Gönderi

Bütün Yönleriyle Kürt Meselesi...
ZENDPRESS – Geçmişte solcu ve sosyalistler “Türkiye halkları” veya “Kürt halkı” deyimi için uzun mücadele verip, acı çektiler. Yolu açtılar. İslâmî kesim o dönemde sadece inkârcı değil, aynı zamanda solculara karşı aktif güçtü. Bugün ise Kürt meselesi mevzuunda İslâmî kesim yazıp çiziyor. Nasıl samimi olunur?.. Üstelik İran örneği de ortada. Çünkü İran, Kürtlere bir şey vermedi?.. Kavmiyetçiliği çözemedi. Aslında hiçbir modern İslâmî devlet kavmiyetçiliği çözmüş değil. Meselâ, ne Pakistan, ne Sudan?.. SALİH MİRZABEYOĞLU – Geçmişten bahsederken, ne kadar geçmiş?.. Bu dava, 10 senenin veya 20 senenin işi değil ki!.. Üstelik “solun açtığı yol” dan bahsederken, bizim gözümüzde oynadığı kobay rolünü ve asfalt yol açmakta olanlara “keçi yolu” sahiplerinin bir şey diyemeyeceğini göz önünde tutmak gerek!.. Bu umumî hükümden sonra, değişik yönlerden sorunuzu ele alalım… İlk başta, istemediğim hâlde, mecbur kaldığım için işin kendi şahsıma ait yönünü belirteceğim: Hoybin cemiyetinden bahsettiğimden, bunu geçiyorum… Söz konusu etmek istediğim, Kürt şövenistlerin başucu eserlerinden, Kürt şairi Ciğerhun’un yazdığı “Şer Şere Cı Mere-Cı Ne’re; Aslan Aslandır, Ha erkek Ha dişi” isimli destan, Musa Bey’in kız kardeşi Gülnaz Hanım için yazılmıştır… Musa Bey, dedem İzzet Bey’in babası… Kemalist bakışın tasvibi içinde ve Mustafa Kemâl, İsmet İnönü, Celâl Bayar, Cemâl Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk ve Kenan Evren’in sözlerinden iktibaslarla süslü bir ön girişle sunulan “Doğu İlleri ve Varto Tarihi” isimli M. Şerif Fırat’ın eserinin son baskısından: “14 Şubat 1341-1925 tarihinde başlayan Şeyh Said isyanı adındaki bu irticaî hareket, 15 Mayıs 1925 günü sona ermiş, Zaza ve Kormanço şubesine bağlı bütün aşiret şeyh ve ağalarının idamları, Babakürdî şubesine mensub aşiretler üzerinde derin tesirler meydana getirmiş, bunlar da isyana hazırlanmak için bölgelerinde bazı çeteler teşkil etmişlerdi. Bunlardan ilk önce Muş dağlarında oturan Huytu aşiret reisi Hacı Musa’nın kardeşi Nuh Bey elli atlı ile meydana çıkmış, Muş dağlarında bulunan Şigo, Huytu aşiretlerini harekete geçirmişti. Osman Paşa bu hareketi bastırmak için 19 Haziran 1925’de Varto’da Binbaşı Tahsin beyi mevki kumandanı bırakarak kendisi fırkasıyla Muş vilâyet merkezine gitmiş, 34. Alay Komutanı Talât Beyle-Birinci Tabur Komutanı Binbaşı Ziyâ Bey taburunu, asilerin üzerine tahrik etmiş, askerî birliklerimizi bu dağlardaki kabile başlarını hükümete dehalete getirmiş, Nuh Bey’le Hacı Musa oğlu İzzet Bey’i yüz atlı ile Sason üzerinden Hizan ve Garzan kazalarına doğru kaçırmışlardı. Nuh ve İzzet, Hizan, Garzan, Beşirî, Sason havalisinde gezerek, buradaki aşiret ağa ve şeyhlerine hükümetin kendilerini keseceğini ileri sürmüş, buna misâl olarak Şeyh Said’le arkadaşlarının asılmasını göstererek cahil halkı kandırıp ikinci bir isyan çıkarmaya muvaffak olmuşlardı (…) İkinci isyan faslı da bu suretle sona erdikten sonra, askerî kıtalar 1925 Eylül ayında garnizonlarına dönerek, Doğu illerinde kalan Şakî çeteleriyle Nuh ve İzzet’in takibine seyyar jandarma birlikleri çıkarılmıştı.” Neticede 25 Mart 1926’da, İzzet Bey, yeğeni ve bir adamı, Kösor dağlarındaki çatışmada öldürülür ve başları kesilerek Muş’a getirilir… Gülnaz Hanım’a psikolojik zulüm yapmak maksadıyla, kesik başlar jandarma karakolunda yere dizilir ve “tanıyor musun?” hikâyesiyle davet edilir… Gülnaz Hanım vakur bir edâda içeri girer, ellerinin tersi belinde, kesik başlara yaklaşır… Ayağıyla İzzet Bey’in kafasını iter: “Bu benim kardeşimin oğludur!”