Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

303 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
Veba
Absürdizmin öncülerinden olup, bunu kabul etmeyen Nobel Ödüllü ilk Afrikalı yazar olan Albert Camus, araba kazasıyla ölüm şeklini saçma olarak nitelendirmiş ve 46 yaşındayken bu saçmalık başına gelmiştir. Anlamsız gördüğü hayatı, yine de anlamlı bir şekilde yaşamakta bir sakınca görmemiştir. Albert Camus’yü yazmaya ölümünden başlamak, Onun geliştirdiği “saçma” felsefesine ters düşmüyor. Yabancı kitabı da kahramanın(Meursault’un) annesinin ölümüyle başlıyor. Edebiyat dünyasında ses getiren Yabancı romanı ve Sisifos Söyleni adlı denemesinden sonra 1947’de yazdığı sembolik ve natüralist romanı Veba, baştan sona ölümün sorgulandığı bir roman olarak karşımıza çıkıyor. Sisifos’a, iyi uyku arasında öleceğini bile bile tekrar tekrar aynı şeylerin yaptıran şey neydi? Erken yaşta babayı (1. Dünya Savaşı’nda) yitiriş ve zor çocukluk yıllarından sonra, Cezayir Üniversitesi Felsefe Bölümüne giriş yapar, Albert Camus. Verem nedeniyle ara verdiği okuldan mezun olduktan sonra Paris’e gider ve ilk yapıtlarını burada verir. “Saçma” felsefesinin öncülerinden sayılan yazar, Sisifos Söyleni’ndeki felsefi düşüncelerini, romanlarındaki karakterleri aracılığıyla bizlere aktarır. Yarattığı karakterler diğer kitaplarında da karşımıza çıkar. Örneğin; Yabancı’nın kahramanı Meursault, bir kaç satırla da olsa, Veba romanında kendini hatırlatmaktadır. Roman, Cezayir’in Fransız ilinden başka bir şey olmayan, fareler gibi gri bir şehir olan, Oran’da geçiyor. Oran Akdeniz kentlerinden biridir ve sadece kış aylarında güzel günler yaşanmaktadır. Baharın geldiği satıcıların tezgahlarından anlaşılır. Kent ve yaşam sıradan bir görünüme sahiptir. İnsan alışkanlıkları için uygun bir yerdir ve bu alışkanlıklar edinildikten sonra günler kolayca geçirilir. Bir hapishanenin içinde kuşkuları olmayan insanlar yaşantılarıyla moderndir. Aşk ise, iki kişilik alışkanlıkların geliştiği bir edimdir. İnsanlar tutkuların olmadığı sıradan hayatlarına devam ederken, veba salgınıyla birlikte kent karantina altına alınır ve büyük bir hapishanenin içinde olunduğu somut olarak hissedilir. Bir nevi, yaşam oyununun kuralları değişir. “…çarşı pazarda satılan bir ilkbahardır bu.” Yazar, metaforik bir yolla bize düşüncelerin de bir salgın gibi yayıldığını söylerken, bu düşünceler beynimizde hasarlara yol açacak kadar ileri gider. Bir takım şeylere verdiğimiz anlamların kölesi olmaktayız ve kendi hapishane duvarlarımızı, var ettiğimiz anlamlarla kendimiz örmekteyiz. Albert Camus, kitabın başında 1722’de Veba Yılları Günlüğü’nü yazan İngiliz Romancı Daniel Defoe’den yaptığı alıntıyla bunu gözlerimizin önüne sermektedir; “Bir hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle göstermek, gerçekte var olan herhangi bir şeyi, var olamayan bir şeyle göstermek kadar mantığa uygundur.” Daniel DEFOE Veba salgını sırasında kamuoyunda meydana gelen tepkilerle, savaş esnasında meydana gelen tepkiler benzerlikler