Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

SOKAKTA BİR DELİ! Pencerenin önünden seslendim: —Holmes!... O sabah sokağı seyrederek vakit geçiriyordum. Cevap alamayınca yine seslendim: —Holmes!. —Ne var? —Sokakta deli var. —Tımarhaneye mi götürüyorlar? —Hayır, başıboş dolaşıyor...yürekler acısı bir manzara... adamcağızı ne diye sokağa bırakmışlar? Günah… Dostum gerindi, tembel tembel koltuğundan kalktı, ellerini hırkasının ceplerine sokup yanıma geldi, başını omzumun üstünden uzatıp pencereden sokağa baktı. Şubat ayındaydık. Hava açık fakat çok soğuktu. Solgun kış güneşi altında dün yağan kar pul pul ışıldamaktaydı. Temizlik işçisinin sokağın ortasına yığdığı kar kümesi, koyu kahverengi olmuş, çamurlaşmıştı ama, kaldırım kenarındakiler yeni yağmış gibi bembeyazdı. Sokakta kimseler yoktu. Uzakta görünen metro istasyonundan kimseler çıkmıyordu. Kaldırımda yalnız bir deli vardı. Elli yaşlarında bir adamdı. Uzun boylu, geniş omuzlu, gösterişliydi. Muhteşem tavrı esmer yüzüne uyuyordu. Üzerindeki elbise, iyi kumaştan, iyi dikilmişti. Şapkası yeni, getrleri temiz, pantolonu bejdi. Bütün bunlara rağmen halinden deli olduğu belliydi. Koşuyor, sıçrıyor, ellerini kaldırıp indiriyordu. Başını salladıkça, yüzünü bin bir türlü kırıştırıp durmaktaydı. Holmes ellerini ovuşturdu: —Bizim evi aradığına bahse girerim. —Bize mi gelecek? —Evet. İş için geliyor. Halinden anladım. İşte bakın… Baktım. Adam fok balığı gibi soluyarak bizim kapıya koştu, zili öyle bir çalış çaldı ki, bütün evin içini çınlattı. Biraz sonra nefes nefese odaya girdi. Yine ellerini kollarını sallıyordu, fakat bakışlarında öyle elim, öyle acıklı bir ifade vardı ki, alay edemedik: Ona acıdık, hem de çok acıdık. Benim yüreğim parçalandı. Bir müddet konuşamadı, hiçbir şey söylemedi. Durduğu yerde sallandı, parmaklarıyla, yolmak ister gibi saçlarını karıştırdı. Esasen saçları leylek yuvasına dönmüştü. Birdenbire, başı önde divana koştu. Eğer tutmasaydık kafasını duvara vuracaktı. Tuttuk, odanın ortasına getirdik. Sherlock Holmes adamı bir iskemleye oturttu, kendi de yanına oturdu, elini eline aldı ve en tatlı sesiyle yatıştırmaya çalıştı: —Bana akıl danışmaya geldiniz değil mi? —Evet. —Çok koştuğunuz için çok yorgunsunuz değil mi? —Evet. —Biraz dinlenin. Aklınız başınıza gelsin. Soluk alın. Ondan sonra işi anlatırsınız, ben de alakadar olurum. Adam, çenesi göğsüne dayalı bir müddet oturdu. Heyecanını yatıştırmaya çalıştığı belliydi. Nihayet mendilini çıkarıp alnını kuruladı, dudaklarını sildi, yüzümüze baktı: —Beni deli sanıyorsunuz değil mi? Sherlock Holmes cevap verdi: —Büyük bir can sıkıntınız olduğu anlaşılıyor. —Ne kadar büyük olduğunu Allah bilir. Beni sahiden deli edecek bir derdim var. Yıldırımla vurulmuşa döndüm. Tepeden inme bir felâket bu! —Heyecanlanmadan anlatınız. —Mümkün mü? Ben üzerime toz kondurmamış bir insan olmama rağmen, herkese karşı küçük düşmekten kaçınmayacaktım. Bir aile felâketine de tahammül edebilirdim. Her insanın başına bir aile felâketi gelebilir. Ama insan hem herkese karşı küçük düşer, hem aile felâketine uğrarsa ne yapar? Mahvolur. Sustu, derin