Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

DİLİMİZİ TÜRKLEŞTİRMEK İÇİN AMELİ YOLLAR Türkçe’yi Türkleştirmek için uğraşmak ilk bakışta garip gibi gözükse de bugünkü Türkçe’nin melez bir dil olduğu ve Türkleşmeye muhtaç bulunduğu da bir hakikat… Bütün tarih boyunca Türkçe üç büyük buhran geçirdi. Bu üç buhran, Türkler’in kabul ettiği üç medeniyetle birlikte dilimize yayılan üç yabancı istilâdan doğdu. Birinci buhran sekizinci asrın sonlarında başladı. Türkler’in Manihaizm dinini kabul etmeleri dolayısıyla yeni dinin ıstılahları Türkçe’ye doldu. Başka dillerden Türkçe’ye çevrilen bir çok eserlerde Türk dilinin kaideleri dikkate alınmayarak gramer berbat edildi. Uygurca eserlerde bunun bir çok örneklerini görüyoruz. Bu eserlerde fiillerin başa geldiği cümlelerle Türk dili berbat edilmiştir. İhtimal ki mütercimler Türk değildi, yahut asıl metinlere sadık kalmak kaygısıyla Türk dilinin kaidelerine ehemmiyet verilmiyordu. Bununla beraber bu ilk buhran hafif geçti. Çünkü Türkler’in hepsi Manihaist olmamış ve bu bozuk edebî dil bütün Türkler arasına yayılmamıştı. İkinci buhran on birinci asırda başladı. Türkler onuncu asrın ortasında, yığın halinde, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra on birinci asırdan başlayarak yeni bir edebiyat vücuda getirdiler. İslamiyet’in Türklük üzerindeki tesiri Manihaizm’den çok kuvvetli olduğu için buhran birincisinden daha geniş oldu. Bu sefer Türkler, dinî dil olarak Arapça’nın ve edebî dil olarak da Acemce’nin tesirine maruz bulunuyorlardı. İki dilin birden tesirine maruz kalmak Türkçe için iyi mi, kötü mü oldu? Bu ayrı bir meseledir. Acaba yalnız Arapça’nın tesirine maruz kalsaydı, Türkçe daha mı az müteessir olacaktı? Yoksa Arapça ve acemce birbirlerinin tesirlerini kısmen azalttıkları için iki dilin birden tesirine maruz kalmak Türkçe’nin lehine mi olmuştur? Buna şimdilik cevap veremeyeceğim. Fakat şu muhakkak ki Arap ve Acem dilleri edebî dilimizi tamamen melezleştirmiş, halk dilimizi ise yoksullaştırmıştır. Gerçi, Osmanlıca dediğimiz dil kudretli bir lisandı: Kendisine mahsus ve tercüme edilemeyecek incelikleri vardı. Fakat acaba Türkçe kendi şartları içinde inkişaf etseydi bundan daha mı geri kalacaktı? Orhun Abidelerinde, Dede Korkut masallarında, Aşık Paşa Zade tarihinde Türkiye’nin kendi şartları içinde inkişaf imkânını bulsaydı pek olgun bir dil haline geleceğini teslim etmemek imkânsızdır. Bundan başka Osmanlıca dediğimiz dil pek zengin bile olsa, sunî olduğu için devam edemedi ve yerini bugünkü yoksul dile bırakarak çekildi, gitti. Üçüncü buhran ise son yılların hadisesidir ve batı medeniyetine kati olarak girmek için uğraştığımız bu devirde batı medeniyetini temsil eden dillerin Türkçe’yi tehdit etmeleri şeklinde tecellî etmiştir. Fransızca ve İngilizce kelimelerin, terkiplerin Türkçe’yi alabildiğine bozmaları şeklinde devam etmektedir. Bunun, öteki ikisinden daim tehlikeli olduğu meydandadır. Çünkü diğerlerinde Türkçe’yi