Gönderi

Bütün Yönleriyle Kürt Meselesi...
ZENDPRESS – İslâm’ın İlâhi nizâm ve dolayısıyla ebedî bir nizâm olduğu, üstelik Cihanşümûl bir özellik taşıdığı ileri sürülüyor. Ama bir de olaylara bakıldığında, İslâmiyet’in ilk dönemlerinde (Asr-ı Saadet denilen Hazret-i Muhammed dönemi) bile kavmiyetçiliğin bir çeşidi veya evveli olan esbetçilik (Kabilecilik-aşiretçilik)i bile önleyemediği, daha sonraki dönemlerde, özellikle Emevî devrinden başlayarak, adım adım kavmiyetçilik karşısında gerilediği, neredeyse İslâmî özün kavmiyetçi biçim ve özlerle karıştığı görülüyor. 19. ve 20. yüzyılda ise İslâmiyet, kavmiyetçilik karşısında büyük bir gerileme gösterdi. Osmanlı gibi bir toplumda, Arap, Kürt, Ermeni, Türk, Çerkes, Arnavut unsurları ön plâna çıktı. Bunun anlamı nedir?.. Bugün bile İslâmiyet, bir İran kavmi niteliği veya Arap kavmi niteliğini aşamıyor?.. SALİH MİRZABEYOĞLU – İslâm İlâhî bir nizâm olduğuna göre, “üstelik Cihanşümûl bir özellik” eki gereksiz; “üstelik” mânâsız… Bahsedilen özellikleri “taşıdığı ileri sürülüyor” diyorsunuz… Yerinizi belirtmek için soruya soruyla karşılık vereyim: Siz buna katılmıyor musunuz? Her şeyden önce, eşya ve hâdiselerin her ân yeniliği içinde gelişen veya değişen insan faaliyetinin ürünü fikir ve sistemle, “Mutlak Fikir” arasındaki farkı dikkate almak ve “Bütün Fikrin Gerekliliği” hakikatinin idrak edilmesi lâzım… Aynı çerçeve içinde, “Mutlak Fikir” olduğuna inanılsın veya inanılmasın, “Mutlak Fikir” iddiasındaki bir fikre yaklaşabilmek için gerekli fikrî meseleler ve ölçülendirmelerin ne olduğunun bilinmesi lâzım… Bunları bin bir yönden ve bin bir kere kitaplar boyu izâh ettiğim için, hem lüzûm ve hem imkân bakımından burada ifâde şartlarından uzağım… Şunu da ilâve edeyim: Muhatabını, onun söylediği mânâda anlamadan, yâni ne dediğini bilmeden yapılan bir eleştiri, yanlıştır… Bu dava, “Asr-ı Saadet devri” için söyledikleriniz hususunda da geçerli; “sahâbe”nin rolü ve mânâsı hakkında hiçbir ölçü ve ölçülendirme sahibi olmadan o dönemden bahis, uçma müşterekliğinden dolayı kartalın vasıflarını sineğin özellikleri ile açıklama gibi bir yanlışa varır… Meseleye her fikir için geçerli bir başka yönden de bakalım: Doktorun, hastanın ihtiyacına karşılık olması gibi, insan ve toplum meselelerinin hâlli iddiasındaki bir sistem de, insan ve toplum meselelerinin hâlli ihtiyacına bir cevab teşkil eder… Dikkat edilsin: Meselelerin hâlli ihtiyacı… Bu ihtiyaç, mihrakında insan bulunan geniş mânâda hayatın tezahürlerinden doğuyor… Zaten, ihtiyaçlar arazdır ve araz olmasa hayat yürümez, donar… Neticede bu iş, son tecritte “her şey zıddıyla kaimdir” hakikatine çıkar… Ve bir daha tekrara lüzum kalmasın diye, yine sorunuzla ilgili olarak şu ölçülendirmeyi söyleyeyim: Bir sistemin uygulamaya geçirilişinde, şüphesiz o sistem adına yapılan yanlış uygulama, o sistemin yanlışlığını ortaya koymaz… Ancak, hayatın çok yönlülüğü yüzünden, pratik sistemin dışında görüntüler vermesi ve yeni tatbik ve tecrübe neticeleriyle değişen bilgi ile, sonuçta sağlanacağı söylenen yapının gerçekleşebilir olmadığı gösterilebilir; çağımızda yaygın uygulama alanı bulan beşerî sistemlerin yanlışlıkları da, sistem adına yapılan yanlış uygulamadan değil, sınırlı tetkik ve tecrübe neticelerinden elde edilen bilgilerle kurulmuş düşünce sistemleriyle “mutlak prensipler”in elde edilemeyişinden ileri gelmektedir… Bu ölçülendirmeye nisbetle, tenkit İslâm'a mı, yoksa uygulanışına mı; bunun belirtilmesi gerekir… İslâm’ın kavmiyetçilik karşısında gerilemesi meselesine gelince… Çok genel bir hükümle, hem ayrı ayrı ele alınması gereken devirler hakkında tarihî bir çarpıtma söz konusu, hem de bu mevzuda Büyük Doğu’nun tarih muhasebesi bilinmediği için, bizzat İslâm’ın suçlanması… Önce şuna dikkat çekeyim: “Emevi devrinden başlayarak” diyorsunuz ama, bir sürü milleti içinde barındıran Osmanlı Devletini unutuyorsunuz… Ne isminde, ne idare yapısında -ki Osmanlı’nın sonuna kadar bütün İslâm devletlerinin umumî çizgisi budur- kavim davası yoktur… 19. ve 20. yüzyıldaki perişanlığa gelince, şöyle bir misâl vereyim: Toprak, su ve havayı bir fikir terkibinin unsurları farz edersek, baba varlık ve bolluk içinde yaşamışken, aynı unsur şartlarına malik oğlu yoksulluk ve züğürtlüğe düşmüş… Bu neyi gösterir?.. Oğulun ahmaklığını, istidatsızlığını, tembelliğini vesaire… Sanıyorum “bunun anlamı” ortaya çıktı… “Bugün bile İslâmiyet, bir İran kavmi niteliğini yahut Arap kavmi niteliğini aşamıyor” şeklindeki ifâdenize gelince, bunu çok baştan savma karşıladığımı belirtmeliyim: Her şeyden önce “bugün bile” ne demek?.. Bugün İslâmî tatbikin tekâmülünde bir zirve değil ki!.. Yemyeşil bir ağacın kuruma safhalarından geçtikten sonra oduna dönmüş hâline bakıp, sanki bu bir tekâmül imiş gibi, “bugün bile yeşil değil” dercesine!.. Üstelik, hırdavatçı dükkânının üstüne “eczahâne” levhası asmakla nasıl içindeki malzeme değişmezse, bugün “İslâma muhatab anlayış”ın sistemini ifâde eder bir devlet yok ki; zaten İslâmiyet’in bir İran ve Arab kavmi niteliğini taşıdığını söylerken, bunu farkında olmadan siz belirtmiş oluyorsunuz… Eğer sözünüz bir fikir kastı ile söylenmiş ise, sözü daha fazla uzatmadan kendimi örnek vereyim: “İslâma Muhatab Anlayış” ın dünya görüşüne mensub ben varım karşınızda… Biz, Büyük Doğu-İbda olarak, kuru odun cinsi oluşumların sahiblenicisi ve avukatı değil, o oluşumların, kendi fikir ve aksiyon imkânımız bakımından muhasebecisiyiz!..
·
34 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.