göstermektedir. Yiyecek ve petrolün karneye bağlanması, elektriklerin sık sık kesilmesi, basına uygulanan sansür, vebalıların toplu gömülmesi ve daha sonra yakılması, yanmış insan kokuları, tecrit kampları, bu kamplarda bulunan hoparlörler, duvarlara yazılan sloganlar, vali geçerken atılan sloganlar ve direniş hareketi… Bu benzerlikler bir savaş anını anlatmaktadır. “ Öyle ki sonunda bazen duvarlara yazılan, bazen de valinin geçtiği sırada bağrılan bir slogan ortaya çıkmıştı: ‘Ya ekmek ya Özgürlük!’ ” Cezayir’in Oran kentinde yaşanan, ölüme karşı direnme biçimi olarak karşımıza çıkar Veba romanında. Veba salgını Oran’da hiç yaşanmamıştır. Kitabın yazıldığı tarihlerde şehir, Fransa sömürgesidir. Veba ölüm getirir, zaman zaman canlı bir insan gibi betimlenir. Aslında, Camus da romanı hakkında yaptığı yorumlarda da vebanın sembolik bir kavram olduğuna dair atıfta bulunur. Fransızların Hitler ordularına "Kara Veba" dediklerini düşünürsek, Veba romanının Almanların Fransayı işgalini sembolize ettiği varsayımında da bulunabiliriz. Paul Eluard'un şiirleriyle direndiği gibi Albert Camus da yazılarıyla işgale karşı koymaktadır. Fransızlara karşı Cezayirlerin özgürlüğünü savunan Camus, her çeşit zulme karşı direnişi örgütlemiştir, kalemiyle. “Dünyada savaşlar kadar vebalar da meydana gelmiştir. Vebalar da, savaşlar da insanı hazırlıksız yakalar.” Veba salgınıyla birlikte insanların ölümle yüzleşmesi gerçek yüzlerini ortaya çıkarmaktadır. Ve maskeler düşüp, ikiyüzlülükler, ihanetler, alçaklıklar, yalanlar ortaya çıkmaktadır. Ama diğer yandan her ne pahasına olursa olsun fedakarca bu olağanüstü durumun üstesinden gelmeye çalışan insanlarda vardır. Papazı, suçlusu, gazetecisi, yazarı, doktoru… bir araya gelip veba illetiyle hayatları pahasına mücadele ederken, diğer yandan kendi kişisel düşkünlükleri içinde yaşantılarına devam etmektedirler. Karakterler ne tam olarak iyidir ne de tam olarak kötü. Aslında roman kahramanları, içlerine düştüğü saçmalığa başkaldırırlar. ''Baş kaldırıyorum, öyleyse varız.” Camus’nün etkilendiği filozoflardan Kierkegaard’ın, ilk kez 1843 yılında yayımlanan Korku ve Titreme adlı denemesindeki anlamsızlık ile ilgili düşüncelerini, Veba’da Jean Tarrou karakterinin dilinden okuruz. Şahit olduğu idam mahkumunun yaşadığı korku ve titreme, Tarrou’nun hayatında dönem noktalarından biridir. Savcı olan babasına başkaldırır ve hayatın saçmalığı karşısında kaybettiği huzuru arar. Aslında ne dünyaya ne de Oran şehrine ait hisseder kendisini. “ ‘Evet.’ dedi Rambert, ‘ama tek başına mutlu olmakta utanılacak bir yan vardır’.” Şehre salgının ilk günlerinde gelen gazeteci Rambert de Oran’a ait değildir ama dünyaya sıkı sıkıya bağlıdır. Sevgilisin yanına giderek mutluluğu seçmek istemektedir. Bunun için karantinadan kaçış planları yapsa da, vebaya karşı Doktor Bernard Rieux ve arkadaşlarına yardım etmektedir. Jean Tarrou’nun günlüklerinden yararlanarak bize olayları aktaran Doktor Bernard da karısından uzaktadır. Ama salgın başlamadan, verem tedavisi için başka