istilâ eden diller mukaddes bir yolla, dinle geliyorlardı. Şimdi ise İngilizce ve Fransızca dinî dil oldukları için gelmiyorlar. Yalnız kültür dili sıfatı ile geliyorlar, ilk ikisinde yabancı dil istilâsının tehlikesi bilinmiyordu. Bugün ise bu tehlike bilindiği halde geliyor. Aleyhlerine savaş açıldığı, yazılar yazıldığı halde dilimizi istilâ ediyorlar. Bunun ne büyük bir tehlike olduğunu söylemeğe hiç lüzum yok. Çünkü millet nihayet kan ve dil demektir, istiklâlini kaybeden bir millet dîrilebilir. Fakat dilini kaybeden millet yok olmuş demektir. Bugün tezatlar içinde bulunuyoruz. Dilde Türkçülük yapmak fikirleri bu kadar kuvvetli iken bir yanda dili baltalamak da en feci şekilde devam ediyor. Meselâ gazetelerde “Sosyete Şilep” diye bir “yük gemisi cemiyeti”nin adı sık sık geçti. Tamamıyla Fransızca olan bu isim asrîlik, şıklık, kibarlık olsun diye konulmuştu. Resmî makamlardan buna hiç bir itiraz yapılmadı. Memleketi bir alay “palas” bürüdü, “İnci Palas”, “Ankara Palas” seklinde garip apartman isimleri çoğaldı. Nihayet sokak isimleri de tıpkı Yahudi satıcıların söylediği gibi resmî daireler tarafından bile kullanılır oldu: “Çanakkale Sokak”, “Çilek Sokak” gibi Türkçe terkipler aldı. yürüdü. Dilimiz Türkçelikten çıkmış, Avrupaî bir hal almak yolunu tutmuştu. Halbuki o sıralarda dilimizdeki bütün yabancı kelimeleri atıp yerine Türkçelerini koymak için kuvvetli bir cereyan başlamış, hattâ bütün millet seferber edilerek kelime bulmaya davet edilmişti. Bu işle ifrata gidilmeseydi, bir iki ayda dilimizden bir kaç bin kelime atılarak yerine binlerce yeni kelime sokmak gibi imkansız bir düşünce ardında koşulmasaydı muvaffak olunacaktı. Fakat ifrat her şeyi bozdu. Bugün dil işinde korkunç bir kargaşalık içinde bulunuyoruz. Devlet ciddî şekilde işe karışmazsa bu kargaşalığın biteceği yoktur. Uzun uzun münakaşalardan, kongrelerden, komisyonlardan hiçbir netice alınamayacağı için süratle tatbik olunacak amelî çareler düşünmeğe mecburuz. Dilimizi Türkçeleştirmek için neler yapılması gerektiği hakkındaki düşüncelerimi aşağıya yazıyorum: 1) Bu işe devletimizin adı ile başlamalıyız. “Türkiye” Türkçe bir kelime değildir. Osmanlı padişahları kendilerini “Türkistan” padişahı sayarlardı. Türkistan, Anadolu mânâsına kullanılırdı. Namık Kemal de “Türkiye” yerine “Türkistan” kelimesini kullanmıştır. “Türkiye”, yabancıların bizim ülkemize verdikleri adın başka bir söyleniş şeklidir. Fransızca “Turquie” ve İtalyanca “Türchia” sözlerinden alınmıştır. Türkistan kelimesinin sonundaki “İstan” da acemce bir ektir. Fakat daha çok Türkleşmiştir. Bununla beraber benim şahsî kanaatimce devletimizin adı “Türkeli” olmalıdır. Çünkü “El” hem memleket, hem devlet, hem de millet mânâsına gelen güzel ve özlü sözlerimizden biridir. Almanlar “land” sözünü nasıl hem memleket, hem de vilâyet mânâsında kullanıyorlarsa, biz de “El” kelimesini hem vilâyet, hem memleket mânâsında kullanabiliriz. 