Gönderi

ÇÜRÜKDERE
Çürükdere yerleşim birimine adını veren dereyi besleyen sular, yerleşimin güney ucunda yer alan Katran Dağı’ndan (1134m.) çıkar. Yaz kış gümüş renginde akan sularıyla dere, güneyden kuzeye doğru, küçük şelaleler, gölcükler de oluşturarak kıvrıla kıvrıla, yaklaşık beş bin metre aktıktan sonra Göksu’ya karışır. Çürükdere Vadisi’nin doğu sınırını Kesmetepesi (680m.) ve bu tepenin uzantısı olan sırtlar oluştururken, batısında ise, Sarıkaya (1204m.) Mazzak ve Çamlısırt yer alır. Vadinin her iki yamacından, yazın kuruyan onlarca esik ile sol sahilde yer alan Gavur Deresi ve Bokludere’de Çürükdere’ye ulaşarak nihayete ererler. Muhtemelen, üst kesimlerde tarla açıldıkça, nadiren de olsa bostanları sel aldığı için dere ve yerleşim “Çürükdere” adı ile anılır olmuştu. 1800’lerin sonlarında derenin nehre yakın kısmı ve sağ sahilini, Kütük İbrahim’in oğulları Cırık Halil ile Ahraz Osman kışlık yurt edinmişlerdi. Bu iki kardeşin oğulları İbiş ile Mustafa baba ocağında kalırken Ahraz Mustafa’nın oğulları İbrahim ve Osman’da derenin sol sahiline kendi evlerini yapmışlardı. Dere baharda yumurtlamaya çıkan balıklarla kaynarken, kurt, çakal, sansar, tilki, domuz, porsuk, kirpi ve her türden kuşlar vadinin daimi sakinleriydi. O kadar ki, dağda ölen bir canlıyı önce kartallar, sonra da diğer yırtıcılar ziyaret eder ve birkaç saat sonra ölüden geriye ancak kemikleri kalırdı. Vadinin daha çok güneş alan kesimlerinde başta zeytin, hartlap (sandal) ve çalı türleri yer alırken, az güneşli yamaçlar ise meşe ve çam ormanlarıyla kaplıdır. İşte bu derede, gecelerin uzadığı ve serinlemeye başladığı ama henüz ayazların hissedilmediği o esintili sonbahar akşamları, dedenin evinde akşam oturmalarımızın da başlangıç dönemiydi. Ocaklıkta yanan ateşin ölgün ışığında, toprak damın mertek aralarından, büyük ve çok uzun bir çift karayılan akmaya başlayınca gençlerden yılanları şişleyerek öldürmek için hareketleneler olur, o ise, “Evde yılan berekettir, sakın yılanlarıma dokunmayın” derdi. Diklenenler olursa da, “siz yaylalara gittiğinizde benim onlardan başka can yoldaşım mı var; oturun oturduğunuz yere” diyerek gürler, herkesin yerine oturmasını sağlardı. Bizler, o zamanlar aksakallı dedenin neden böyle davrandığını hiç anlamaz, hatta anlamaya da çalışmazdık. Fakat damdan dökülen topraklar ile farelerin canhıraş feryatlarından yılanların istikametini ve davetsiz misafirliklerinin ne zaman biteceğini büyük bir merak ve dikkatle takip ederdik. Bizim için hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ama aslında birkaç dakika süren bu misafirliğin bittiğini, evin içini derin bir sessizlik kaplayınca anlar, korkularımız azalır, ancak o zaman rahat bir nefes alırdık. Sonra o çok yıldızlı gecelerin karanlığına ışık olsun diye yaktığımız meydan ateşimiz sönmeden yetişir ve aşağılardaki derenin bir çoğalıp bir azalan gümbürtüsü, zaman zaman işitilen nehrin uğultusu eşliğinde kaldığımız yerden siñmeç (saklambaç) oynamaya devam ederdik. Çağırsalar da oyunu bırakıp zaten gelmeyeceğimizi bildiklerinden, ocaklıkta kaynayan ve kıvrımlı büyük bardaklarla içilen ger çayına (boz renkli bir kekik) bizi çağırmazlardı. Fakat kuru maya, (incir), maya pestili, ceviz, kavrulmuş melengiç ve nardan oluşan sofranın hep başköşesinde olurduk. Siñmeç oynarken uzaklardan hayal meyal duyulan kurt, çakal, tilki ulumaları, üğü, göğceoğlak (baykuş) sesinden korkup, saklandığı yerden kendiliğinden çıkanlar olur, bir de çanak çömlek patlatabilirsek, gülme nöbetlerine tutulur, mutluğumuz daha da artardı. O vakitler, “karayılanların insanlara asla zarar vermedikleri ama düşmanlarını unutmadıkları, bu nedenle hatırlarının hoş tutulması, onlara saygıda kusur edilmemesi, görülmelerinden, gözden kayboluşlarına kadar hareketsiz kalınması, korkutulurlarsa takip ederek, yakaladıklarında vücutları ile hasımlarını kırbaçladıkları” gibi telkinler, bizlere sürekli yapılırdı. İnsanlardan kendilerine zarar gelmeyeceğinden emin olan karayılanların olur olmaz yerde bizlere meydan okurcasına acelesiz tavırları, aniden durup etrafı kolaçan ederek yol almaları, tavuk