Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Önceki Gün ya da Bir Yıl Öncesi Danny Livingstone, sol kulağının içindeki kulak çubuğunu elinde çevirdiği sırada kendi kendisine, burası cennet, dedi. Yanına kar kalan birkaç günlük keyfinden biri de buydu, çünkü yüzlerini bile hatırlayamadığı kadar çok kadınla yatıp kalktıktan (ki kendileriyle bir daha karşılaşmayı filan arzulamıyordu), o güya gurme yemeklerini yeyip en iyi şarapları içtikten, gezegenin en lüks yerlerine gittikten, eleştirmenlerin övgü dolu sözleriyle karşılanmış ya da üniversite profesörleri tarafından alaya alınmış bütün o şiir ve romanları okuduktan ve zenginlerin ölmeden önce görmesi gereken bin bir yere gittikten sonra geriye işte bu kulak çubuğu kalmıştı. Hatta dahil olduğu bütün müsabakalarda ödüller kazanmıştı, bunlardan bazıları da satrançta Uluslararası Usta ödülü, briç turnuvasında Hayat Boyu Başarı ödülü, yüzmede Asya Oyunları şampiyonluğu, profesyonel polo oyunculuğu, üst düzey at biniciliği, Avustralya engelli golf turnuvasında on iki engel atışı, yalnızca bir kez kaybettiği ve üç defa kazandığı (biri nakavt) karşılaşmayla amatör boksörlük ve hatta üniversite karmasında altı numarada forma giymekti. O zamanlar 1.95 boy yeterince iyiydi ancak artık pota yüksekliği 2.43 'e çekilince (Filipinler sisteminde sekiz fit) mahalle maçlarında bile oynayamaz olmuştu. Zaten mahallesinde karma maç yapıldığı da yoktu; arkadaşları daha ziyade bilgisayarlarının başında oturan ve okullar arası karşılaşmalardaki seremoni atışı dışında eline basket topu bile almayan, ufak tefek tiplerdi. Komşularının aksine toplarını elinden düşürmezdi ancak metaforun gidebileceği yerleri düşününce kendi kendisine gülümseyip, "Her neyse. Oradaydım, hepsini yaptım," dedi. Kendi kendine konuşmayı seviyordu, daha doğrusu son zamanlarda kendisini etrafı parazit ya da fillerle sarılıyken bile kimseyle konuşmazken buluyordu. Bütün astlarını ya da Livingstone Creations'ın yönetim kurulundaki parazitleri aramıştı; evet, onlar parazitten başka bir şey değildi. Ne istese olumlu yanıt veriyorlardı, en olmadık taleplerine bile evet diyorlardı ve yönettiği toplantılarda asla tek soru dahi sormuyorlardı. Kendisi hatalı olduğunu bilse ve onlar da hatasını görseler bile haklı olduğunu söylüyorlardı. Aslında çoğu zaman haklıydı, ancak bu nadir anlarda, içgüdüleri onu hayal kırıklığına uğrattığında da haklı sayılırdı; en azından şu parazitlerden daha haklı olduğu kesindi. Kıçını yalamayanlara fil diyordu çünkü kalın kafalıydılar ve o uzun burunlarını dedikodu için uzatmaktan başka gösterecekleri bir şeyleri yoktu. Ona kalırsa hepsi aptaldı çünkü ortalama IQ'ları onun 260'lık derecesinin yakınına bile yaklaşamıyordu; MENSA'ya kabul edilirken test yaptırmıştı. Bunlar bir yana, o geçerken bakışlarını çevirmedikleri ya da, "Merhaba, efendim," diye mırıldanmadıkları ya da halihazırda ölmüşlerse de gelecekte bir gün, hepsi öldükten sonra bu adam gibi bir dahinin çıkagelip de bütün dünyanın sorunlarını çözeceğini görmedikleri için birer parazit ve fildiler. Bilhassa geçmişin bütün öncü ve yenilikçilerini küçümsüyordu çünkü kulak bilgisayarıyla onların bütün öncü yeniliklerinin ötesine