şehre gönderdiği karısıyla sadece telgraf yoluyla iletişim kurmaktadır. Rambert’in sevgilisinin yanına gitmek istemesini anlayışla karşılar ve bu konuda O’nu teşvik eder. Ama kendisi kabullenişin içindedir. Aslında her iki yol da aynıdır, absürt bir hayatın içinde yaptığımız eylemler birbirinden farklı değildir. Doktor Bernard Rieux, ölüme o kadar çok alışmıştır ki, artık bir çocuğun ölümü, yakın arkadaşının ölümü, karısının ölümü karşısında bile kayıtsızdır. Yazarın Yabancı romanında, annesinin ölümü karşısında kayıtsızlığını anlattığı Meursault gibi, Oran halkı da ölümler karşısında kayıtsız kalmayı öğrenmiştir. “… veba sevme gücünü ve hatta dostluk duygusunu herkesin elinden almıştı. Çünkü aşkın biraz olsun geleceğe gereksinimi vardır ve bizler için kısa anlardan başka bir şey yoktu artık.” Yaşam ile ölümün birbirine bu kadar yaklaştığı anda, yaşamın anlamını ya da anlamsızlığını sorgularız roman boyunca. Bir diğer karakter ve veba gönüllüsü olan Rahip Paneloux, insanları hayata bağlamak için, felaketlerin tanrı tarafından yollandığı, insana özgü olmadığı ve geçici olduğunu dile getirerek, felaketleri gerçeküstü kılar. “Geleceği, yolculukları ve tartışmaları ortadan kaldıran bir vebayı nasıl düşüneceklerdi ki? Kendilerini özgür sanıyorlardı, oysa felaketler oldukça kimse asla özgür olmayacak.” Paneloux ölmeyi ret edip başkaların hayatına nüfuz ettiği ölçüde varoluşunu anlamlandırır. Ateist olan Doktor Reiux ise, kendini sonuna kadar Tanrının ellerine bırakmayıp, gerçeğin yolunda olduğuna inandığı için insanlara yardım eder. Paneloux kendi vebalı düşüncelerinden vazgeçemeyip ölüme giderken, yazar ve aynı zamanda belediye memuru olan Joseph Grand’ın durumu farklıdır. Neredeyse hayatı boyunca şapka çıkartılacak bir cümle için çalışır Grand. Kendisine bulaşan veba salgınını bile, şapka çıkartılacak bir şekilde yenmek isteyecek kadar tutkuyla bağlıdır hayata. Kendi romanının taslağını yaktıktan sonra iyileşecektir ancak. Yani tutkusundan, vebalı düşüncelerinden vazgeçerek bu hastalığı yenecektir. Ölümün her satırda kol gezdiği bu baş yapıtta, ölüme doğru ilerlerken her an, Cottard karakteriyle birlikte yaşamdan ölüme doğru bir akışı da görmekteyiz. Veba başlamadan önce intihardan kurtulmuştur Cottard. Polis tarafından aranan Cottard, vebayla birlikte rahat bir nefes alır ve karaborsacılık, yani vebayla işbirliği yaparak zenginleşir. "Hayatın saçmalığını saptamak, bir sonuç değil aksine bir başlangıçtır.” İntihar düşüncesi Albert Camus’a uzaktır. Onun için hayat ne kadar saçma olsa da yine de yaşamaya değerdir. 20. yüzyıl filozoflarından Albert Caraco gibi intihara karar verip, sevdiklerinin ölümünü bekledikten sonra intihar eden birisini düşününce, hayat bir mahkumiyet değil midir? Ya da ölüme mi mahkumuz? Dünyanın düzeni ölümle sağlanmıyor mu? İçinden ölümü çıkardığımız zaman, şu nefes aldığımız zaman dilimi yaşamak mıdır? Ölümün yakınlığı ya da ölüm tanıklığı ‘hayat’ karşısında fikirler oluşturur ancak. Ve ölüm tek gerçeklik olarak karşımıza çıktığında, bin bir anlam yüklediğimiz gündelik olayların saçmalığı karşımıza çıkar. Ölüm tek gerçek ise, varoluşumuz da gerçektir. Bu gerçekle an be an karşı karşıya olan direnenler, kısa zamana daha fazla daha anlamlı bir hayat sığdırmamışlar mıdır? Direnerek erken ölenler kalanlardan daha fazla yaşamamışlar mıdır? “.. Vebadan sonra bunu yapacağım, şunu yapacağım… Sakin duracakları yerde varoluşlarını zehirliyorlar.” 