cücükleri, gözetlediğimiz yuvalardaki kuşları yumurta veya yavruları ile birlikte mideye indirmeleri, ruhumuzda garip bir başkaldırı uyandırsa, içimizdeki şeytana, “bir tenhada indir şunların başına taşı” dedirtse de, yine de karayılanların kesin bir dokunulmazlığı vardı. Şimdilerde onların gözlerinin yaşına bakan bile yok. Rahmetlinin torunu, gelini ve köyün imamı, insan kıyımı veya zehirli fare ölülerinden kurtulabilmiş, köyümün son iki karayılanını, tüfekli birine öldürttüklerinde görüldü ki, “evin bereketi” diye dokunulmayan, son derece sevimli ve utangaç canlılar, sadece merteklerin arasındaki fareleri yemek için ziyaret etmezmiş dedenin o köhne evini. Meğer kimselerin bilmediği daha başka ölümüne bir dayanışma, dostluk ve sır da varmış aralarında. Zira vahşice öldürülen karayılanlardan birinin ağzında baş kısmından yarısına kadar yutulmuş dev bir zehirli engerek vardı. Uzun süre taciz edilmelerine rağmen, ölümleri pahasına oradan ayrılmamalarının asıl sebebi de engereği avlamak içinmiş. Dede, mektep medrese görmediği için okuma yazma da bilmezdi ama hiçbir şeyin boş yere var edilmediğini çok iyi bilir, ona göre de davranırdı. Başta nar olmak üzere, her türlü sebze ve meyvenin yetiştirildiği bostanlar, derenin hemen kenarında yer alırken, üst kesimlerde de maya bahçeleri vardı. Her ailenin bir yük hayvanı, yaklaşık beş sığır, on koyun, on beş tavuk, elli tane de keçisi olur, yetesi kadar ekin ekilir, giyecek, yatak ve kefen bezi için ovadan pamuk toplanır, tuz ile sabundan başka bir şey satın alınmaz, muhannete muhtaç olunmadan yaşanır giderdi. Beyaz bir örtüyle salacakta götürülenin aslında kendi anası olduğundan başka, anasıyla ilgili bir anısı yoktu Dedenin. Babası öldüğünde ise, onun daha bıyıkları yeni terliyordu. Sabah bostan sulamaya giden kardeşi Recep akşam yaylaya dönmeyince, onun ölüsünü bir dut ağacının dibinde bulmuşlar, askerden yeni dönen karındaşı Ali’de vurduğu ördeği almak isterken söğüt coşkunu ırmağın suyuna karışmış, Zeynep bacısı ise, bir kız arkadaşıyla şeleğinde kirç çuvalıyla dereyi geçerken aynı akıbete uğramıştı. İki oğlunun anası olan ilk eşini, askerlik dönüşü boşamak zorunda kalmış, ikinci eşi, ikinci doğumundan hemen sonra ölmüş, ortada kalan bebek anasızlık, bakımsızlık ve açlığın pençesinde kırk iki gün çırpındıktan sonra, nihayet kara toprağın altında anasına kavuşmuştu. Ana, baba, kardeşler, bir eş, altı evlat dönülmez yollara gitmiş, kendisi de işte gelmiş gidiyordu artık. Yeter ki Allah imandan ayırmasın, ağıda iş koymasın, bizlerin acısını ona göstermesindi. İyi de, Dede niye anlatıyordu bunları bize!.. Bizim ölülerle ne işimiz olabilirdi ki!.. Hiç ölmeden, böyle hep birlikte yaşasak olmaz mıydı?.. Peki, ölenleri bir daha ne zaman görebilecektik?.. Sahi “ömür ve ölüm” ne demekti?.. O zamanlar ölüm ve ayrılık bize gökteki yıldızlar kadar uzaktı ama üç ayrı istikamete gidecek üç aile ve otuza yakın cana ışık olacak üç demet çıra, ocaklığın kenarında hazır olduğuna göre, artık bu akşam ay doğmayacaktı. Ve bir dahaki buluşma gününe kadar, yine ayrılık vakti gelmişti… Elektrikle hiç tanışmayan Çürükdereliler, 1990’larda araç yoluna kavuşmuştu. Bizim için mutluluğun adıydı Çürükdere fakat dedenin ve diğer aile reislerinin peş peşe ölümüyle, yaprak dökümü de başlamış, bu vadiye eski rağbet kalmamıştı. Karayılanları insanlar yok etmişti ama ak köpüklü sular diyarını insanlar da yavaş yavaş terk ediyor, karayılanlar gibi adeta onlarda yok oluyorlardı. Etrafı lahana yaprakları gibi kat kat dağlar, tepeler, ormanlar, dereler, ırmaklarla çevrili, huzurun, sakinliğin hüküm sürdüğü dere, kendisini yalnız bırakan misafirlerine kavuşacağı günleri, biraz sitem, biraz da özlemle beklerken, bizlerde “Çürükdere Toplantıları” ile dereye olan hasretimizi diri tutmaya çalışıyoruz. Belli mi olur! Bizim için artık hayal olsa bile belki de bilinmez bir tarih, bilinmez bir zamanda, o vadide barınan insanlar ile hayatı paylaştığımız dağlardaki dostlarımızdan gelecek yeni nesiller, o günleri hatırlar ve o derede tekrar bir araya gelirler. Halil Korkmaz
·
137 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.