2) Devlet teşkilatındaki bütün müessese, rütbe, unvan, memuriyet adları Türkleştirilmelidir. Bu isimlerin yenileri halka ne kadar aykırı gelirse gelsin kabul olunur. Konuşma dilinde olan kelimeleri değiştirmek ne kadar güçse, resmî yerlere ve unvanlara ait kelimeleri değiştirmek de o kadar kolaydır. Meselâ Reisicumhur. Başvekil, Vekil, Millet Meclisi, Belediye, Vilâyet, Kaza, Nahiye, Vali, Kaymakam, Müdür, Hakim, Mahkeme, İcra, Maliye, Adliye vesaire gibi yüzlerce kelime Türkçe değildir. Bunların karşılıkları bulunup kullanılması kanunla mecburi kılındıktan sonra halk buna herhalde ister istemez alışacaktır. Bu kelimelerin karşılıkları aranırken şimdi kullandığımız şekillerin tercüme yoluna gidilmelidir. Meselâ “Vekil” yerine, “Nazır”ın tercümesi olarak “Bakan” denilmiş, fakat bu kelime beğenilmemişti. Bunların karşılıkları bulunurken eski Türkler’in bu mevkilere hangi adı verdikleri düşünülmelidir. Meselâ “Başvekil”in karşılığı olarak Karahanlılar zamanında kullanılan ve hükümdardan sonraki en yüksek devlet nazırı mânâsına gelen “yuğruş” kelimesi fena mıdır? Keza Gök Türkler’de ve Uygurlar’da nazır demek olan “Tarkan” sözünü alarak vekil yerine kullansak çirkin mi olur? Bütün bu isimler derlenip toplandığı zaman bizi tatmin edecek kadar zengin olduğu görülecek ve Türkçe’nin yapısına uymayan yabancı sözler yerine pek güzel Türkçe karşılıkları bulunacaktır. 3) Bütün ilmî ıstılahlar Türkçeleştirilmeli ve bu ıstılahlarla yazılmış yeni kitaplar süratle bastırılmalıdır. Gerçi üniversitede bir terim komisyonu varsa da bu komisyon Türkçü bir zihniyetle hareket etmemektedir. Ortaokullar ve liseler için Türkçe ıstılahlar hazırlanırken üniversitede Arapça mı, Lâtince mi meselesi münakaşa edilmektedir. Türk yurdunda Türk ilmini yapacak gençleri Türkçe sözler ve ıstılahlarla okutup yetiştirmeliyiz. Arapça, yunanca, Lâtince ıstılah almağı düşünmek, fikir esaretinden başka bir şey değildir. Diri bir milletin diri lisanı dururken ölü dillerden kelime almak niçin düşünülüyor? Avrupa milletleri ıstılahlarını Lâtince ve Yunanca köklerden alırken dünya başka şartlar altında idi ve nihayet Avrupa milletleri de Latinler ve Yunanlılar gibi Hint-Avrupa milletlerinden olduğu için dillerinin yapısı birbirine uyuyordu. Bugün ise aynı şartlar ve aynı görüş tarzı yoktur. Bundan başka Türkçe, Turan dillerinden olduğu için dil yapısı Avrupa milletlerinin dil yapısına uymaz. Meselâ “jeoloji” kelimesi Türkçe’nin hiç bir zaman hazmedemeyeceği bir kelimedir. Çünkü bir kere ahenk kaidesine uymaz. Yâni içindeki sesli harflerin ikisi ince, ikisi kalın olduğu için Türkçe ile bağdaşmaz. Sonra Türkçe’de iki sesli harf yan yana gelmediği halde burada “e” ve “o” harfleri yan yana gelerek Türk dilinin yapısına uymayan bir aykırılık hasıl etmiştir. Bundan başka Türkçe’de “o” harfi yalnız ilk heceye gelebildiği halde bu kelimede ikinci ve üçüncü hecelere gelmiştir ve nihayet Türkçe’de “j” harfi olmadığı halde bunda iki tane “j” harfi vardır. İlim ıstılahlarını alırken