Narsisizm bencilliğin eş anlamlısı gibi görülebilir, ama psikanaliz uzun zaman önce bunu daha karmaşık bir konu haline getirmiştir. 1914’te Freud, narsisizmle ilgili temel denemesini yayımladığında, onu, herhangi bir kısıtlama olmadan cinsel doyum arayan kontrolsüz bir libidinal güdü olarak hayal etmişti. Daha sonra, narsisizmin insanın diğerleriyle olan ilişkilerinde, tıpkı aynaya bakarken olduğu gibi, sadece kendi yansımasını gördüğü bir “ayna evresi” olduğuna inanarak onu yeniden formüle etti. Psikanaliz bu durumu özdeşleşmeye kaydırdı ki bu, kitabın başında bahsettiğimiz, sempatinin ana malzemesi olan özdeşleşmedir. Bu dönüş, insanlarla nasıl özdeşleştiğimizle ilgiliydi; onlarla özel şartlar ve sıkıntılar altında mı yoksa sanki herkes bizim gibiymiş gibi mi özdeşleştiğimizle: Birincisi, bir pencere; İkincisi ise, bir ayna. Freud “ayna evresini”, yetişkinliklerinde karşılaştıkları yeni olayları mahrem çocukluk travmalarıyla bağdaştıran hastalarında tespit etti. Bu hastalar için, hayatlarındaki hiçbir şey gerçekten yeniymiş gibi gözükmez; şimdi, her zaman geçmişin bir aynasıdır. Freud’un narsisizm üzerine çalışması İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirildi. Heinz Kohut, ayna evresine psikanalizdeki ’’şişiril miş kendilik” kavramını getirmiştir. “Ben”, gerçekliğin tüm alanınıkaplar. Böyle bir şişirilmişliğin ifade edilmesinin yollarından biri, sürekli kontrollü olma ihtiyacında yatar. Kohut’un kendi kelimeleriyle, vurgu “diğerleriyle yaşanan yetişkin tecrübesinin üzerindeki kontroldense (bir kişinin) kendi bedeni ve duyguları üzerinde kurmayı beklediği kontrole” kayar. Bu duruma tabi olan insanlar aslında kendilerini, başkalarının ihtiyaçlarıyla “bastırılmış ve köleleştirilmiş hisseder.” Kohut’un çağdaşı bir başka psikanalist Otto Kernberg’e göre, sonuç eylemin değersizleştirilmesidir; “ne hissediyorum”, “ne yapıyorum” sorusunun yerini almıştır