geçmişti. Kulağına kulak pamuğu sokmak sadece günlük bir esriklik keyfi değildi, aynı zamanda insan kulağının beyne açılan bir pencere olarak potansiyelini ortaya çıkarmasıyla kazandığı serveti hatırlatıyordu. Sol kulağını kurcalamayı seviyordu çünkü aksi halde bu kulak tamamen işlevsizdi. Kulağına sokuşturduğu bütün o bilgisayarlar yüzünden duyma yetisini mahvetmişti. Kendisinden önce kimsenin icatlarını denemesini kabul etmiyordu; bu yüzden de voleyi vurana kadar -kulak bilgisayarı- uğraştığı her şey, denemeden ziyade hataydı. Orijinal kulak bilgisayarı sol kulağına tam uyana dek ekibinin aklına gelen bütün teknik gelişmelerden geçmiş ama konsept aynı kalmıştı: Sol kulağı kullanarak insan beynine ulaşmak mümkündür. Her bir kulak bilgisayarı bir diğerine yol göstermiş, sonunda da kendi kulak bilgisayarına mümkün olan bütün bilgisayar verilerini girmeyi başarmıştı. Diğer insanlar yazılım ve uygulamalar geliştirdiyse de patent ondaydı. Artık dünya üzerine kulak bilgisayarını kullanan milyarlarca insan ona diyetini ödemişti; artık bir kulak ne kadar ederse. Sol kulağının duyma yetisini kaybetmesi bir milyoner olması karşılığında ödediği küçük bir bedeldi sadece. Banyo aynasında kendisine bakıp iç çekti. Her şey dünle, ondan önceki ve ondan önceki günle hatta bir yıl öncesiyle aynıydı. Bir insanın kazanabileceği bütün milyonlara sahip olmuştu, önemli-önemsiz bütün dergilerin kapağına çıkmıştı, bütün madalyaları ve ödülleri almış, canlı ya da kayıttan her tür izleyiciye seslenmişti. Başarı rutinleşmiş, dolayısıyla da sıkıcı hale gelmişti. Ayrıca yeni bir alet icat etme ihtiyacı da hissetmiyordu; zaten orijinal kulak bilgisayarı İsviçre hesabını otomatik olarak her saniye dolduruyordu. Bir de üzerine diğer parlak buluşu olan Bookamin vardı. Aslında ona doğrudan alet denemezdi ama o da milyarlarca satılmıştı çünkü okumak, promosyonlar ve reklamlara döktüğü milyonlar sayesinde tekrar popüler hale gelmişti. Tabii her hafta yeni başlıklar bularak yönetim kurulunun arzularını tatmin etmesi gerekiyordu; kuruldaki üst düzey üniversitelerin post-doktorasını tamamlamış profesörleri her gün yüzlerce yeni başvuruyla geliyor ve ona yayınları onaylamaktan başka çare bırakmıyorlardı. Tembel olmak istemiyordu ama tembellik de verimliliğin sonucuydu. O kadar iyi bir CEO'ydu ki kendisini lüzumsuz kılmıştı. Metro Manila'daki Payatas'ta bulunan ofis binasının 250. katındaki dairesinin balkonuna çıktı. Çatı katını bizzat dizayn etmiş, son teknolojiyle donatmış, dünyanın en iyi mimarları ve mühendislerinden yardım alarak Forbes Magazine'in listelediği diğer bütün milyonerlerin dudağını uçuklatmıştı. Balkondan bakınca, Luzon Adası'nın doğuya bakan dağlarının ardından doğan güneşi izleyebiliyordu. Dairenin batı yakasındaki balkondan da Manila Bay' da batan güneşi izleyebiliyordu. Payatas'ta bina yaptırmayı akıl ettiği için kendisine minnet duydu. Burada, bir sonraki en yüksek bina elli kat alçak ve on milyon dolar daha ucuzdu. Geçen on iki yıl boyunca binası, dünyanın en yüksek binası sıfatına sahip olmuştu; 829.8 metre uzunluğundaki Burj Khalifa'yı ve Çin'in bir kilometrelik ikiz kulelerini cüce gibi gösteriyordu. Bangladeşliler