… Sonra ikinci kesik kafayı ayağıyla iter: “Bu da benim oğlumdur!”… Üçüncü kesik kafaya gelince, mahzun bir şekilde mırıldanır: “Buna yazık olmuş, hizmetkâr-askerdi!”… Ve başta kumandanları olmak üzere orada bulunanlara çalımla döner: “Erkek, koç gibi bıçağa gelmek içindir!” der… Ve oradakilerin buz tutmuş sükûtu içinde, aynı vakur ve çalımlı edâ ile çıkar gider… İşte Kürt şairi Ciğerhun’un destanlaştırdığı tablo budur… Dedem İzzet Bey’den bahsetmem, Kürt meselesini şövenist bir temelde solcu bir edâ ile takdim garabetine dikkat çekmek, kimi yerde “ümmet” karşısında bir kavim davası gibi ele alıcı, kimi yerde resmî ideoloji ile paralel göstermek, kimi yerde “Kürt meselesi”ni solun tekelinde sunmak yanlışını işaret içindir… Ve bilhassa şu dava: Fikir haysiyeti adına, hiçbir şöven küçüklüğüne yer vermeden konuşmam, ayrıca kıymet ifâde etse gerek, samimiyet ifâde etse gerek… Gelelim geçmişte solcu ve sosyalistlerin “Türkiye halkları” veya “Kürt halkı” deyimi için uzun mücadele verip acı çekmelerine ve yolu açmalarına: Her şeyden önce bilmek gerekir ki, “Türkiye halkları” ile “Kürt Halkı” nitelemesi birbirinden ayrıdır… Birinde “Türkiye”, yâni Türklere âit mekândaki halklar söz konusudur, diğerinde ise halk olduğuna ve halka âit olduğuna göre “Kürdistan”… Arada hem coğrafî, hem de idarî-siyasî bir niteleme farkı var… Geçmişteki İslâm devletlerine âit bir inceliği de bu vesileyle belirteyim: İçinde değişik kavim özellikleri bulunan devletlerin hiçbirinde, “ümmet” anlayışından dolayı kavmi öne çıkarıcı bir isim yoktur… Emevîler, Abbasîler, Eyyubîler, Selçukîler, Osmanlılar vesaire… Ve bizim fikrimizin tecelli plânı olarak seçtiğimiz mekân ismi, aynı zamanda insan mekânını da ifâdelendirici şekilde, “Anadoluculuk”tur; bu asıl üzerinde, Lâzistan da yerini bulur, Kürdistan da… Halkların kardeşliği mi?.. Müslüman olan Rum Beyi Mihâl Gazi, Osmanlılar’daki akıncı teşkilâtının kurucusu bir yiğit adamdır ve akıncılar 300 sene boyunca bu aileden gelenlerce yürütülmüştür… Buna mukabil, Sovyetler Birliği’nde din yasaklanınca, kavim duygusunun öne çıkışından bahseden de, bir kaç sene önce Türkiye’ye gelmiş olan bir Sovyet Türkologudur; nitekim Osmanlılar’da da, din duygusu pörsüdükçe kavmiyetçilik azmıştır… Gelelim başka bir meseleye: “Ümmet” kavramından bahsederken, bunun gûya İslâmî fikirden haberdarmış gibi bir dekor ve aksesuar olarak kullanılışından bahsetmiştim… Ümmet, “cemaat, kavim, din birliği olan insan topluluğu” mânâlarına gelir… Şayet kavramların birbirini destekleyen verilerin billûrlaşması olduğunu dikkate alırsanız, bu kavramlar Müslümanların keyfiyetini doldurduğu kelimelerdir… Bu mânâlar çerçevesinde, bizim “halk”tan bahsetmemizle solun “halk”tan bahsetmesi arasında bir keyfiyet farkı var; bu keyfiyet farkı, aynı zamanda fikir kıymetini de gösteriyor… Halkların kardeşliği; neye göre, kime göre?.. 1400 sene önce, “Müslümanlar kardeştir!” demiş ölçümüz; sol neyin nesi… Biz zaten pratikte de çökmüş, fikir plânında ise 40-50 sene önce çökmüş sol düşünceyi tasvip etmiyoruz ki, onun açtığı yola sahib çıkalım… Ve çektiği acının bizimle alâkası olsun; yâni, ister Müslümanlar diye alınsın, ister Kürt Müslümanlar… Acı