Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Annie Christine hızla banyoya giderken, "Tek isteği seninle sevişmek," diye bağırdım. Ne cevap verdiğini duyamadım ama kıskançlıkla ilgili bir şeydi sanırım. "Sadece seks," diye bağırdım. Banyo kapısının ardından sesimi duyacağını biliyordum. Sesim Christine'den çok daha yüksek çıkıyordu. Aslına bakılırsa bazen sağır olmam, kendimi bile duyamamam, hatta fısıldadığımı sandığımda bile bağırmamla ilgili alay ederdi. Her seferinde alınmış numarası yapardım, hatta çalıştığım hastanenin acil servisindeki sesin, tahmin bile edemeyeceği kadar gürültülü olduğundan şikayet ederdim. Hastalar hep çok bekledikleri konusunda söylenirdi. Sadece hemşireler sessiz kalırdı çünkü ciddi bir durumda, herkes koşarak acile indiğinde bile hiçbir şey ters gitmiyormuş gibi davranma konusunda eğitim almışlardı. Ülkedeki sayılı acil servis uzmanından biriydim. Çoğumuz hastaneler arasında koştururduk ama ben o kadar çalışkan değildim. Birkaç hastanede birden doktorluk yaparak daha fazla kazanabileceğimi biliyordum ancak hayatta büyük arzularım yoktu. Christine'im bana yeterdi. Evim bana yeterdi. Hayatım bana yeterdi. Aynca acil servis doktoru olarak da aranan bir isim değildim. Ünlü San Francisco Hastanesi'ndeki ihtisasıma rağmen hastane yöneticileri beni son çare olarak işe almıştı. Hepsi de sanki kadın hastaların benim yanımda rahat hissetmediklerini seziyor gibiydi. Heteroseksüelliğin artık norm dahi olmadığı bu zamanlarda bile kadın hastaların onlara dokunduğumda gerildiklerini sanmıyordum ama öyleydi. Aynca nasıl oluyordu da giyinişime bakarak cinsel yönelimimi biliyorlardı? Hastane önlüğüyle bütün doktorlar birbirine benzer görünüyordu. "Ona aşık değilsin, o da sana aşık değil ama sen artık bana da aşık değilsin," diye bağırdım ya da belki fısıldadım. İkisini birbirinden ayıramıyordum, hele ki şu an bebek gibi ağlıyorken. Kendimi kontrol edemiyordum. Nöbet geçiriyor gibiydim. Eğer acil serviste olsam stajyerlerin beni muhtemelen iğneyle sakinleştireceklerini hayal ettim. "Doktor kendini kaybediyor," diye bağırırlardı, sonra da deli gibi gülerlerdi. Belki de deli olan bendim. Bu düşünce de öfkemi dindirmeye yetmedi. Düşünmeden, önce kendime sonra da Christine'e, "Kendimi öldürürüm," dedim. Üç yıllık ilişkimizde ilk kez böyle bir şey söylemiştim. Aslına bakılırsa hayatımda ilk kez bunu ciddiyetle söylemiştim. Eskiden tıp okurken notlarımız duvara isimlerimizle değil de numaralarımızla asıldığında ama zaten gereksiz meziyetlerimizden olan hafızamızın kuvveti sebebiyle hepimizin birbirimizin numarasını ezbere bildiği ve kimin kaç aldığını gördüğü zamanlarda, sınıf arkadaşlarıma kendimi öldüreceğimi söylediğim olmuştu. Notlarım geçer notun biraz üzerinde olduğu her seferinde bunu tekrarlardım. Aslında kolesterol seviyem Guinness Rekorlar Kitabı'na girecek seviyeye gelince, fakültenin arkasındaki uyduruk lokantadan kızarmış patates yemeyi bırakmam gerektiğinde de bunu pek çok kez söylemiştim. Balık fıletosuyla servis edilen patateslerin cezasını çekmiştim. Ailemin kısıtlı harçlığını harcamaktan nefret ediyordum. Birinci sınıf boyunca yediğim bütün o balık filetolu sandviçleri ve üçüncü sınıfta balık filetosunun en az hamburger kadar zararlı olduğunun anlatıldığı dersi dinlemediğimi