Gönderi

136 syf.
8/10 puan verdi
·
Liked
·
Read in 3 days
Spoiler içerir. Bu basım gerçekten harika, kitabın Türkçe'ye çevrilme serüveninden tutun, tüm basımlarına Marx ve Engels'in kendi ekledikleri önsözlere kadar her türlü bilgi var. 95 adet not bulunması okumayı biraz yavaşlatıyor (bazı sayfa altlarında da ek notlar var Engels'in kendi notları) ama hem sizi Googleda arama yapmaktan kurtarıyor hem de güvenilir bilgi sağlamış oluyor. Çeviri zaten mükemmel. Kitap Marx ve Engels'in kısa hayat hikayeleri ile başlıyor. Ben bu kitabı okumaya Sofie'nin Dünyası kitabındaki Marx kısmını bitirince başladım (bu kitabı da kesinlikle tavsiye ederim!) ve Marx ile ilgili 2 kitapta da bulunan şu açıklama beni çok etkiledi. "Şimdiye kadar filozoflar yalnızca dünyayı çeşitli biçimlerde açıklamakla yetinmişlerdir, oysa asıl sorun, dünyayı değiştirmektir." Marx'ın mezarındaki 2 alıntıdan birisi. İkisi de Hegel felsefesinden etkilenmiş ve diyalektiğin mantıksal sonucunun komünizm olduğunda anlaşmış. Ama Hegel'e göre ussal olan ayakta kalabilendi. Ve manifestonun yazılışının üzerinden 172 sene geçtiğini ve ayakta kalan sistemlerin büyük çoğunluğunun kapitalist sistemler olduğunu düşünürsek, ussal olanın hangi sistem olduğu konusunda Hegelci bir çıkarımda bulunabiliriz. Ama tabii bu demek olmuyor ki şuan için ussal olan 100 sene sonra için de olacak. Ardından Sunu kısmı var, Manifesto'nun doğuşunu ve zamanla üzerinde yapılan değişiklikler ile yine Hegelci bir yaklaşımla yazıldığı dönemin Avrupası hakkında bilgiler içeriyor. Ve beni yerin dibine sokan bölüm olan Türkçeye çevriliş serüveni. Engels'in kendi yazdığı bir önsözde belirttiğine göre 1887de İstanbulda Ermenice bir çeviri İstabul'daki bir yayınevine elyazması şekliyle verilmiş. Ama adamcağız Marx adını taşıyan bir kitabı basmaya cesaret edemediği için çevirmene kitaba kendi adını koymasını istemiş, çevirmen de bunu kabul etmemiş." Manifesto ilk basıldığında da Marx ve Hegels'in isimleri yoktu, bu kitabın isimsiz basılma ihtimalini neden hesaba katmamışlar merak ettim. Ama burda yine korkakça ve "Bana bir şey olmasın." tarzında bir yaklaşım görüyoruz yayınevi tarafından. Ermeni çevirisinin basılmış olduğu ile ilgili iddialar var ama bir kanıt bulabilen olmamış. Ve asıl hüzünlü kısım, Manifestonun ilk tam çevirisinin, yazılmasının 75inci yılında yapılmış olması. Fransızca, İtalyanca, Lehçe, Almanca, İngilizce ve Rusça basımlarında hep Marx ve Hegels'in o basımlara özel önsözleri var. Bu da ne kadar geriden geldiğimizin bir kanıtı aslında. Şefik Hüsnü, Komunist Beyannamesi'nin başına düştüğü "Birkaç Söz"de şunları demektedir. "Ülkemizde birbirini izleyen kişisel yönetimler, her konuda olduğu gibi düşünce alanında da öteki uluslardan geri kalmamıza neden olmuşlardı." Benim okumuş olduğum çeviri bile mahkeme tarafından toplatılmış, 1979 yılında hemde. Nur Deriş'in başına gelenler de utanç verici gerçekten. (aynı zamanda kendisi Türkiye'nin ilk profesyonel kadın gazetecisi Sabiha Sertel'in yeğeniymiş.) Bu durumu aslında o dönemin siyasi güçleri ve işçi örgütleri ile şuanki döneminkileri karşılaştırarak incelemek gerek. Hangi dönemin işçileri daha organize ve fazlaydı, hangi dönemin işçileri bu kitabı okuyarak harekete geçme potansiyeline sahipti? Çünkü şuan bu kitabı herkes alıp rahatça okuyabiliyor, ama bu okudukları anlamına geliyor mu? Yada bu kitapta yazanların herhangi bir itici gücünün olduğuna? Prof. Dr. Erol Cihan'ın bilirkişi raporu da yine aynı derecede utanç verici fakat şaşırtıcı değil ve bunun üzerinde düşünülmesi şart. Bu kitabın okunmasını (çok kısa olmasına rağmen) uzun hale getiren zaten çok gerekli olan bu bir durup düşünmeler. Belki de beni en etkileyen kısımlardan biri savunma avukatlarının