Gönderi

“Sue ve Johnsy, iki katlı bir evin ikinci katını paylaşan iki resim öğrencisiydi. İki arkadaşın alt katındaysa yaşlı bir ressam oturuyordu. O yıl, yaz sonuna doğru, Johnsy aniden rahatsızlanmıştı. Aradan haftalar geçmesine rağmen, Johnsy bir türlü iyileşememişti. Sue, defalarca doktor çağırmış ama doktorlar da kesin bir şey söyleyememişlerdi. Genç kız, günden güne eriyordu. Bir gün, Sue resim yaparken Johnsy de yatağında pencereden bakıyor ve bir şeyleri sayıyordu. “On iki” dedi, biraz sonra da “on bir”, arkasından “on”, sonra “dokuz”, daha sonra “sekiz, yedi, altı...” Sue,  merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba? Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki tuğla evin çıplak duvarının dibinde kökü çürümeye yüz tutmuş bir asma görünüyordu. Sue, arkadaşına dönüp “Neyin var?” diye sordu. Johnsy fısıltıyla “beş” dedi. “Artık daha hızlı düşüyor yapraklar... Üç gün önce tıka basaydı asma. Saymaktan başıma ağrılar giriyordu ama şimdi parmakla sayıyorum. İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı.” “Beş tane ne?” diye sordu Sue. “Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, ben de bu yeryüzünden gideceğim. Hissediyorum bunu.” diye karşılık verdi Johnsy.  Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü ama genç kız, “İşte biri daha gidiyor. Hayır, çorba filan istemiyorum. Dört yaprak kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü görmek istiyorum. Ondan sonra ben de gideceğim.” diye sızlandı. Genç kız uykuya dalınca Sue de alt kattaki yaşlı ressamın ziyaretine gitti, Johnsy’yi ve yaprakları anlattı adama. Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah Sue’ye hemen perdeyi açmasını söyledi. Gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetli rüzgardan sonra, bir asma yaprağı hâlâ ağaçta sallanıp duruyordu. Testere ağzı gibi tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi sinen yaprak, bir dala yiğitçe asılmıştı. “Bu sonuncusu.” dedi Johnsy. “Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüş, kendimi ölüme hazırlamıştım. O son yaprak bugün düşecek ve ben burada olmayacağım.” Derken şiddetli yağmur yeniden başladı. Hava iyice aydınlanınca Johnsy, perdenin biraz daha açılmasını istedi yeniden. Son asma yaprağı yerli yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden yaprağı uzun uzun seyretti. Sonra arkadaşına seslendi: “Biraz şımarıp üzdüm seni, görüyorum ki  ne denli kötü bir insan olduğumu duyurmak için bir güç o son yaprağı orada tutuyor. Ölümü istemek günahtır. Şimdi biraz çorba verebilirsin bana.” dedi. Akşamüstü gelen doktor ayrılırken “Şimdi alt kattaki bir hastaya bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürreye yakalanmış. Adamcağız çok ağır durumda. kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor.” dedi. Ertesi gün doktor, Johnsy’ye, “Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız.” dedi. Sue, o gün öğleden sonra Johnsy’ye yaşlı ressamdan söz etti. Yaşlı ressam, iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüştü. Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu aşağıda, odasında acı içinde kıvranırken bulmuştu. Adamın pabuçları, elbisesi baştan başa sırılsıklamdı ve her yanı buza kesmişti. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır erdirememişti hiç kimse.  Sonra, hâlâ yanan bir gemici feneri, yerinden sürüklene sürüklene çıkarılmış taşınır bir merdiven ve sarı, yeşil boyalarla bulanmış bir palet ve sağa sola saçılmış birkaç fırça bulmuşlardı kömürlükte. İşte o zaman o son yaprağın sırrı da çözülmüştü. En çetin fırtınada bile yerinden kıpırdamayan o son yaprak, yaşlı ressamın son yapıtıydı. Yaşlı adam, son yaprağın düştüğü o amansız gecede bir yaprak resmi yapıp canı pahasına da olsa o dala yapıştırmıştı Johnsy ölmesin diye...”
O. Henry
O. Henry
·
17 görüntüleme
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.