tarafından yapılmakta olan bin katlı bina bu sıfatı talep edecekti ama umurunda değildi. Eskiden rekabetçiydi ama artık ihtiyacı kalmamıştı. Yine de binasının bulunduğu adayı satın alınca hem günbatımı hem de gün doğumunu izlediği sekiz yüz metrelik binasının önüne herhangi bir çirkin ofis binasının engel çıkarmamasını da garantilemişti. Ancak güneş onu hala meraklandırıyordu ve bu, hiçbir insan evladının -kendisinin bile-- üzerine çıkamayacağı bir şey olmayı sürdürecekti. Mutluydu ya da en azından olmalıydı ama değildi. Aşağıdaki sokağa bakınca Danny bazen bu uzun binadayken hissettiği o duyguyu tekrar hissetti. Balkondan atlamak istedi. Hiç hissetmediği bir keyifti; kendisini yerçekiminin kuvvetine bırakınca yüzünde hissedeceği rüzgarın baskısı, bilinmeyen o son şeye -ölüme ya da antik metinlerin iddia ettiği üzere ölümden sonraki hayata- karşı ani korku. Bazen gerçekten de tırabzanları kavrar, atlamaya hazırlanırdı ama hemen geri çekilirdi. Zihni her şeyi, hatta ölümü tatma arzusuna karşı güçlü bir engel teşkil ediyordu. Kendisini neden öldürecekti ki? Dünya üzerine sahip olunabilecek her şey, hatta daha bile fazlası elinin altındaydı. Bir yaz akşamı kafasına kurşun sıkan Richard Cory olacak hali yoktu. Dışarıdan gülümserken içinin ağlamasının ne demek olduğunu iyi bilirdi. Aslında o ne içinden ne de dışından ağlamıştı; karısının öldüğü zaman dışında. Ancak ona ölümü düşündüren sadece karısının ölmesi değildi, sonuçta bunun üzerinden çok sular akmıştı. Ancak son zamanlarda kendisini ölüm hakkında eskisinden daha fazla düşünür buluyordu. Bir şey ona atlamanın o kadar da kötü olmayabileceğini düşündürüyordu. Emily Dickinson'ın ateşli bir hayranıydı. Emily Dickinson'ın şimdi bir müze olan Amherst'teki evine yıllık ziyaretler gerçekleştirir, bu seyahatlerine de hac derdi. Eğer gerçekten de öteki dünya varsa, orada Emily Dickinson'la buluşabileceğini hayal etmekten hoşlanıyordu. Acaba insanların öteki dünyada vücutları var mı, diye merak ediyordu. Kendisine göre dünyanın gelmiş geçmiş en iyi şairine temas edebilecek miydi? Hatta belki onu öpebilecek miydi? Pantolonun altında hafif bir gerilme hissetti. O anda çoktan ölmüş şaire hayranlığının entelektüellikten öte duygusal, hatta fiziksel olduğunu anladı. Ancak onu balkondan atlamaktan alıkoyan da Emily Dickinson'ın kendisiydi. Kendisine her sabah yüksek sesle okuduğu şiiri o yazmıştı. Açık gökyüzüne bakarak şiiri tekrar okudu: ben duramadığımdan çünkü -ölüm için o -benim için durdu- kibarca bir bizi aldı araba ve bir de ölümsüzlüğü yavaşça sürdük- hiç acelesi yoktu ve ben de bir yana koydum hem emeğimi hem de boş zamanımı onun kibarlığı karşısında okulu geçtik- çocukların itişip kakıştığı teneffüs vakti-halka olmuşgeçtik- gözü dalan ekin tarlalarını batan güneşi geçtikya da- o bizi geçtiçiğ damlaları düştü keskin ve ürpertici ağdan yapılmıştı çünkü giysim ve atkım -yalnızca tüldübir evin önünde durduk bir toprak yığınına benzeyen çatı görünmüyordu neredeyse -kornişler- yerin altındaydı ondan sonra-yüzyıllar oldu-ama bir günden kısa sanki -sanmıştım ki- önceleri atların başları sonsuzluğa çevriliydi. Gülümseyip cennetin bulunduğu malum yöne bir öpücük