müthiş tezatlar içinde bulunduğumuzun hiç farkında değiliz. Geographie, geometrie ve geologie kelimelerinin üçü de aynı kökten yâni “yer” mânâsına gelen “geo” dan alındığı halde biz birinin coğrafya, birini geometri, birini de jeoloji şeklinde almış bulunuyoruz. Niçin? Bu işler keyifle mi olacak? Öyle ise herkes kendi keyfine gittiği gibi söyler ve bundan da, her keyifli işin sonunda olduğu gibi, disiplin ve kuvvet yerine kargaşalık ve kuvvetsizlik doğar. Halbuki bizim dilimizde “logie” ve “graphie”nin karşılığı olarak “bilip;” ve “bitig” sözleri vardır. Bunları iki ek diye kabul edersek birçok ilimlerin adlarını Türkçeleştirmek kabil olur. Meselâ “etnoloji” ve “jeoloji” yerine “ilbilig” ve “yarbilig” desek, “etnografya” ve “kozmografya” için de “ilbitig” ve “açunbitig” karşılıklarını kabul etsek ve böylelikle bütün ilimleri Türkleştirsek fena mı olur? Herhalde “bilig”, “loji”den daha gayri değildir. Talebe ve münevverler içinde Türkçeleri, ötekilerden daha güç ve çapraşık sayılamaz. Türk dilinin hâkimiyetini istiyorsak bu yoldan gitmeliyiz. Yok, Arapça’nın ve Frenkçe’nin üstünlüğünü tanıyacaksak o zaman münakaşa boşunadır. Çünkü hem milliyetperver olmak, hem de Arapça’nın veya Latince’nin şu veya bu sahadaki üstünlüğünü tanımak mantıkla değil, keyifle izah olunabilen bir meseledir. Araya keyif karışınca da münakaşa beyhude olur. Bütün müessese ve teşkilât isimleri kanunla Türkçeleştirilmeli, müeyyide olarak büyük para cezaları konmalıdır. Soy adları Türkçeleştirilmeli, Türkçe soy adı diye ortaya çıkan acayiplikler men olunmalıdır. Bundan sonra doğacak Türk çocuklarının Türkçe isimler taşıması kanun haline getirilmelidir. 6) 3-4 kişilik ehliyetli bir dil heyeti kurularak Türkçe’si bulunabilecek kelimeler bu heyete tespit ettirilmeli, sonra yavaş yavaş bu kelimelerin kullanılması memlekette mecburî kılınmalıdır. Gazetelerde, kitaplarda bu kelimeleri kullanmayan yazıcılara Türk diline saygısızlık göstermiş, oturak ceza verilmelidir. “Türk dilini koruma kanunu” yapılarak lokantalarda, mağazalarda, çarşılarda, ilânlarda, sinemalarda yapılan Türkçe katliâmına nihayet verilmeli, müeyyide olarak büyük para cefaları konmalıdır. Türkiye’nin vilâyetleri, o vilâyetlerin fâtihleri olan kahramanların adlarıyla adlandırılmalı; Orhaneli, Kocaeli gibi isimler bütün memlekete teşmil edilmelidir.” Böylelikle vilâyetlerin isimleri Türkleşirken millî mefahirimize de değer vermiş oluruz. İlkokullardan başlayarak bütün mektep kitapları büyük bir dikkatle ve Türkçülük zihniyeti ile yeniden hazırlanmalı ve bu seferki dil inkılâbı kafi olacağı için öğretmenlere düşen büyük vazife de kendilerine anlatılmalıdır. Yeni ihtiyaçların doğurduğu yeni kelimeler Frenkçe’den alınmayarak mutlaka bunun karşılığını bulmalı ve bunu bir prensip haline getirilmelidir. Nazarî sahada kalındıkça Türk dilinin beklenen zaferi kazanmasına imkân yoktur. Çınaraltı, 1941, Sayı: 5
·
100 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.