Gönderi

127 syf.
·
Puan vermedi
Kızıl Veba eleştiri
‘’On bin yıllık kültür ve uygarlık bir anda, dalgalardaki köpükler gibi uçup gitti.’’, ‘’Herkes yalnız kendi canını düşünüyordu artık.’’ Adeta mahşerin bir ön gösterimi gibi ama sonsuza kadar tekrar edecek olan bir mahşer. İnsanın insana ve doğaya muhtaç olduğu ama insanoğlunun bunu kabullenmek istemediği bir çağda gözle bile görülemeyen küçücük bir virüs insanoğlunu bu duruma düşürüyordu. Milyonlarca yıl süren ve sonsuza kadar da sürecek olan insan ve doğa savaşında insanoğlu doğayı yendiğini ve onu boyunduruk altına aldığını zannetmiştir. Hiçbir gücün insanı ve insanın oluşturduğu sistemi yıkamayacağını, o güce karşı da yıkılamaz dediği uygarlığının teknolojisi, bilimi ve silahlarının kullanılabileceğini ve yine en sonunda insanın galip geleceğini iddia eder durur. Ama ne yazık ki bütün bunlar büyük bir yanılgıdan ibarettir. 2012 yılında kızıl veba diye adlandırılan bir virüsün gelişiyle bu yanılgının farkına varıyoruz. Bu virüs beş on dakika içinde insanın vücudunu kızıla boyayarak kendini belli ediyor ve daha o öldürmeden insanın zihnen kendini ölü saymasını sağlıyor. ‘’Yaklaşma bana. Artık ölü sayılırım.’’ Bu virüsten uzaklaşmak ve kendini izole etmek isteyenler bir kaçış yolu arıyorlar. İlk önce kendilerini duvarların arkasına saklıyorlar ama o çok güvendikleri kalın duvarlar onları koruyamıyor. Daha sonra ise hükmettiğini ve muhtaç olmadıklarını zannettikleri, geldikleri ilk ve gidecekleri son yer olan doğaya yönelmişlerdir. Virüsten kaçmak isteyen kişiler arasında baş kahramanımız Profesör Smith de yer almaktadır. Ancak ne yazık ki yol boyunca Profesör Smith hariç diğer herkes ya ölüyor ya da bu düzensizlik ve kargaşa içerisinde vahşileşen kişiler tarafından öldürülüyorlardı. Yola tek başına devam eden Smith tek bir insan bile bulamıyor ve üç yıl boyunca doğada yalnız yaşıyor. Ama bu süreç içerisinde aklında hep şu sorular vardı: ‘’Neden ölmemiştim, neden virüs bana bulaşmamıştı? Hem de öleceğime bu kadar inanmışken?’’ Ne kadar cevabı belirsiz sorular olsa da tesadüfün olmadığı gerçeğini bilerek tesadüf diyelim, insanın anlamakta sorun yaşadığı her şeye yapıştırdığı ‘’tesadüfmüş, şansmış’’ cümleleri gibi. Üç yıl sonunda artık Smith’in yalnızlığa dayanacak gücü kalmamıştır. Yola çıkar bir insan bulmak umuduyla. Uzun bir arayıştan sonra eskiden tanıdığı zengin bir yöneticinin kızını ve onun uşağını görür. O kadar heyecanlanıp sevinir ki koşar adımlarla oraya ulaşır. Bu davranışından da insanın sadece doğaya değil insana da muhtaç olduğunu anlarız. Ancak gördükleri onun bu sevincini alıp götürmüştür. İnsanoğlu ilk var olduğu zaman vahşi doğaya karşı kendini koruma ihtiyacı hissetmiş ve doğaya karşı savaş açmıştır. Yani bir kendine uygun hale getirme işlemi uygulamıştır. (Günümüzde de her ne kadar vahşi olanı evcilleştirmeye çalışsak da sonunda biz vahşileşerek sınırı aşıyoruz ve ne yazık ki aşmaya da devam edeceğiz.) Ancak toplumlaşmayla birlikte insanlar bu işlemi insana karşı da kullanmaya başlamış, nefis ve çıkarları için her türlü yola başvurmuş, kendilerinden güçsüz ve aciz bulduğu insanları bir sınıflandırmaya tabi tutarak kendi zevkleri için kullanmaya başlamıştır. Bu nedenle de o insanları kendilerine düşman ettirmiş ve adeta bir gün kendilerine onlar gibi üstün gelecekleri ve ezecekleri sözü verdirmiş