gönderdi. Çocukça bir hareket olduğunun farkındaydı ancak Emily Dickinson'ın cennette yaşayıp kendisini izlediğini hissetmişti. Ona üstten bakmadığını, aksine yıldan yıla Dickinson Turunda geçirdiği haftayı takdir ettiğini umuyordu. Ah, bir yüzyıl önce doğmuş olmayı nasıl da isterdi ... Ancak o zaman da yüz milyon baytı bir kulak bilgisayarına yüklemenin yolunu bulup da bu kadar zengin olamazdı. Elbise dolabının karşısına geçip o gün giyeceği takımı seçti. Aslında aradan seçmenin bir anlamı da yoktu çünkü otuz takım elbisesi de birbirinin aynıydı. İnsanlara çeşit çeşit kıyafeti olduğunu göstermek arzusunun üzerinden çok sular akmıştı. Artık dünya üzerine nefes alan en zengin adam olduğu için kimse takımlarını Paris 'teki saçma bir butikten mi yoksa sefil Beverly Hills 'teki terziden mi aldığını önemsemiyordu. Takımlardan birinin kokusunu içine çekti, takım kesinlikle meşhur bir kuru temizlemecinin aromalarını taşıyordu; bu dükkan, imza olarak naneli kolonya kullanırdı. Kokuyu umursamadı. Başkalarının fark etmesi de umurunda değildi çünkü zaten ağızlarını açıp da söyleyemezlerdi. Evi aynı zamanda antiseptik görevi de gören gül aromalı oda parfümü kokuyordu. Evine son model bir havalandırma ekipmanı kurdurtmuştu: Havadaki iyonları kontrol etmekle kalmıyor, aynı zamanda ısı ve nem ayarı da yapıyordu. Evdeki ve hatta ofisindeki diğer kulakla ilişkisiz bilgisayarlar gibi havalandırması da sesle kontrol ediliyor, güvenlik mekanizması efendisi olarak sadece onun sesini tanıyordu. Yüksek sesle, "Program," dedi ve ofis bilgisayarına bağlı terminalin ışığı yandı. "Her zamanki gibi, efendim," diye yanıtladı bir kadın sesi. "Ek olarak Payatas Garden Club'ın nezaket ziyareti var." Donup kaldı. Nezaket ziyaretlerini hayatından çıkaralı epey olmuştu çünkü her zaman kaba ve saygısız olmalarının yanı sıra gereğinden uzun sürüyorlardı; zaten gereği de yoktu. "Ne istiyorlar?" dedi. Bilgisayar, sesindeki öfkeyi hemen algılamıştı. "Üzgünüm," dedi bilgisayar. "Size Payatas'ı kurtardığınız için takdirlerini sunmak üzere buradalar." "Bu hayatımda duyduğum en saçma şey. Payatas'ı kurtarmadım. Ben dünyayı kurtardım!" Danny doğruyu söylüyordu. Sahiden de dünyayı kurtarmıştı. Payatas buzul erimesinden kurtulmayı başarmıştı. Tabii dünyanın geri kalanı da. Yirminci yüzyılın sözde iklim bilimcileri iklim değişikliğinin Manila'yı devasa bir sel baskını altında bırakacağını öngörmüşlerdi. Böylece adanın çoğu deniz seviyesinin altında kalacak, dağlık alanlar ise adanın yeni kumsalları haline gelecekti. Metro Manila'nın merkezindeki Payatas, genişlemiş Manila Bay'ın ortasında kalacaktı. Dünya gezegeninin geri kalanındaki bütün ada ülkelerinin yok olacağı ve Atlantis gibi kayıp şehirlere dönüşeceği tahmin ediliyordu. Bu asla olmadı ve olmayacak da. Danny sayesinde. Danny buzulların erimemesine yardımcı oldu. Artık yaygın hale gelen, karbon ve metanı geri dönüştüren yel değirmenleriyle, Çin'deki ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki artan karbon salınımı miktarını tersine çevirdi ve Kutuplar'daki muazzam metan salınımını nötr hale getirdi. Çin Birleşik Devletleri Ltd. gibi bir ekonomik süper gücün bir araya gelmesi ve kurulması, Avrupa