Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

240 syf.
10/10 puan verdi
·
10 günde okudu
Sakin göründüklerine bakmayın, yolunda olmayan bir şeyler var!
Zaven Biberyan İstanbul’da doğmuş, yaşamış, Saint Joseph’de ve İstanbul Ticari İlimler Akademisi’nde okumuş bir gazeteci/yazarımız. Sol görüşlü olduğu için malumunuz, tüm benzer aydınlarımız gibi değişik takibatlara uğrayan, hatta hapis de yatan Biberyan bir dönem TİP İstanbul Belediye Meclis Üyeliği de yapmış. Geçmişinde varlık vergisinden dolayı kendisi de büyük acılar yaşayan Biberyan değişen toplumu, çürüyen ve yiten değerleri, bir daha yerine gelmeyecek kayıpları yalın ve etkileyici dili ile eserlerine aktarmayı başarmış. Okuduğum ilk kitabı “Yalnızlar” oldu, ama tek kelimeyle bayıldım. Bu topraklarda yaşananları anlamaya, yaşanan acıların altında ezilen insanları tanımaya çalışan benim bu zamana kendisini okumamış olmam affedilemez, büyük bir kayıpmış. “Yalnızlar”, 1950lerin İstanbul’unda, Erenköy’ün gerçekten de bir sayfiye köyü olduğu o yıllardan 2 günlük bir kesit sunuyor bize. Yazar bunu 2 ailenin yaşantısını, birbirine paralel ilerleyen 2 hikaye eşliğinde aktararak yapıyor. Dili o kadar akıcı ve kimi zaman karakterlerin iç sesleri o kadar ortada ve baskın ki, bende, 1950’li yıllarda çok da moda olan, bir fotoroman okuyormuşum izlenimi yarattı. Yaşananları sahneler halinde kurgulaması ve her sahnede yaşananları renkleri, kokuları, ortamı ile sanki gözümüzle görüyormuşuz gibi ortaya serebilmesi, Biberyan’ın büyük başarısı. Dönem, Cem Yılmaz’ın “Pek Yakında” filminde de gördüğümüz yeni ve ani (!) Türk zenginlerinin, biraz da görgüsüzlükleri ile ortaya serildiği dönem. Batı müzikleri dinleyip batı dansları yapınca daha uygar olduğunu zanneden, Anadolu’dan ve hele köyden gelenleri küçümseyen, erkeklerin puro ve paraya, kadınların kıyafet ve dedikoduya pek düşkün oldukları dönem. Aynı zamanda tek partili iktidarın sona erdiği, azınlıklara baskının arttığı, Varlık Vergisi, “Türkçe konuş kardeşim”, Türklüğe hakaret kanunu, vs… gibi söylem ve uygulamalarla azınlıkların köşeye sıkıştırılıp dövüldüğü dönem aynı zamanda. Hikayemizdeki ailelerden ilki Türk. İş hayatında yükselmeye çalışan ve bu doğrultuda devletle ilişkisini sağlam tutmaya çalışan Osman Bey, görgüsüz karısı, baldızı, bir baltaya sap olamamış -ve olma şansı da olmayan- oğlu Erol ve “evlatlık”ı Fatma ile Erenköy’de geniş bahçeli köşklerden ilkindedir. Ön planda fazla görmeyiz Osman Bey’i; ama biliriz ki ihale için torpil kovalayan, parayı bulunca metres yapan tipik bir sonradan görme zengin prototipidir. Yanlarında yaşayan “evlatlık” Fatma hikayemizin ana karakteridir. Kimbilir ne zaman, hangi acılar nedeniyle bir kara trene binip gitmiştir annesi, evladını ellere bırakarak -bize Ermeni mezalimi zamanında yaşanan kopuşları hissettirir acısı ile-; o, ellerde hizmetçi olmuştur… Adı “evlatlık” olsa da, evin hanımına “anne“ dese de o da bilir ki hizmetçiden bile kötüdür durumu; boğaz tokluğuna, bir kuruş almadan gece-gündüz-hafta sonu uzun saatler boyu çalıştırılan, aşağılanan, gururu kırılan, çöplerle giydirilen bir köledir o. Hayata karşı isyankardır; zira gençtir, o da giyip süslenmek ister, kurtuluşa dair bir ümit arar sürekli. Ama yoksulun hayalinin zenginin gözünde önemi yoktur. İkinci ailemiz bir Ermeni ailesi. Varlık vergisi nedeniyle servetlerini kaybeden ve köşkün bir kısmında kiracı durumuna düşen anne Yeronik, teyze Pupil ve evde kalmış bekar oğul Krikor’un korkudan ve endişeden beslenen günlük hayatlarını izleriz. Para biriktirmek dışında bir şey düşünmeyen Krikor bu endişeyi çok güzel yansıtır. Dışarıya olduğundan farklı görünmeyi hedefe koymuş, kimseleri beğenmeyen, dedikoducu anne-teyzenin yanında bir yaşam kurmuştur kendine Krikor; cinselliği yaşamak ister ama evinden çıkmaktan korkar. Hiçbir kızın annesi ile birlikte oturmayı kabul etmeyeceğini bilir; kendisinin de annesinden ayrılmaya niyeti yoktur. Rutin atışmaları, kavga dövüşleri ile hepsinin görünüşte şikayetçi, içten içe ise memnun olduğu bir hayat sürerler. Roman Ermenice’de “Sürtük” ismi ile basılmış. “Sürtük”, Ermeni ailemizin evlatlık Fatma’ya taktığı addır. Nitekim hikaye bu “sürtük” etrafında şekillenirken aslında diğer tüm karakterlerin, Fatma’dan çok daha “sürtük”, çok daha kötü olduğunu görürüz. Ne var ki güç konuşur, insanlar zayıflara karşı acımasızdır. Hikayemizdeki Ermeni aile de bilmez ki zayıf düştüklerinde, çok değil birkaç yıl sonra, kendileri de başkalarınca ezilecektir; arka planda duyulur bu ayak sesleri... Biberyan 1950lerin İstanbul’u ile, artan azınlık karşıtı söylemleri ile, yeni zenginlerin görgüsüzlüğü, sebepsiz zenginleşenlerin ortaya çıkışı ile son derece gerçekçi, nostaljik bir ortam yaratmış bize. Teyzemin anlattığı eskilerin Fatih’ini hatırlatı bana; komşularının yarısından fazlasının gayrimüslim olduğu, tüm dini bayramları hep birlikte kutladıklarını söylediği o dönemleri. Bu değerlerin hepsini kaybetmiş durumdayız şimdi. Eskiye dönme şansı yok, ama neyi yanlış yaptığımızı anlamak, bir daha aynı hataları yapmamak ve ayrıştırmadan, farklılaştırmadan daha güçlü olabileceğimizi anlamak için bu dönemleri iyi okumak ve öğrenmekte fayda var. İlgisini çeken herkese güçlü kalemi, bireyi ve acıları ön plana çıkaran üslubu ile Biberyan’ı tavsiye ederim.
Yalnızlar
YalnızlarZaven Biberyan · Aras Yayıncılık · 2016175 okunma
··
263 görüntüleme
Seda okurunun profil resmi
AkilliBidik
AkilliBidik
"Fatma" diye hitap etmene bozulmasın bizim kız 😆 Ellerine emeğine sağlık, çok güzel bir kitabı, çok güzel bir şekilde değerlendirmişsin. Ortak kitaplarda buluşmak harika bir duygu, devam edelim...
AkilliBidik okurunun profil resmi
Sevgili @seda_bera, "Gülgün" demek içimden gelmedi, ben de yakıştıramadım.
1 sonraki yanıtı göster
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.