düşününce gülümsemeyi başardım. O zamanlar nasıl da kara cahildim. O kadar bilgisizdim ki sadece erkek tişörtleri ve ayakkabıları giyiyorum diye bütün kadınların benden etkileneceğini sanıyordum. Hastanedeki erkek doktorlarla rekabetim konusundaki güvensizliğimi nasıl da sadece Christine 'in anladığını düşündüm. Christine'i seviyordum. Gerçekten seviyordum, onun da beni sevdiğini düşünüyordum. Ancak biri sizi sevip de başka bir adam için nasıl terk ederdi? "Kendimi öldürürüm," diye tekrarladım. Bu kez gerçekten bağırıyor, Christine 'in banyodan koşarak çıkmasını, yanıma gelip beni kollarına alarak teselli etmesini, beni asla bir erkek ya da herhangi biri için terk etmeyeceğini, beni denediğini filan söylemesini umuyordum. Christine banyodan çıkıp geldi, evet ama beni teselli etmek için değildi. "George'la birlikte kadın olacağım, gerçek bir kadın," dedi. Bu cümle lezbiyenlik tümörümü kesip alması gereken ameliyat bıçağıydı ama onun yerine beni öldürmüştü. Klişesinin şokunu atlatamadan ön kapıya varmıştı bile. Onu yakalamak için hızla giyindim ama geç kalmıştım. Gerçekten gitmişti. Ölüden farkım yoktu, o yüzden de kendimi öldürmeye karar verdim. Kafamda hızlıca Acil Servis Kılavuzu'ndaki kendini sakatlamaya yönelik yaralanmalar bölümünü gözden geçirdim. Bilek kesme nadiren işe yarardı . Kimse bilekteki yaralardan ölmezdi. Bu tür yaralar acıtırdı ama öldürmezdi. Ölümcül olacaksa da uzun zaman geçmesi gerekirdi çünkü bu tür bir kesikten kan o kadar da hızla akmazdı. Bileğimi doğru şekilde kesebilirdim, ancak bu kılavuzda bulunmuyordu çünkü doğru kesiği atanlar acil servise geldiğinde ölmüş olurdu. Bir doktorun o sırada ne yapması gerektiğini bilmesine gerek yoktu çünkü yapacak bir şey kalmazdı. Kendimi filmlerdeki gibi başımdan ya da ağzımdan vurabilirdim. Bu da çoğu zaman işe yarardı ama her seferinde değildi. Kendimi felç etme riskini alabilirdim, ölümden bile beter olurdu. Zaten silahım da yoktu, o yüzden bunu eledim. Kendimi asabilirdim ama onun da işi çoktu. Çoğu kişi bunu sadece filmlerde değil, gerçek hayatta da yapardı ama izleyicilerin sandığından daha zor işte. Bir keresinde kendisini kemerle asan birini hayata döndürmüştüm. Bilinç kazandığında beni boğazını mahvetmekle suçlamıştı. O kadar çok nankör hastamız var ki. Hayatlarını kurtarırsın, nasıl kurtardığın hakkında şikayet eder, canlarını yaktığımız için dava açmakla tehdit ederler. Tıp minnetsiz bir mesleğe dönüşebilir. Doktorluğu sürdürmemin tek sebebi Tanrı rolünü oynaktan hoşlanmamdı. Tamam, söyledim; kelimelerle anlatılamaz olanı söyledim : Tanrı rolünü oynamak hoşuma gidiyordu. Biz doktorların sağlık şehidi olmamız, başkaları için kendi hayatımızdan vazgeçmemiz beklenirdi. Aslında sınıf arkadaşlarımın çoğu da böyle tiplerdi. Herkesi sağlıklı tutma arzusuyla motive olmuş, hayır, hırslanmışlardı. Hatta bazıları hükümete girmek için tıbbı bırakmış, iki tanesi sağlık bakanı bile olmuştu. Bana neden devletin üst makamlarında çalışmayı istemediğim, hatta hastane müdürü bile olmak istemediğim sorulduğunda elimden geldiğince neşeyle gülümserdim. İçinden daha bile kocaman gülerdim. Benim Christine'im, evim ve hayatım vardı. Ancak o gün Tanrı 'yı oynamıyordum. Christine'i kontrol edememiştim. Hastaneye gidip iğneyle infazda kullanılan ilaçlardan almaya