Birliği, Asya Ekonomi Birliği ve Afrika Kıta Birliği'ne benzer olup şirketin hakkı sadece onun zeki ve karlı bir taleple yel değirmenlerini satmasıyla gerçekleşebilirdi. Danny sayesinde Payatas dünyanın en kötüleri sıralamasındaki konumundan kurtulmuştu. Danny'nin günlerinin çoğunu geçirdiği The Livingstone Creations binası bölgeyi kaplayan mimarı şaheserler arasında bile öne çıkıyordu ancak diğer binalar da muhteşemdi. Google Seven yerleşkesi sokağın ucundaydı : Antik firavunlara özenerek yapılmış yeraltı ofisli piramitleriyle muazzam bir alandı. Sy Tan Memorial Mall, tek raylı sistem ve olimpik boyuttaki havuzlar, Tacloban Uluslararası Havaalanı'ndan düzenli akışı hiç kesilmeyen turist helikopterleri pistlerini barındırıyordu. Danny bütün binaların tekdüze yeşile boyanması, dışarısında küçük bahçeleri ve helikopter pistsiz çatıları olmasında ısrar etmişti, böylece havadan bakınca Payatas bakir bir ormana benzeyecekti. Danny, binasının Dubai'den Makao'ya dek bütün müteahhitler tarafından kıskanılması için hiçbir masraftan kaçınmamıştı . Uzay mekiği görünümündeki binanın her iki yanında da güneş panelleri, çatısında da kendi karbon geri dönüşüm değirmenleri mevcuttu. Danny biraz ikna, daha çok da rüşvetle Payatas'ın hava sahasının uçuşa yasak bölge haline getirilmesini de sağladı; sadece Tacloban' dan helikopterler için dar bir hava koridoru kullanılmasına izin veriliyordu. Kendi çatı katı da son moda tasarımla, minimalist, akıllı teknolojilerle ve dayanıklı malzeme kullanılarak döşendi. Bir ses kontrollü düğme tıklamasıyla zemindeki tenis kortunun yerini yüzme havuzu alıyordu. Sesli komutla multimedya odasının kapısını kapatıp duvarları Disney sinema salonuna çevirebiliyor ya da havada süzülüyormuş gibi hissetmesini sağlayacak şekilde uçsuz bucaksız bir koridor haline getirebiliyordu. Ki süzülüyor sayılabilirdi. Bilgisayarına, "Nezaket ziyaretini iptal et," diye emretti, işte bu kadardı. Bugün farklı bir şey yapmak istiyordu, çalışmayacaktı. Halk arasına karışacaktı. On iki şoförünün itirazlarına rağmen antika Mercedes Benz 'ini şahsen kullanmaya karar verdi. Zaten ağızlarını açacak değillerdi. Malacafiang Palace 'a bağlı bilgisayarına, "Polislere söyle, South Luzon Expressway 'in giriş çıkışlarını kapatsınlar," diye komuta verdi.. Oradaki sekreterlerden biri bütün isteklerini dinlemeye hazır bekliyordu. Yoksa Danny, işletmesini onu dört gözle bekleyen Formosa 'ya taşıyıverirdi. Eski arabasını Manila 'dan Mayon Volcano'ya, ray hattının bittiği yere dek önüne engel çıkmadan, son sürat sürmek istiyordu. Otomatik vitesi idare edebileceğinden emin değildi çünkü sürme zahmetine girdiği az sayıda arabalarının hepsi sesle kontrol ediliyordu. Ancak bu tükenmişlikten, sıkıntıdan ya da işte ruh halini zayıflatan şey her ne ise ondan kurtulmak için yeni bir şey denemesi gerektiğini biliyordu. Depresyona girmek üzere olduğunun farkındaydı; Bookamin'lerinden birinde bu konuyu okumuştu. Belirtileri biliyordu. Reçetesi belliydi: Dışarı çık ve çiçekleri kokla. Lakin çiçekler kırsal kesimdeydi, şehir merkezinde değil. Mayon Volcano'ya gidecek ve geçen yılki volkan patlamalarından artakalan birkaç çiçeği