çeken, acı çekmeyen hikâyesi, solun kendi içinde aransın; acı çeken solcularla, araziye uyan solucan karakterli solcular, ayrıca solculuk adına tutunduğu 40 dal da kırıldıktan sonra can havliyle Kürtçülük davasına atlayarak solculuk oynayan solcular… Devam etmek zorundayım: Bugün hâlâ Kemalizm’in davulculuğunu yapan solculardan ne haber… Kemalist rejimin Türk ve Kürt Müslümanlara karşı yürüttüğü katliamları ve her türlü zulmü “gericiliğin ezilmesi” diye karşılayanlar neredeler?.. Kürt Müslümanlara yapılan zulmü “gericiliğin ezilmesi” diye karşılayıp, “Bağımsız Türkiye!” sloganları atan zamane Kürdistan solcuları kimlerdir?.. Mustafa Kemâl’i “devrimin birinci basamağını gerçekleştirdi” diye kalpaklı resimleriyle sloganlı poster yapan Dev-Genç dönemini, yaşı müsait olanlar, olmayanlara anlatsın… O posterleri yırtıp, “gericiler Atatürk posterlerini yırtıyor!” diye atılan naraları… Bizzat şahit olduğum hâdise: İstanbul Üniversitesi’ndeki Atatürk heykeline, sabah 5’te dinamit asıp ateşlediler, kaçtılar… O gün imtihanım olduğu için, gece Eskişehir’den otobüse binmiş, o erken saatte okula gelmiş, Hukuk Fakültesi talebesi solcuları bahsettiğim hâdise üzerinde görmüştüm… Dinamiti ateşleyip kaçtılar, fakat dinamit patlamadı… İmtihandan çıktıktan sonra, Atatürk heykelinin önünde kalabalığı gördüm; Deniz Gezmiş başta olmak üzere, gericiliği tel’in eden nutuklar atılıyor… Ve sonra Bayezid Meydanı’na yürüyüş… Ve komik bir hâdise: Oradan geçmekte olan bir Albay’ı omuzlarına aldılar ve “ordu-gençlik elele, kahrolsun gericilik!” sloganları… Adam, yüzü pembecik olmuş, memnun mesut, omuzlar üzerinde asker selâmı veriyor, bu şekilde taşınıyor… Her neyse: Gericiler karşısında, ilericilerle-biraz daha ilericilerin flörtü ilerleyen zaman içinde fiyaskoya dönünce olanlar oldu… “Doğu Devrimci Kültür Ocakları”nın da, sonradan Dev-Genç’ten ayrılanlarca kurulduğunu hatırlatayım… “Sol kesim”den, Cumhuriyet Gazetesi’nin solcularının acıları(!) da, “acı çeken sol” genellemenize dahil mi?.. Netice olarak: Kronolojik tarih açısından, Kürt şövenizmi, hem genel olarak solun ve hem de Kürt solunun önünde… Müslümanlar ve Kürt Müslümanlar da, şövenist Kürtlerden önce… Kürt şövenistleri, Türk şövenistleri, Kemâlistler, Türk solcuları ve Kürt solcuları “ümmetçilik”e karşı ya; “halkların kardeşliği”nden bahsederken, diyelim ki İslâm’a karşı olduğun için “ümmetçilik”e karşısın… Yâni, sol kardeşlik değil de, İslâmcı kardeşlik olduğu için… Nitekim bir kısım solcular, yamuk bir Türkçe ile, “ümmet bilincinden ulusal bilinç düzeyine erişildi!” diye Kemalizm’i alkışlarlar… Yahu sen milliyetçi misin ki, İslâmî bir fikirde de olsa “halkların kardeşliği”nin “ulusal bilinç”ten sana daha yakın olduğunu anlamıyor ve reddediyorsun, “ulusal bilinci” şakşaklıyorsun?.. “Marsist Kürtçü” gibi, -lâfazanlıklar bir yana, işin aslında milliyetçilik yatmaktadır-, birbirine aykırı iki unsuru çorba ederek, yeri gelince şöven, yeri gelince solcu edâyla, ya ümmetçiliğe karşı çıkmak veya ümmetçileri şövenist Kürt dışı kavimlerle özleştirmek?.. Sanıyorum anlaşıldı: Kemalist rejimin tarihi boyunca acı çeken Müslümanlara sırıtıp zulmü alkışlayanların, Müslümanlara bu mevzuda söyleyebileceği bir şey yoktur… Temas ettiğim meselelerden de anlaşılacağı üzere, “yolu sol açtı” hükmü yanlıştır… İslâm’ın sol karşısında aktif güç olması, solun İslâm karşısında aktif güç olmasından farklı değildir ve bu mevzu bir haklılık-haksızlık davası şeklinde alınmayıp, her kesimin siyasî çizgisindeki doğruluk veya yanlışlık olarak ele alınmayı gerektirir… “Bugün ise Kürt meselesi hakkında İslâmî kesim yazıp çiziyor” ifâdenize gelince; hem meselenin kimsenin tekelinde olamayacağı ve herkesin fikir sunucu olması bakımından, hem de Müslümanları bir nevî “dışardan gazel okuma” gibi bir duruma düşürüp işi sola yontmak bakımından, sakat… “Nasıl samimi olunur?” suâliniz ise mecburen şu cevabı davet ediyor: Biz, samimiyeti tescil edilme durumunda değil de, samimiyeti tescil makamındayız… İran örneği, daha önce belirtilmiş ifâdelerde de var; fakat sıkça başvurulan bir hileye bu örnek vesilesiyle değinebilirim… Muhatabla konuşurken verilen örnek, muhatabı temsil eder mi, yoksa ondan farklı ve aykırı mı, buna dikkat etmek lâzım… İslâm adına ben şöyle bir dünya görüşüne bağlıyım, İran ise apayrı; sizin durumunuz, bana İran’ı sormak olabilir, İslâm'ı buradan ve oradan dinleyerek gerçek temsil plânında kimin olduğu şeklinde bir hüküm sahibi olmak olabilir, ama söylediklerime nisbetle söyleyeceğini söyleme yerine küfeyi sırtından atar gibi mesuliyeti bana âit olmayan bir örnekle işi sağırlığa vurmak ve kaytarmak olmaz… Çok karşılaştığım bir durum: “Gerçek bir fikir adamı olduğunu biliyorum, fikirlerine katılıyorum ama, İran?” Madem ki katılıyorsun, o hâlde katıldığın taraftan İran’a bak!.. Küfür adına, İran veya bir takım keleş görüntüleri İslâm bu diye takdim sahtekârlığı yerine, bizzat İslâm adına İran veya o keleş görüntüleri eleştir… Meselâ biz İbda olarak, hiçbir zaman Marksizm’i Türk veya Kürt göstermelik örnekleriyle eleştirmedik; bu husus eserlerimizde mevcuttur… Komünizm’in çöküşünü de Sovyetler Birliği gibi bir örnekle bile değil de, kendi fikrî yapısında eleştirip, pratikteki tezahürler ne olursa olsun, “zaten temel sakat” esasında işaretledik… İran?.. Her şeyden önce İran, İslâm’dan sapan sapık kollar cümlesinden olarak Şiîdir… Ve Şiîliği, Zerdüştlüğü kendi aslîliği içine alarak İran şövenizminin kisvesi niteliğindedir… Ve İran’ın en büyük zulmü, oradaki Sünnî Müslümanlaradır… Azerî, Kürt veya İran’lı Sünnî müslümanlara… Daha önce de belirttim: Hırdavatçı dükkânının üstüne “eczahâne” tabelâsı asmakla orası “eczahâne” olmaz… İran’ın “Müslüman devlet”liği bu kadar!.. “İran Kürtlere bir şey vermedi!” derken, verilmesi gereken şeylerden neyi kastettiğinizi anlamak isterdim… Unutmadan, sizin örneklemenize benzer bir örnekleme yapayım: Sol, nerede halkına ne verdi ve halkların kardeşliğini sağladı ki, “Türkiye halkları” ve “Kürt halkı” ifâdesinin yararı olsun?.. Hele Sovyetler sapır sapır dökülmüş, hem de en kâmil bir örnek iken!.. Gelelim son davaya: “Aslında hiçbir modern İslâm devleti kavmiyetçiliği çözmüş değil!” ifâdeniz, birkaç bakımdan çelişkili… Modern İslâm devletlerinin kavmiyetçiliği çözememiş olmasından bahis, zımnen daha önceki İslâm devletlerinin bu işi çözmüş olduğunu belirtiyor ki, doğrusu budur; bu doğru, daha önceki sorularınızda “tarih boyunca İslâm’ın kavmiyetçiliği çözemediği” şeklindeki sözlerinizin eğriliğini de gösteriyor… Öte yandan, “modern” kavramının uyandırdığı “tekâmül” imajına nazaran, verdiğiniz örnekler İslâm’ın çöküntü ve döküntü devrinin mahsulleridir ki, “modern”lik nitelemesi uygun değildir!..
·
145 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.