oluyorlar. Gelecekte büyük medeniyetler kuracak olan insanoğlu bu kadar yapıcı ve üretkenken nasıl oluyor da aynı zamanda bu kadar yıkıcı olmayı, bunu bir gereklilik olarak görmeyi kabul ediyorlar? Bunun nedeni hep bir çıkar uğruna. Bütün bu savaşlar ve sınıflandırmalar hep bunlar yüzünden. Şimdi ise döngü başa sardı. Tekrar doğa vahşileşmeye başladı. Ancak insan aynı kaldı. İşte o gün Smith’in gördüğü de buydu. Karşılaştığı adam eskiden uşağı olduğu kadına şimdi hükmediyor, şiddet uyguluyor ve özgürlüğünü kısıtlıyordu. Smith bu duruma ne kadar karşı koymak istese de elinden bir şey gelmiyordu çünkü güçsüz olan oydu. Oradan ayrılarak çok az sayıda insanların oluşturduğu bir topluluğa katıldı ve yaşamını sürdürmeye çalıştı. Aradan altmış yıl geçmiş, nüfus artmış, insanoğlu artık kabilelere ayrılmıştı. Smith de artık yaşlanmış ve torun sahibi olmuştu. Bir gün üç torunuyla birlikte sahilde otururken torunları dedelerinin kendilerine gizemli ve inanması zor gelen hayatını anlatmasını biraz da alay ederek istiyorlardı. Çünkü dedelerinin kullandığı dil onlara yabancı geliyor, geçmişte var olan şeylerden bahsederken neyden bahsettiğini bilmedikleri için uydurduğunu zannediyorlarmış. Haklılar tabi ki. O zirveye ulaşılan ve asla yıkılmaz zannedilen uygarlık ve onun sahip olduğu kültür, dil, din, her şey birkaç gün içinde yok olmuştu. Bir avuç insan atalarının ilkel zamanına dönmüş ve yaşamaya çalışmışlardı. O azıcık insan topluluğu da maalesef değerlerini yaşatamamış, sonraki kuşaklara aktaramamışlardı. Çünkü o zamanlarda ihtiyaç duyulan tek şey yemek, barınma ve vahşi doğaya karşı yaşama çabasıdır. Zaten zamanla bütün bu değerler tekrar oluşacağı güne kadar unutulmaya başlamıştı. Ama unutulmaması gereken bir tek şey varsa o da dildir. Dil bütün bir medeniyetin iskeletidir. Haznesinde var olduğu milletin geleneğini, sanatını, bütün bir kültürünü barındırır. Medeniyet ne kadar yok olsa da iskelet hep oradadır. O nedenledir ki unutulmayan dil, yeni bir medeniyeti çabucak kurabilme gücüne sahiptir. Bir diğer şey ise insanın hep aynı kalacağı, ne kadar başa dönse de değişmeyeceği gerçeğidir. Bunu da dedeleri geçmişini anlatırken torunların takındıkları tavırlardan anlıyoruz. Dünyaya hep üç tip egemenlik hâkim olmuştur. Bir diğerinin geçerliliği kaybolunca diğeri devreye girer ve bu hep böyle sürüp gider. Torunlardan biri bu egemen tiplerden papazı, diğeri askeri, sonuncusu da kralı seçmiştir. Yani biri dinle biri savaşla biri de dayattığı kendi kural ve düzeniyle dünyaya hâkim olmayı istemektedir. Daha dünyayı görmemiş, tanımamış, doğru dürüst hükmedecek insan bile bulunmazken, biraz da dedelerinin anlattığı şeyler etkisinde kalarak akıllarından bunları geçirmeleri insanoğlunun yaratılışında var olduğu günden itibaren bu duyguların mevcut olduğu anlaşılıyor. İnsanoğlu sürekli gelişmeyi isteyecek ve bu yolda ilerlemeye devam edecektir. Ama ‘’Günün birinde insan soyu uygarlığa doğru kanlı çıkışa tırmanmadan önce giderek ilkel karanlıklara dalmaya mahkumdur.’' Sonra bu ilkellikten kurtularak tekrar tırmanışa geçer ve bu sonsuza kadar sürer. Bizim bu döngü karşısında yapabileceğimiz şey ise yok olacak olan ama tekrar var olmasını sağlayacağımız değerlerimizi korumaktır.
Kızıl Veba
Kızıl VebaJack London · Yalçın Yayınları · 201732,8bin okunma
·
68 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.