koklayacaktı. Asansöre binip zemin kattaki arabalarının park halinde beklediği garaja indi, delirmiş gibi şoför odasını aramaya çalışan güvenlikten anahtarları alıp şoför mahalline oturdu. Biraz tuhaftı ama anahtarı bir yerlere takması, pedallara basması ve vitesi hareket ettirmesi gerektiğini biliyordu. Ulusal polis üzerine düşeni yapmıştı. Payatas'tan South Luzon Expressway'in gişelerine dek yolda kimse olmayacaktı. Yüksek sesle, "Vites yükselt," dedi ama arabanın sesle komuta edilmediğini, otomatik vites olduğunu hatırladı. "D" yazılı yere bakınca otomatik arabaların vitesinin sürüş sırasında "D"ye getirilmesi gerektiğini hatırladı. Gaz pedalına basınca araba boş otoyola hızla girdi. Annesi, eskiden Makati 'deki kiralık, virane apartman dairelerinden Manila'daki hastanenin acil servisine gittikleri her defasında, "Neden bu kadar hızlı kullanıyorsun?" diye sorardı. "Çünkü bu acil bir durum," derdi seksen yaşındaki annesine. Annesinin on yıldan fazladır Alzheimer'ı vardı ve artık oğlunun adını bile zor hatırlıyordu. "Niye acil durum?" diye sorardı annesi. "Tansiyonuna bakılması gerekiyor, anne," derdi sabırla. "Daha dün baktırdım," diye karşı çıkar, hatırlamadığı için oğluna ayıplayarak bakardı. "Biliyorum, anne," derdi Danny, "ama doktor sürekli baktırmamız gerektiğini söyledi." "Tansiyonuma bakılması hoşuma gidiyor," derdi annesi, sonra da uyuklamaya başlardı. Aslında hızlı sürmezdi, saatte otuz kilometreyi biraz geçerdi. Annesinin sürekli bilinmeyen bir nedenle kanaması olurdu. Ağzına kaşığı nasıl sokacağını hatırlamadığı için kendisini incitebilirdi. Danny ilaçlarla ilgilenirken yataktan düşebilirdi. Doktorların aslında ilgilenmek istemediği bir şeyler yapabilirdi. "Önemli olan yaşam kalitesi," demişti bir doktor. "Neyle uğraştığımızı bildiğimiz için laboratuvar testleri yapmamıza gerek yok," demişti bir başka doktor. Triage ' daki hasta kabul görevlisi daha doğrudan konuşmuştu. "Üzgünüm beyefendi ama laboratuvar testlerini karşılayabileceğinizi sanmıyorum. Ne bilmek istiyorsunuz ki zaten?" Danny gazı kökledi. Aslında zor zamanlarının, parasızlığının ve annesinin hala hayatta olduğu zamanların anısı canını sıkmamalıydı. Üzerinden çok zaman geçmişti. Artık dünyada bir başına olduğuna, karısı dahi öldüğüne, çocuk sahibi de olmadığına ve tek kız kardeşi de hiç ziyaretine gitmediği bir yerde yaşadığına göre bu anının bir anlamı yoktu. Yine de bir zamanlar fakir olduğu için öfkelendi. Scarlet O'Hara gibi bir daha asla fakir olmayacağına ant içmişti, şu anda da kesinlikle fakir değildi. Annesini düşününce kendi kendisine konuşmaya başladı : "Ah, anne, ne yaptığımdan asla haberin olmadı." Gençken o işleri yaptığı geceleri düşündü. Ellerini battaniyesinin altına götürür ve kendisiyle oynamaya başlardı. Annesi hep yanlış zamanda, tam televizyon ekranında hangi film yıldızı varsa onun adını bağırmak üzereyken gelirdi. "Ne yapıyorsun, Danny?" diye sorardı annesi. "Hiçbir şey, anne," diye yanıtlardı elinden geldiğince sakin bir tonda. Annesi, "Benim yapmayacağım şeyleri sen de yapma, oğlum," der, sonra da kapıyı nazikçe arkasından kapatırdı. Tabii ki biliyordu, diye düşündü Danny kendi kendine. Annesi Sherlock Holmes