bir iç çekti: —Bahis konusu yalnız ben olsam yine neyse, fakat memleketin şerefi tehlikede, bu işi düzeltemezsek memleket hesabına da kötü olur. Holmes tekrar etti: —Heyecanlanmamanızı rica ederim. Evvelâ kendinizi tanıtınız, sonra başınıza geleni ayrıntı vererek anlatınız. —İsmimi her halde bilirsiniz sanırım. Threadneedle Street’teki Holder ve Stevenson bankası ortaklarından Alescandre Holder’im. Evet, bu ismi biliyorduk. En büyük bankanın en yaşlı ortağıydı. Bu banka Londra’nın ikinci büyük kurumuydu. Acaba şehrin en tanınmış şahsiyetlerinden birini deli eden hadise neydi? Merakla macerasını anlatmasını bekliyorduk. Beş dakika susup hafızasını topladıktan sonra konuştu: —Vaktin nakit olduğunu bilirim. Polis müfettişi bu muammayı çözebileceğinizi söyler söylemez soluğu burada aldım… Baker Street’e metroyla geldim, oradan buraya kadar yürüdüm, çünkü yollar karlı olduğundan arabalar çok yavaş ilerliyor. Bundan dolayı yoruldum. Pek az yaya yürürüm. —Biraz dinlendiniz mi? —Evet, hadiseleri mümkün olduğu kadar açık ve etraflı anlatmaya çalışacağım. Öksürdü, yutkundu ve anlatmaya başladı: —Bankacılıkta başarı, yatırılan sermayeyi kullanacak işler bulmaya, mudi sayısını ve mevduatı arttırmaya bağlıdır. “Parayı işletmenin en kârlısı da, alan sağlam olmak şartıyla kredi açmaktır. Son seneler zarfında, tablolarını, kitaplarını, gümüş takımlarını ipotek edip birkaç asil aileye mühim miktarda borç verdik. “Dün sabah bankadaki büromda oturuyordum. Sekreterden biri bir kartvizit getirdi. İsmi okur okumaz yerimden fırladım. Bu gelen... fakat size bile gelenin kim olduğunu söylememeliyim. Yalnız şunu açıklayayım: İsim, bütün dünyanın tanıdığı meşhur bir aile ismiydi. Ziyareti bizim için büyük şerefti. Büroma girer girmez kendisine: “Müessesemize büyük şeref verdiniz!.. demeye hazırlandım, fakat vakit bulamadım. Sözümü kesip işten bahsetti. Biran evvel bir dertten kurtulmasının çaresini arayan bir insan halindeydi. Telaşlı ve sinirliydi. —Bay Holder, dedi, ödünç para verdiğinizi söylediler. —Garanti sağlam olmak şartıyla banka daima ödünç para verir. —Bana derhal elli bin sterlin lazım. Bu kadarcık bir parayı dostlarımdan da bulabilirim, ama bu işi bir bankayla görmeyi tercih ettim. —Benim bu durumumda bir şahsiyet kimseye minnettar olmamalıdır. Hakkı vardı. Sordum: —Ne kadar zaman sonra ödeyeceksiniz? —Önümüzdeki pazartesi günü mühim bir alacağımı verecekler, size faizi ile beraber elli bin sterlini öderim... elli bin sterlin bana şu anda lazım. —Mümkün olsaydı, bu işin formalitesinin bir tarafa bırakır, istediğiniz parayı ben şahsen verirdim. Ne yazık ki elli bin sterlin ödünç verecek durumda değilim. Parayı banka adına vereceğim için de lazım olan garantiyi istemek zorundayım. —Pekalâ. —İskemlesinin yanında bıraktığı siyah güderi, dört köşe kutuyu aldı: —Zümrüt taştan bahsedildiğini hiç duydunuz mu? —Duymaz olur muyum? —İmparatorluğun en kıymetli mücevherlerinden biri. —Doğru. Kutuyu açtı. Pembe kadife üstünde harika taç pırıldıyordu. Asilzade gözlerini taştan ayırmadan: —Büyük otuz dokuz zümrüdü vardır. Altın montürüne