2020’de yaşanan Corona salgınının, daha önce bölgesel çapta yaşanan salgınlarla pek farklı bir durumun olmadığı görülüyor. Ölümün adı; veba, kolera, corona, savaş, sel, deprem, istila, yangın… ne olursa olsun insanoğlu hep aynıdır. Başkaları tarafından seçilmiş hayatlarımızın içinde, mutluluk gülücükleri ve anlık hazlarla kendimizi avuturuz. İşimiz, iş yerlerimiz, yürüdüğümüz yollar, hangi ışık yandığında karşıya geçeceğimiz, hangisinde duracağımız önceden belirlenmiştir. Nerede dinleneceğimiz, nerede alışveriş yapacağımız, attığımız adımdan, soluduğumuz havaya kadar her şeyin belirlendiği ve adına kader denilerek razı edildiğimiz hayatın kendisidir. Özgürlük nerede? Vazgeçemediğimiz her şey, bizi tutsak eden şeyler değil mi, bu başkalarının karar verdiği hayatta? “Gençtim ve nefretim dünyanın düzenine yönelmiş gibiydi.” İçimizdeki nefreti yöneltebileceğimiz birilerini, sistemleri, anlayışları, ideolojileri, devletleri, hükümetleri, bulduğumuz sürece kendimizi iyi hissetmiyor muyuz? Daha çok görmeyi arzularken bir körleşmenin içinde bulmuyor muyuz kendimizi? Öfkemizi kendimize yöneltmek, kendimize baş kaldırmak gerekmiyor mu? “Yaşamak” için girdiğimiz bu mücadele, herkes için savaşmak zorunda bırakmıyor mu bizi? Savaşmasını bilmeyenler hayatta kalabilirler mi? “ ‘Her zaman benden daha tutsak biri vardır’ tümcesi o sıralar olanaklı tek umudu özetliyordu.” İnsanın geçmişle gelecek arasındaki sıkışmışlığı ortadan kaldıran bir olgudur ölümle temas. Tekdüzeliğin içinde insan şimdiki zamana karşı sabırsız, geçmişine düşman ve geleceği elinden alınmış bir sürgüne mahkum edilirken, bu dayanılmaz tatil durumu aslında insanın kendine sürgünüydü. Aslında veba, var olan hapishaneyi görünür kılmaktan başka bir şey değildi. Ölüme terk edilmişliği sürgünle eşdeğer gören Albert Camus, kitap boyunca üstünde durduğu sürgün duygusunu şöyle açıklıyor: “Evet, sürekli olarak içimizde taşıdığımız boşluk, o belirgin heyecan, mantıksızca geriye dönme ya da zamanın akışını hızlandırma isteği, belleğin o yanan okları; işte buydu sürgün duygusu.” Kendimizden uzakta, kendini arayan sürgünlüğümüzde, kayıp oyuncakları aradığımız o boşluklara gömerek ölü cümlelerimizi, Albert Camus ile boşaltalım kalemin yükünü: “ Onların hepsi için gerçek vatan bu boğulan kentin duvarlarının ötesindeydi. Tepelerdeki güzel kokulu çalılıklarda, denizde, özgür ülkelerde ve aşkın gücündeydi. Ve geri kalan her şeye tiksintiyle sırt çevirerek o ülkeye, mutluluğa dönmek istiyorlardı.” Uğur KARACA
Veba
VebaAlbert Camus · Can Yayınları · 202020,2bin okunma
·
94 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.