değildi elbet ama bağnaz da sayılmazdı. Danny'yi doğurmadan önce birkaç erkek arkadaşı olmuştu ve babası da -artık her kimse- para istediği için onu terk eden adamlardan biriydi işte. Ancak annesi Danny'yi şımartmış, istediğini yapmasına müsaade etmişti. Danny battaniyenin altından çektiği ellerinin ıslaklıklarını, battaniyenin lekelerini fark ederdi. Ancak ellerini kıyafetlerine siler, annesi de battaniye ya da tişörtlerdeki lekelerin konusunu açmazdı. Bir keresinde, yıkanmak için banyoya gitmek üzere doğrulduğunda, kafasını daha önce bir kere bile bakmadığı eski kitapların bulunduğu rafa çarpmıştı. Oraya sadece duvarı renklendirmek amacıyla yerleştirilmişlerdi. Annesinin eski kitaplarıydı. Çoğu yıpranmış, sayfaları eksik haldeydi; onları sık sık raftan düşmesinler diye yeniden yerleştirirdi. Aslında kitapları önce boyuna, sonra ağırlığına ve en son da sırtlarının rengine göre yerleştirmekten hoşlanırdı. Hatta bazen isimlerinin ilk harfine ya da yazarının isim ya da soy isminin ilk ya da son harfine göre yerleştirdiği de olurdu. Ancak eline okumak için bir kere bile almamıştı. O seferinde yere düşmek üzere olan kitabı tutmak için ıslak elleriyle uzanması gerekmişti. Bir şiir koleksiyonuydu. Kapakta derli toplu oturan bir kadının eski bir fotoğrafı vardı. Arka kapakta ise aynı kadının yine derli toplu ancak başka bir kadınla otururken fotoğrafı vardı. İki kadının el ele tutuştuğunu fark etmişti. Sadece lezbiyenlerin öpüştüğünü hayal ederek fotoğrafa bakmıştı. Sonra da kitabı açtı. Yarısı yırtılmış ama dizeleri okunabilir halde bir sayfayı açmıştı. Başarı sayılacaktır en tatlısı O hiç başaramamışlar tarafından Kancaya o an takılmıştı. O andan sonra okul kütüphanesine gidip de Emily Dickinson'ın bulabildiği bütün şiirlerini nasıl da aradığını hatırlıyordu. Basılı kitapların modası geçip de elektronik kitaplar pahalılaşınca, elektronik kitapçıların şifrelerini kırıp Emily Dickinson şiirlerini içeren bütün şiir kitaplarına korsan şekilde ulaşmıştı. Şiirlerin çeşitli antolojilerde, basımlarda ve test kitaplarındaki farklı versiyonları karşısında büyüleniyordu. Sonunda başka şairlerin şiirlerini, ardından kısa öyküleri, romanları ve kurgu dışı kitapları da okumaya başladı. Otuzuna bastığında Emily Dickinson'ın bütün şiirlerinin yanı sıra başka şairlerin de bazı şiirlerini ezbere biliyordu. Sanal kitapçıların şifresini kırarak edindiği bilgiler sayesinde bilgisayarları çözmeyi de öğrenmişti. Ardından kulaktan beyne ulaşmanın anahtarına ulaştı, gerisi de zaten tarihi yeniden yazdı. Bu kişisel tarihiydi. Arabanın sol tarafından bir ses geliyordu. Gerçi ne olduğunu tam anlayamıyordu; ne de olsa sol sağır tarafıydı. Frene ya da fren olduğunu umduğu pedala bastı çünkü arabanın biri polis barikatını aşıp şahsi gezisine tecavüz ediyor olabilirdi. Araba gerçekten de yerinde zıpladı, köprü müteahhidinin araçları diğer tarafa geçmekten alıkoyma umuduyla inşa ettiği beton bariyerin üzerinden geçti. Danny bunun en azından yeni bir deneyim olduğunu düşündü. Yolculuk sandığı kadar sıkıcı geçmiyordu. "Belki," dedi yüksek sesle, "ölümün nasıl bir his olduğunu öğrenirim."
1.051 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.