de kıymet biçilemiyor. Çok titiz davranarak taca kıymet takdir etseler, istediğim paranın iki misli kıymet takdir ederler. —Garanti olarak tacı mı bırakacaksınız? —Evet. Kutuyu aldım, gözlerim zümrütlerden sahibine kaydı. Asilzade sordu: —Kıymetinden şüphe mi ediyorsunuz? —Hayır, ancak… —Bu tacı rehin bırakmaya hakkım var mı? Merak etmeyin. Dört gün sonra çıkaracağıma emin olmasam hiç rehin bırakır mıyım? Bu bir formaliteden ibaret. —Taç elli bir sterline yeter garanti midir? —Evet, fazlasıyla. Asilzade bir saniye düşündü: —Bay Holder, dedi, size ne derece güvendiğimi görüyorsunuz. Bu güveni bana, dostlarınız telkin etti. Bankanızdan para aldığımı hiç kimsenin duymayacağına eminim. Gözlerini gözlerime dikti: —Gevezelikten nefret ederim. Kaşlarını çatıp ilave etti. —Bu mücevheri de sıkı saklayacağınıza şüphe yok. Kaybolması şöyle dursun. Bir iki taşının değişmesi facia olur. Yeryüzünde bu zümrütlerin eşleri yoktur. Biri alınsa, yerine koymak imkânsızdır… Boynunu büktü: —Tacı size teslim ve emanet ediyorum. Pazartesi sabahı yine kendim gelir alırım. Asilzadenin telâşını görünce fazla ısrar etmedim, vezneye açıktan elli bin lira ödenmesi için emir verdim. Asilzade paraları alıp gittikten sonra masanın üstünde duran kutuya baktım, içime korku düştü. Ne büyük bir mesuliyet yüklenmiştim!. Doğru, bu taç “milli” olduğuna göre, çalınması veya taşlarının değiştirilmesi felâketti. Tacı teslim aldığıma pişman oldum. Fakat artık iş işten geçmişti, yapılacak şey kalmamıştı. Tacı kişisel kasama sakladım ve çalışmaya başladım. Akşam oldu, içime yine kurt düştü. Zümrüt tacı büromdaki kasamda bırakmak doğru değildi… Yüzlerce kasa soyulmuştu!... Benim kasamın soyulması da pekâla mümkündü… Aldı mı beni bir korku!... Kasam soyulursa taç çalınırdı. Karar verdim: Pazartesi gününe kadar kutuyu yanımdan ayırmayacaktım. Banka kapanırken bir araba getirtip Streatham’daki evime gittim. Yukarı çıktım, tacı masanın gözüne kilitledikten sonra içim rahat etti: Asilzade sustu. Holmes : —Anlatayım Bay Holmes. Garsonla uşak evin dışında yatarlar. Ondan şüphe edilmez. —Hizmetçileriniz? —Üç hizmetçim var. Üçü de senelerden beri yanımda. —Kendilerinden emin misiniz? —Tamamıyla. Üçü de dürüst, namuslu kadınlardır. —Yeni hizmetçileriniz yok mu? —Lucy birkaç aydır bizde çalışıyor. Fakat ondan da memnunum, şüphe edilecek hiçbir halini görmedim. —Genç mi? —Hem de güzel. —Kocası, nişanlısı var mı? —Sevdalıları var, evin etrafında dolaşıp duruyorlar… Başka kabahati yok, eğer gözü üstünde kalan erkeklerin peşine düşmeleri kabahatsa. Biz hiçbir fenalığını görmedik. İyi kızdır. —Şimdi gelelim aileye. —Gelelim Bay Holmes. Karım öldü? Oğlum Arthur’le oturuyorum. Oğlum beni hayal kırıklığına uğrattı Bay Holmes. Kabahat biraz da benim; Herkes, ona çok yüz verdiğimi söylüyor. Belki haklıdırlar. Karım öldükten sonra sevdiğim tek yakınım Arthur’du. Onun üzülmesine dayanamıyor, her istediğini yapıyordum. Belki bu kadar yumuşak davranmasaydım ikimiz için de iyi olurdu… Ama ben fenalık ettiğimin farkında değildim. —Maksadınız neydi? —Gayem, oğluma bankadaki yerimi bırakmaktı, fakat