Gönderi

104 syf.
8/10 puan verdi
·
Liked
·
Read in 19 hours
Dikkat! Spoiler içermektedir! İnsanın kaçınılmaz olarak hangi hataları işlediği ve varoluşun dayanılmaz “saçmalığı” üstüne yazmış Camus. Bu yüzden, kitabın bir çok tanıtım ve yorumunda “modern insanın iki yüzlülüğü” olarak gösterilen temasının gerçeği pek yansıtmadığını düşünüyorum. Bu daha ziyade var olmanın, insan olma halinin doğal olarak getirdiği ahlaksızlığa karşı Camus’un bir isyan ve itirafı. Burada modern insana yapılan esas vurgu, bu “düşmüş olma” durumuyla tarihsel olarak başa çıkma metotları artık geçerliliğini yitirdiği için modern insanın çıkmaza sürüklenmesidir. Ahlaki düşkünlüğün günümüz insanına has olduğunu düşünmek çok iddialı olurdu. Camus burada tespitlerini kendi toplumunu merkeze alarak yaptığı için, batı toplumunun düşünce sisteminden ve artık kemikleşmiş algılarından çok besleniyor. Örneğin, hristiyan dünyanın günah ve kefaret düşüncesi kitapta büyük bir yer tutuyor. Hristiyanlık tarihindeki bazı olayların kitabın anlatıcısı Jean-Baptiste tarafından yorumlandığını ve onun düşüncesinin bu örnekler üzerinden verildiğini hesaba katarak, kitabı tam olarak anlayabilmek için hristiyan teolojisinden bir miktar haberdar olmak gerekiyor. “Jean-Baptiste Clamence” tesadüfen seçilmiş bir isim değil. Anlatıcının kendisine bu ismi sonradan taktığını biliyoruz. “Jean-Baptiste”, yani “Vaftizci Yahya”. Bu peygamber, İsa’nın gelişinin yakın olduğunu müjdeleyen ve insanları tekrar Allah’a döndürmek için onları Şeria ırmağında vaftiz eden kişidir. İncil’de bir çok yerde, Kur’an’da da Al-i İmran ve Meryem surelerinde bahsi geçer. Clamence de yeni seçtiği mesleğinde tam olarak onun vaftiz görevini yerine getiriyor: Mexico City Şeria ırmağına, yolu oraya düşen yabancılar da Yahya’ya vaftiz olmaya gelen İsrailliler’e dönüşüyor. Elbette bizim çağdaş Yahya’mızın bu işi icra etme sebebi de, kullandığı yöntem de farklıdır. Clamence icra ettiği bu meslek ya da hobisi için “juge-penitent” tabirini kullanıyor. Bu bir ikili isim ve “yargıç-itirafçı” zıtlığını ifade ediyor. Türkçe’ye “itirafçı-yargıç” diye çevrilebilir. Ben kitabı Can Yayınları’ndan okudum. Çevirmen Hüseyin Demirhan bu ifadeyi “cezaevi yargıcı” olarak çevirmeyi tercih etmiş. Bu niteleme hem doğru değil, hem de okuyan kişinin daha birinci bölümde verilen bu ifade sayesinde takip eden bölümleri daha kolay anlamasını zorlaştırıyor. Açıkçası kitabın sonuna kadar bu "cezaevi yargıcı" ifadesini anlatılanlara uyuşturamadım. Ardından kitabın İngilizce çevirisi ve Fransızca orijinaline bakınca ifadenin yukarıdaki aslını gördüm ve ifade Clamence'in aktardıklarıyla tam olarak örtüştü. Clamence insanın ancak kendisini yargıladıktan sonra başkalarını yargılama hakkını elde edebileceğini iddia ediyor. Dolayısıyla bizim vaftizcimiz kendi günahlarını itiraf ederek başkalarının da kendi günahlarının farkına varmalarını sağlıyor. Kitaba adını veren düşüş teması en az üç düzlemde karşımıza çıkıyor. İlki fiziksel düzlemde gerçekleşen, Clamence’in bir kadının bir köprüden Seine nehrine düşmesini hatırladığı anıdır. Bu düşüş önemlidir zira Clamence’in durdurulamaz zihinsel düşüşünü başlatan olay budur. Camus burada iki farklı düzlemdeki düşüşü çok zekice birbirine bağlamıştır. Peki Clamence’in zihinsel düşüşü nedir? En başta hiçbir eksiği olmayan, her yerde sevilen, paralı, bol arkadaşlı, bol sevgilili, hayatın kendisine torpil geçtiği, son derece yardımsever, adalet ve özgürlük tutkunu bir adamken, bir gün Seine nehrine düşen bir kadının çığlıklarını duyar. Karanlıktır, nehirden çığlıklar gelmeye devam etmektedir. fakat Clamence suya atlamaz, korkar, istemez. Kadının çok uzakta olduğu, artın onun için çok geç olduğu bahanelerini tekrarlar kendine. bu olayı unutur tabi ama yıllar sonra yine bir köprü üzerinde duyduğu ve sudan geldiğini düşündüğü bir kahkaha ile yavaş yavaş yeniden hatırlamaya başlar. sonrasında da bu olay onda bir saplantı halini alır. bu süreçte neden kadını kurtarmayı denememiş olduğunu sürekli sorgular ve vardığı sonuç kendi güdülerine ait keskin bir farkındalık olur: bugüne kadar kusursuz ve üstün olduğunu düşündüğü karakteri, kendisinin de tehlikeye düşebileceğini hissettiği karanlıkta nehre atlama durumu karşısında son derece bencilce davranmıştır. Bu acı farkındalıkla diğer davranışlarına da eleştirel bir gözle bakan Clamence her davranışının arkasındaki bencil güdüyü keşfetmekte gecikmez. İşte Clamence’in düşüşü böyle başlar. Zaman içinde de ölümlülük düşüncesiyle hızlanarak sürer. Bu düşüş temasını da doğrudan üçüncü düzleme taşıyabiliriz: cennetten düşüş. Bu hikayeyi bilmeyen yoktur. Adem ve Havva cennetlerinde saf bir varoluşla yaşarken günahı bilmezler. Çıplak dolaşırlar ve bunun farkında değildirler. İyiyle kötüyü bilme ağacının meyvesini yediklerinde ise ilk günahı işlemiş olurlar. Çıplaklıklarının farkına varır ve hem birbirlerinden hem de Allah’tan utanırlar. Allah bu günah üzerine onları cennetten kovar ve Adem ile Havva’nın yeryüzüne cennetten “düşüş”leri gerçekleşmiş olur. Bu hikaye ile Clamence’in düşüşü paraleldir. Adeta cennette gibi bir hayat süren Clamence davranışlarının ardındaki gerçek güdülenmenin farkında değildir ve bu konuda düşünmemektedir. Kadının nehre düşmesi karşısında takındığı tavır zehirli yılan gibi kendisini sokar ve kazandığı iyiyle kötüyü bilme farkındalığı ile içinde yaşadığı sahte cennetten düşüşü başlar. Ne var ki, cennetten düşüş teması romanda sadece Clamence’in düşüşüne bir şablon teşkil etmesi amacıyla değil, aynı zamanda insanoğlunun gerçek durumuna işaret etmek için de örtülü olarak yer alır. İnsanoğlu günahkardır ama burjuvazi bunun farkında değildir. Bu burjuvazinin kendisine bayrak ettiği özgürlük, hümanizm, adalet gibi kavramlar ancak işler yolundayken kutsanmakta, insanlığın yine kendisinin yarattığı kriz durumlarında rafa kaldırılmaktadır. Bu kavramların savunuculuğunu üstlenen batı uygarlığı ne gariptir ki, en aynı zamanda en kanlı savaşları da yaratabilmiştir. İşte bu noktada Clamence kendi günahlarını itiraf etme ihtiyacı hissetmiştir. Ağırlığına dayanamadığı suçlarını anlatarak yaymayı ve bunların kendi üzerinde oluşturduğu baskıyı hafifletmeyi amaçlar. İki bin yıl boyunca din bunun için günah çıkarma ve bu yolla itiraf edenin masumiyetini koruma ibadetini kullanmıştır. Fakat modern bir burjuva olarak, burjuvazinin geri kalanı gibi dinden uzak olduğundan, bu mekanizmayı kullanamaz. Bu sebeple o, modern fakat günah dolu bir peygamber olarak, insanlara itiraf etmeyi seçer. Fakat onlardaki günahkarlığı da bildiğinden kendini onlardan üstün görür. O her şeyin farkındadır, onlar değildir. onları da yargılamak, aynı farkındalık meyvesinden onlara da yedirerek günahına ortak olmalarını ister. Böylece, hem itiraf ederek başkalarının kendisini yargılamalarına imkan vermeden kendisini yargılayacak, hem de başkalarını yargılamasını sağlayacak yöntemi geliştirir ve itirafçı-yargıç olur. Vaftizci Yahya’nın insanları suda günahlarından arındırması gibi, Clamence onları günahlarıyla vaftiz eder. Yargılanma konusunda Clamence o kadar hassastır ki, barda duran ve yine kendisinin mekanın sahibine verdiği bir resmi kaldırtır. Resim, Jan van Eyck’in meşhur ve gerçekten çok güzel tablosu “Het Lam Gods”un 1934’te çalınan sol alt panelinin orijinalidir. Clamence bunu tesadüf eseri bulmuş ve asması için bar sahibine vermiştir. Fakat, çalınan bu parça eserin “Adil Yargıçlar” bölümüdür. Tanrı’nın Kuzusu’nu görmeye gelen at üstünde yargıçlar. Hatta bu yargıçlardan biri son derece ciddi bir tavırla izleyiciye bakmaktadır. Elbette bu Van Eyck’in bilinçli bir tercihidir. Fakat yargılanmaya dayanamayan Clamence resmi her gün barda otururken karşısında görmeye dayanamaz, evine götürür ve bir dolaba saklar. Yargıçları göz önünden kaldırınca yargılanmaktan kurtulacağını düşünür. (Not: resme şuradan bakmanızı tavsiye ederim: en.wikipedia.org/wiki/Ghent_Alta.... Solda en alttaki panelde sizi izleyen yargıcı görebilirsiniz. Bu arada resmin bir diğer adı da “Ghent Altarpiece”dir ve oradaki katedralde yer almaktadır. Ghent şehrinin koruyucu azizi Vaftizci Yahya’dır. Böylece resmin kayıp parçasının bizim Jean-Baptiste’in evinde güven içinde olmasından daha doğal ne olabilir?) Clamence’in yaşadığı bu dünya kimsenin gerçekten masum olmadığı, bu yüzden de esas işlevi masumiyeti korumak olması gereken Allah’ın da mevcudiyetinin geçersiz kılındığı bir dünyadır. Allah’ın olmadığı dünyada da ne Kutsal Ruh ne de o ruhun inebileceği bir baş olabilir. işte bu sebeple Amsterdam’ın tepesindeki güvercinler konacak yer bulamadan gökyüzünde gezinip dururlar. Hristiyanlıkta güvercinlerin Kutsal Ruh’u simgelediğini düşündüğümüzde Clamence’in güvercinlerle ilgili tüm sözleri anlam kazanır. Son olarak, Clamence’in kendisini Allah’a herkesten daha çok ihtiyaç duyan bir ateist olarak gördüğünü de vurgulamak gerekiyor. İnanmaz, bunu çok çocukça bulur ve inanmak için bir gerekçe de göremez. Ama kendisinden daha büyük bir güç fikrinden kopma düşüncesi de son derece korkunçtur. Camus tam anlamıyla Araf’ta kalmış insanı Clamence üzerinden oldukça şiddetli biçimde bize aktarıyor. Bu son derece kısa ama her cümlesi dolu olan kitabı mutlaka bir kaç kez okumak gerekiyor. Okunmadan önce İncillere göz atılmasında fayda var.
Düşüş
DüşüşAlbert Camus · Can Yayınları · 201915.3k okunma
·
31 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.