karar verdim. Hastane kapısına gidene dek zihnim bomboştu. Sadece kendimi öldüreceğimi düşünüyordum. Hastaneye girdiğim an kendi kendime, Tanrı bana oyunlar oynuyor olmalı, dedim. Doğrudan eczane kısmına gidip infazlarda kullanılan sodyum tiyopental istemek konusunda kafamı toparlamıştım. Oldukça kısıtlı kullanılan bir ilaçtı ama sorguya çekilmeyecektim. Sadece ilacı bir hastada kullanmak üzere aldığıma dair bir belge imzalayacak ama onun yerine ilacı almış halde ölü bulunacaktım. O yüzden sahtecilik konusunda endişelenmeme gerek yoktu. Reçeteyi bir kenara atabilir ya da polise beklenmedik ölümümde şüphe olmadığını göstermek için gösterebilirlerdi. İntihar olduğunu söyleyeceklerdi ama medyadan saklayacaklardı çünkü bir hastanenin intihara meyilli doktorlarıyla tanınması hoş değildi. Hastanenin tam girişinde güvenlik görevlisi beni durdurup hemen acil servise gitmemi söyledi. Başka acil servis doktoru yoktu, çok sayıda hasta sıra bekliyordu. Pazar akşamıydı ve pazarları acil servise alışveriş merkezi derdik. Pazar günleri bütün klinikler kapalıydı, normalde özel doktorlarına giden hastalar bile bir şeyden şüphelenirse acile gelirdi. Pazar ayrıca ailelerin nedense toplu kontrole gitmeye karar verdikleri gündü. Eğer gerçekten hepsi de hastaysa pazar gelene dek hayata tutunuyor, sonra da ailecek hastaneye geliyorlardı. İstendiği üzere acile gittim çünkü doktorlar buna mecburdur. Biri o hastanın dikkate ihtiyacı olduğunu söylerse o hastanın yanına giderlerdi. O akşam görünüşe bakılırsa bin tane hastanın dikkate ihtiyacı vardı. Sağda solda dikilen ya da uzanan insanlar vardı, kaldırımlar ve otopark bile doluydu. Acil servis diğer bütün pazarlar gibi o günün de tuzu biberiydi. Erken saatte burası daha beter bir sirke dönmüştür, diye kendimi teselli ettim. Elime dosyaları alıp hastalara teker teker baktım, bazılarını sakinleştirdim, bazılarını kabul masasına yönlendirdim ve diğerlerine de gerekmese bile yapılacak tahlilleri yazdım. Biz doktorlar hastalardan, özellikle de gömecek parası olan ya da içindeki bulundukları acıdan kurtulmak için evlerini ipotek ettirebilecek durumdaki, her şeyini vermeye razı olanlardan MRI, tomografi, kan sayımı, ultrason, yani hastaneye ek gelir getirecek her şeyi istemeye mecburuzdur. Sonuç olarak tıp, din değildir. Kilise papazları bazı şeyleri bedavaya yapıyor olabilir -gerçi çoğu da bunu yapmaz- ancak doktorlar yaşamak, hastaneler de hissedarlarının isteklerine cevap vermek zorundadırlar. Tıp, tıptır; para da para. En azından hastane yönetiminin bize söylediği budur. Gereksiz tahlil istemekten nefret ederdim ama tam zamanlı işimin son sözü şuydu : Ya bunu yaparım ya da hayat tarzımı sürdürmek için farklı bir hastaneye giderim. Derken onu gördüm. Muhteşem bir kadındı. Bu sıfat bile ona haksızlık sayılabilirdi. Uğrunda ölünecek kadar muhteşemdi. Yüzü bir meleği andırıyordu. Vücudu güzellik yarışmalarına layıktı. Tavrı kraliyete aitti. Bana tıbbi geçmişini ve şikayetini anlatma sırası ona gelince, yüzüne profesyonel gözlerle bakmakta zorlandım ama doktor kimliğime bürünüp elimden geldiğince objektif davranmaya çalıştım. Bana kalırsa tek sorunu uyku eksikliğiydi. Bir başka deyişle, büyük ihtimal önceki gece uyumamıştı. Baş dönmesi ve baş ağrısı şikayeti vardı ancak bunlar arada bir herkesin başına gelirdi. Baş dönmesi ve ağrı sebebiyle acil servise ya da hastaneye gelmeye pek gerek yoktu. Bu semptomlarda korkacak bir şey yoktu. Biz doktorlar belirtilere bakardık, semptomlara değil. Laboratuvar tahlillerine güvenirdik, hastaların şikayetlerine değil. Öte yandan, tabii ki herkesin hastanelerden uzak kalıp, bilindik ilaçlara güvenmelerini de istemezdik. O ilaçların, özellikle de patent dışı ya da gıda takviyelerinin zararı olmayabilirdi ancak kimseye faydası da dokunmazdı; tabii dağıtımcıları dışında. Aslında bazen reklamı çok yapılan gıda takviyelerinin zararı da olabilirdi, özellikle de hastalar ciddi hastalıklara dönüşebilecek şeyler için doktorlara danışmadığında. Kadına mecburi soruları yönelttim. Düşmüş müydü? Başını bir yere vurmuş muydu? Bilincini kaybetmiş miydi? Midesi bulanıyor muydu? Boynunda ateş hissediyor muydu? Gözlerinde sorun var mıydı? Görüşü bulanık mıydı? Kulaklarında sorun var mıydı? Kol ve bacaklarında hissizlik var mıydı? Kötü hissetmesinin belirli bir sebebi var mıydı? Benim gelirimin çok ötesinde, muhtemelen pahalı bir evi, hatta yatı filan varmış gibi göründüğü için hastanenin sunduğu bütün tahlilleri yaptırmasını istemeliydim. Ancak yapmadım. Yapamadım. İnsanlığın bu mükemmel ürününü kandıramadım. Cennetten gelmeydi. Benim olacaktı. Evet, daha o anda onu nasıl yavaşça soyacağımı, bir kadına aşık olma korkusunu yenmekte nasıl yardımcı olacağımı, göğüslerine nazikçe dokunacağımı, iç çamaşırlarının içine avcumu götüreceğimi düşünmüştüm. Tanrım, böylesine harika bir insan bedenine yapacaklarımı hayal ederken bile ıslanmıştım. Doğal olarak kendimi öldürmeyi filan tamamıyla unutmuştum. Bu hastaya kıyasla Christine bir hiçti. Kırık bir kalbi onarmak için yeni bir aşk gibisi yoktu. Juliet ile tanışınca Rosaline 'i unutan Romeo'ydum. Juliet 'imi bulmuştum. Bir doktor olarak hasta isimlerini hatırlamakta hiç iyi değildim. Hastalan hastalıklarıyla ilişkilendirirdim. Kalabalık acil serviste hemşireler, stajyerler, asistanlar ve danışmanlarla kime dikkat etmeleri konusunda iletişim kurmanın en hızlı yolu buydu. Bu kadının ismini kesinlikle hatırlayacaktım. Teşhis koymam için gerekli soruları yönelttikten hemen sonra adını sordum. "Faith Brown," dedi. İçinde hava yolu şirketi, iki petrol fabrikası, üç yolcu gemisi, çeşitli ülkelerde birkaç medya kanalı bulunduran holdingi kuran ve dünyanın en büyük sanat koleksiyonuna sahip olmasıyla tanınan, meşhur Brown klanına ait olup olmadığını sormama gerek yoktu. Tavrı ve edası, Filipinler'in güneyindeki şahsi adasının dışında nadiren görünen, meşhur Brown kadını olduğunu gösteriyordu; yaşadığı adayı ne Çin ne de Filipinler umursuyordu; etrafındaki adalar ise balıkçılar, savaş gemileri ve politikacıların gözdesiydi. Dedikodular Brown'ların Çin ve Filipinler 'in liderlerini satın aldığı yönündeydi. Ona anlamsız bir reçete yazdım. Hastaların ihtiyaçları olmasa da reçete isteyeceklerini bilecek kadar uzun zamandır doktorluk yapıyordum. Çoğu ilaç içindeki vitaminlerle teselliden başka bir şey değildi. Çoğunlukla sudan başka bir şey içermezlerdi bile. Tabii ki telefon numarasını dosyasına iliştirilmiş bilgisinden ezberledim. Onu arayacaktım. Henüz Romeo değildim. Ancak olmaya niyetliydim.
363 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.