savunmalarından bazı bölümler. Kitapta yazdığı gibi "Yalnızca düşünce özgürlüğünün savunulması açısından örnek bir nitelik taşıdığı için değil, Türkiye'nin yakın geçmişinde düşüncelerini açıklayan, bilimsel sosyalizmin temel yapıtlarını dilimize çeviren aydınların neler yaşadıklarını hem genç kuşaktan okurlara, hem de genç kuşaktan hukukçulara iletebileceği için de" büyük önemi olan bir savunma. Tabii kaç kişi okuyor o ayrı. İşte aslında İlber Ortaylı'nın Türkiye'nin Yakın Tarihi kitabında asıl görmeyi beklediğim şeyler bunlardı. Neyse. Tabiiki en önemli bulduğum bölümü eklemeden geçemeyeceğim, ifade özgürlüğü ve demokrasi ile ilgili sayfa 38deki bölüm. Aslında bu kitap, özellikle bu çeviri, sadece Marx ve Engels'in görüşlerinden çok daha fazla şey anlatıyor bize. Kitabın çevirisinin yapıldığı dönemde yürürlükte olan 1961 Anayasası'na göre, düşünce açıklama özgürlüğü sınırsız bir nitelik taşıyordu, Bugün de düşünce açıklama özgürlüğü nün sınırsızlığını, 1982 Anayasası'nın kabul ettiği demokratik sistemin niteliğine göre savunmamız gerekir. Eğer siyasal sistemimizin adı demokrasi ise, bu özgürlüğün de sınırsız olduğunu kabul etmek zorunluluğu vardır. Demokrasi diyaloğa dayanan "çoğulcu" bir sistemdir. Bir sistemin demokratik nitelik taşıyıp taşımadığının ölçüsü, düşünce açıklama özgürlüğüne sınır getirip getirmediğine bağlıdır. Sınırlı düşünce açıklama özgürlüğü, eşitlik kuralına da aykırıdır. Ancak her düşüncenin açıklanmasına eşit olanak sağlanırsa, diyalog kuralı da geçerli olabilir. Belirli düşüncelerin açıklanmasına sınır konursa, demokrasi "kısmici" bir görüşle sistemleştirilmiş olur. Bu durumda düşünce açıklama özgürlüğü bir hak olmaktan çıkar ve bir "ayrıcalık durumuna gelir. Bir ideolojinin ve sadece o doğrultudaki düşüncelerin açıklanması, hem eşitlik kuralına ve hem de demokratik yapının kişinin seçeneklerine göre değişip gelişebilmesi kuralına aykırıdır. Düşünce özgürlüğü, "düşünceyi yaymak" hakkını da kapsar ve bu "tehlikeli” sayılmaz. Bir düşüncenin iç dünyada kalışının kabul edildiği bir sistemde düşünce özgürlüğünden söz edilemez. (...) Düşüncenin, içeriği ne olursa olsun, açıklanması ve yaygınlaştırılması mevcut yasal usullere aykırı bir "eylem" kabul edilemeyeceği için, "tehlikeli" ve "hukuka aykırı" da sayılmaz. (...) Suç konusu kitap, bilimsel bir kitap olduğu için, salt Türkçeye çevrilip yayımlanması, Anayasa nin kişiye tanıdığı bir temel hak, bilimi yayma, öğretme, öğrenme hakkıdır. Bahsettiğim savunmadan bir bölümdü bu. Böyle mükemmel bir savunmanın ardından ne oldu dersiniz? Tabiiki Nur Deriş komünist propagandası yapmaktan içeri atıldı. Şaşırmamış olmam daha üzücü aslında. Ancak Avrupa Birliği hukukuna uyum çalışmaları kapsamında yasalar daha özgürlükçü hale gelmiş. Ve şöyle diyor Celal Üstüner "Pek, tüm bu değişiklikler sonucunda, gerçek anlamda bir düşünce ve ifade özgürlüğünden söz edilebilecek bir ortam doğmuş mudur? Hiç sanmıyorum. Her türlü düşünce, dil ve inancın toplumda tam anlamıyla bir ifade özgürlüğüne kavuşması için daha alınacak çok yol vardır. TCK'nın 142. maddesinin ancak başta Sovyetler Birliği olmak üzere birçok sosyalist ülke yönetimleri çöktükten, bu ülkelerdeki sosyalist düzen dağıldıktan sonra kaldırılabilmiş olması bile, ülkemiz yöne timlerinin düşünce özgürlüğüne yaklaşımı açısından yeterince utanç vericidir." Başka utanç verici bir gerçek ise, bu cümlelerin kurulduğu yıl olan 2008den beri bu konuda hiçbir gelişmenin olmaması, aksine, tam tersi bir yönde hızla ilerlemiş olmamız. Farklı düşüncelerden ve farklı düşünenlerden korkmayı ne zaman bırakacağız? Manifesto'nun kendisine gelecek olursam, Marx tarihi sadece ezen ve ezilenler arasındaki savaş durumuna indirgiyor. Tabiiki haklı olduğu