o işten zevk almıyordu. Hem vahşi, hem şımarıktır. Sözün kısası bankanın idaresini, büyük bir sermayeyi ona emanet edemem. “Delikanlıyken aristokratik bir kulübe üye olmuştu. Muhteşem bir hayat süren, çok zengin şahsiyetlere kendini sevdirdi, onlarla dost oldu. Büyük kumara ve at yarışlarında çok para kaybetmeye başladı. Holmes doğrulup sordu: —Parayı nereden buluyordu? —Ben veriyordun. Ona aylık bağlamıştım, fakat sık sık gelip aylığına mahsuben para ister; namus borçlarını ödeyeceğini söylerdi. —Kendisini o muhitten kurtarmaya, çalıştınız mı? —Çalıştım, kendisi de kurtulmak istiyor, karar veriyor, fakat dostu Sör George Burnwell’in tesiriyle o muhitten ayrılamıyordu. —Sör Burnwell kimdir? Bay Holder iç çekti: —Sör George Burnwell gibi bir insanın tesiri altından kurtulmanın kolay olmadığını itiraf ederim. Bize sık sık gelir, ben bile onun tesiri altında kaldım, hâli ve tavrıyla beni bile büyüledi. Arthur’dan büyük, tepeden tırnağa kibar ve Adonis kadar güzeldir. Fakat onu serin kanlılıkla düşündüğüm zaman, hayasız sohbetleri ve arada sırada gözlerinde gördüğüm bazı pırıltıları hatırlayıp şüphelenirdim: Güven vermeyen bir insandır. “Bende güven vermeyen bir insan izlenimi bıraktı, önsezisi kuvvetli olan Mary’de benim fikrimdi. —Mary kimdir? —Şimdi ondan söz açacağım. Bahsedeceğim başka kimse de yok. Mary kardeşimin kızıdır. Kardeşim beş sene evvel öldü, anasız babasız kalan Mary’yi yanıma aldım, evlât ettim. Kızım sayılır. Evimin nurudur: İyi huylu, sevecen, güzel, sakin, sevimli, nazik bir kızıdır ve mükemmel ev kadınıdır. Benim sağ kolumdur. O olmasa hâlim haraptır. —Demek size çok bağlı. —Son derece. Beni hiç kırmaz, her istediğimi yapar. Yalnız bir istediğimi yapmadı: Oğlum iki sefer kendisine evlenme teklif etti, iki sefer de kabul etmedi: —Oğlunuz Bayan Mary’ye âşık mı? —Delice… Halbuki Arthur’un başka bir insan olacağına şüphe yoktur…. Ne yazık ki iş işten geçti. —Neden? Bay Holder derin bir iç geçirdi: —Evimde kimlerin oturduğunu söyledim. Şimdi macerama devam edeyim: “O gece yemekten sonra salonda kahvelerimizi içerken Arthur ile Mary’ye milli tacı rehin olarak aldığımı söyledim, yalnız rehin bırakanın ismini açıklamadım. “Lucy Parr bu sırada kahveyi vermiş, salondan çıkmıştı, buna eminim, fakat salon kapısı kapalı mıydı?... Bunun farkında değilim. Arthur’le Mary çok ilgilendiler, tacı merak ettiler. ‘İlle bize göster!’ diye tutturdular. Holmes yine sordu: —Affedersiniz sözünüzü kesiyorum. Tacı gösterdiniz mi? —Hayır, hiç kimsenin görmesini istemiyordum. —Nereye koyduğunuzu sormadılar mı? —Arthur sordu. —Söylediniz mi? —Evet, masanın gözüne kilitledim dedim. —O ne dedi? —İnşallah bu gece eve hırsız girmez dedi. —Masanın gözleri kilitli dedim. Arthur omuz silkti: —Her anahtar açar. Çocukken bir kere dolabın anahtarıyla açmıştım. Holmes yine sordu: —Siz ne yaptınız? Bay Holder dudak büktü: —Arthur ağzına geleni söyler. Kulak asmadım… Gece yatmak üzere odama gittim. Arthur, suratı bir karış asık, peşim sıra geldi. Anladım: ‘Ne istiyorsun?’ diye sordum. Önüne bakarak cevap verdi: “İki yüz Sterlin rica ediyorum.” Kısa ve biraz da sert: “Mümkün değil veremem, dedim. Para bahsinde şimdiye kadar fazla cömert davrandım.” “Minnettarım. Fakat iki yüz sterline ihtiyacım var, yoksa bir daha kulübe ayak basamam.” Ben sevinç haykırdım: “Aman ne iyi olur!” “Fakat oğlunuzun şerefinin lekelenmesini istemezsiniz sanırım. Herhalde ben buna tahammül edemem. Ne suretle olursa olsun bu parayı bulmalıyım, eğer siz vermezseniz, başka çare arayacağım.” Kızdım. Aybaşından beri bu üçüncü para isteyişiydi. “Boşuna ısrar etme, on para vermem! dedim. Selâm verip odadan çıktı. O çıkar çıkmaz masanın çekmesinden kutuyu aldım, baktım, yine kapağını kapayıp çekmeye koydum. Sonra evi dolaştım. Her gece yatmadan önce evin her tarafını Mary dolaşır, ama o gece bu işi ben gördüm. Merdivenden inerken Mary antrenin penceresi önündeydi. Be yaklaşırken kapadı. Biraz heyecanlı ve canı sıkılmış gibiydi: “Baba, dedi, bu gece Lucy’ye izin mi verdiniz!” “Hizmetçi Lucy’ye mi?” “Evet.” “Hayır, ben izin vermedim.” “Sondaki kapıdan girdi. Muhakkak yan kapıya gidip biriyle konuştu… Bu hâl hiç hoşuma gitmiyor. Buna bir son vermek lâzım.” “Yarın sabah onunla konuşursun. İstersen ben konuşayım.” “Olur baba.” “Her taraf kapalı mı?” “Kapalı baba.” “Öyleyse Allah rahatlık versin.” Mary’yi öptüm, odama çıkıp yattım ve hemen uyumuşum. Holmes sözü yine kesti: —Her şeyi olduğu gibi anlatıyorsunuz değil mi? —Evet Bay Holmes. Bu işle alâkalı hiçbir şey unutmamaya gayret ediyorum… İyi kavrayamadığınız bir nokta varsa lütfen söyleyin. —Gayet iyi anlatıyorsunuz. —Uykum hafiftir. O gece kuşkuda yattığımdan, yarı uyur yarı uyanıktım. Sabaha karşı evin içinde bir gürültü duyup sıçradım. Gözlerimi açıp doğruldum. Çık yoktu artık. Fakat bana bir pencere kapandı gibi gelmişti. “Kulak kabarttım, dinlendim ve ansızın yataktan fırladım. Yan odada bir ayak sesi vardı... yan oda büromdu. Kapıyı açıp haykırdım: “Arthur!.. Kerata! Hırsız! O taca nasıl el sürersin?.” Sherlock Holmes gömüldüğü koltuğundan şöyle bir doğruldu, boynunu uzattı: —Oğlunuzu mu gördünüz?. —Havagazı lâmbası bıraktığım gibi kısık yanıyordu. Lâmbanın yanında, ceketsiz, oğlum duruyordu. —Ya taç? —Elindeydi, bütün kuvvetiyle bükmeye uğraşmaktaydı… —Siz seslenince… —Taç elinden düştü, oğlumun yüzü bembeyaz oldu… koştum, eğilip tacı aldım. Bir köşesi kopmuş, üç zümrüt sökülmüştü. Aklım başımdan gitti: —Ahlâksız!.. diye kükredim… Tacı mahvettin!.. Namusum bir paralık oldu!... Çaldığın zümrütleri ne yaptın? Gözleri yerinden uğradı: “Çaldığım mı?” “Evet çaldığın!.. Seni hırsız köpek seni!.. Kan başıma sıçramıştı, omuzlarından tutmuş sarsıyordum. “Taşlar tamam!..” “Üç zümrüt noksan.” “Hepsi tamam.” “Noksan diyorum sana!.. O üç zümrüdü sen çaldın… Hem hırsız, hem yalancısın… Ben girerken bir parçasını daha kırmaya çabalıyordun. “Bana kötü bir sıfat taktınız. Artık hakaretlerinize tahammül edemeyeceğim. Bu mesele hakkında size hiç bir şey söylemeyeceğim… Şimdi gideceğim ve bir daha bu eve ayak basmayacağım. Bu evden şimdi çıkacağım.” Hiddet ve sinirden deliye dönmüştüm. Avazım çıktığı kadar: “Seni şimdi polise teslim edeceğim!... diye bağırdım. