndüreyim mi? Haftaya
gelirim yine.
Dört gün sonra yapılacak mitingin sonu neye varacak? Böyle hasta olmasaydın. Kuvvetli
söz
söyliyen, amma bıçak gibi söz söyliyen bir arkadaşa öyle ihtiyacımız var ki. Neyse.
Ben gidiyorum. Kendine iyi bak...
Ben kendime iyi bakıyorum. Üzülme! Git. Lambayı söndür.
Benerci lambayı söndürdü. Ve sanki lambayı söndürür söndürmez, Somadeva hemen
uyuyuvermişmiş gibi, ayaklarının ucuna basarak odadan çıktı.
Merdivenin sahanlığında, nine Benerci'yi kolundan tuttu:
— Ölecek, dedi. Belki, ölümün gelmesini beklemeden kendi kendini öldürecek.
Benim oğlum da, kafasını İngilizler sopayla parçaladıktan sonra, o duvarın
dibindeki yatakta
ölmüştü. Bu da, o duvarın dibindeki yatakta ölecek. Belki de kendi kendini öldürecek.
Çok ağrı çekiyor. Sana göstermiyor amma, siz hepiniz öyle ağrı çekseydiniz çoktan
ölürdünüz.
— Kendini öldüreceğini nerden biliyorsun? Sana bir şey söyledi mi?
— Bana bir şey söylemedi. Bana o yalnız iyi şeyler söyler. Kendini öldüreceğini
yalnız kendine
söyledi gibi geliyor bana. Bunu, belki kendine bile apaçık söylememiştir. Belki de
söylemiştir.
Dün, ben evde yokken, sokağa çıkmış... Yatağının altına bir çıkın korken gördüm.
Çıkında ne vardı, bilmiyorum. Sokaktan bir şey alıp getirdi.
Benerci, birdenbire geri dönüp Somadeva'dan sormak istedi. Sonra vazgeçti.
— Sen onu yalnız bırakma, nine, ben iki üç gün sonra gelirim.
Benerci sokağa fırladı.
Yürüdü.. Yürüdü...
Bir köşebaşında Roy Dranat'la karşılaştılar.
Havagazı fenerinin altında durdular. Roy Dranat sarhoştu. Benerci'nin ellerini tuttu:
— Benerci, belki siz haklısınız, dedi. Belki haklısınız. Fakat, ben «dünyayı düzeltecek
ben mi kaldım»a kadar düştüm. Mümkündür ki, «beş parmak bir olmaz»a kadar da
alçalayım. Amma, bana öyle geliyor ki, sizin hakkınız var. Allahaısmarladık Benerci.
Ben bu tarafa
sapıp
yoluma gidiyorum, sen de yoluna git..
Roy Dranat, Benerci'nin ellerini bıraktı. Şapkasını çıkardı. Yerlere kadar eğilerek
Benerci'yi selamladı:
— Belki, siz haklısınız.......
Sallanarak uzaklaştı..