alanlar var, fakat bana fazla dar ve gelişime kapalı bir yaklaşım gibi geliyor. "Burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratmaktadır." sözüne kesinlikle katılıyorum. Ama youtubedaki Şehirden Kaçanlar videoları da bize gösteriyor ki, bu sistemden kaçmak bir devrim olmaksızın çağımızda oldukça mümkün. Yine de insanların çoğu kapitalizmi tercih ediyor. Marx ve Engels kapitalizmin sadece olumsuz yanlarına odaklanmış gibiler. "Burjuvazi köyleri kentlerin egemenliği altına sokmuştur. Çok büyük kentler yaratmış, kentlerin nüfusunu kırsal nüfusa oranla büyük ölçüde arttırmış (...) Tıpkı köyleri kentlere bağımlı kıldığı gibi, barbar ve yarı barbar ülkeleri uygar ülkelere, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğu'yu da Batı'ya bağımlı kılmıştır." Çok haklı. Asıl aklımda oluşan soru, 2020 yılında Türkiye köylü bir ulus mu burjuva bir ulus mu? Ve burjuva bir ulusun, daha güçlü bir burjuva ulusa bağımlı olması da bu tezden yola çıkarak mümkün mü? Bana mümkün görünüyor. Üretim çılgınlığı konusunda da katılıyorum, gerçekten ihtiyacımızdan fazla üretiyor ve tüketiyoruz. Öne sürülen fikirler biraz uçuk, proletarya diktatörlüğü ve her şeyin ortak kullanımı çok ütopik hayaller gibi görünüyor. Ve tabii en çok sinirimi bozan kısım, "her şeyi ortak kullanalım" dendiğinde insanların "kadınları da mı?" demesi. Burjuvanın gözünde, karısı, bir üretio başka bir şey degildir. O yüzden de, üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyar duymaz varabildiği tek sonuç, kadınların da ortaklaşa kullanılacağı olmaktadır. Asıl amacın, kadınları basit bir üretim aracı olmaktan çıkarmak olduğu, burjuvanın aklının ucunda bile geçmemektedir. Kimsenin bu düşünceye sahip olmayı becerememesinden kaynaklanıyor olabilir mi? Ki, bikaç satır sonra kendisi de aynı düşüncede olduğunu belirtmiş. Komünistlerin kadınların ortak sa kullanımını getirmelerine gerek yok ki; en eski çağlardan bu yana var olan bir şey bu. (...) Aslında, burjuva evliliği, evli kadınların ortaklasa kullanıldığı bir sistemdir; o yüzden, Komünistler, olsa ol sa, kadınların ortaklaşa kullanımını ikiyüzlülükle gizle nen bir şey olmaktan çıkarıp açıkça meşrulaştırmak istemekle suçlanabilirler. Yani diyor ki, kadınları paylaşmak normal, biz sadece bundan utanmıyor ve gizlemiyoruz. Bir de bunun için tebrik mi beklediler acaba? İnsanoğlu bir gün kadını objeleştirmekten vazgeçebilecek mi gerçekten merak ediyorum. Feminizmin daha alması gereken çok yol var. Hem Marx hem de Hegels yazdıklarının dönemin koşullarına göre düşünülmesi ve zamanın değişen şartlarında bazı önermelerinin geçersiz kılınabileceğini yazmış. Bu konuda takdir ettim, dönemin komünistleri pek bu şekilde yaklaşmıyor gibi Manifesto'ya. Örneğin mülkiyete karşı çıktıkları dönemdeki mülkiyet dağılımı ile şuan arasında, en azından gelişmiş ekonomilerde, büyük farklar var. Şuan bir Alman işçisinin kendi evini alması oldukça mümkün (ne yazık ki aynı şeyi Türk işçisi için söyleyemeyeceğim) Ve elbette Hegels'in aile üzerindeki görüşleri en özgür ülkeler için bile fazla sansasyonel. (Tarikatler için oldukça çekici tabii.) Aile eğitiminin yerine toplumsal eğitimin geçmesi aslında köylerde yaşanan bir durum, fakat Türkiyedeki köylere bakarak bunun pek de faydalı olmadığını görebiliriz. Belki de toplum baskısının olmadığı ülkelerde daha başarılı olabilir, özellikle çocuğun 2den fazla örneği olması açısından. Sonuca bağlamak gerekirse, Marx ve Engels'in de dediği gibi, burada savunulan çoğu fikir ve eleştiri "pratikte gününü doldurmuştur" ve yalnızca tarihi bir yazı olarak değerini korumaktadır.
Komünist Manifesto
Komünist ManifestoKarl Marx · Can Yayınları · 201913.5k okunma
·
50 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.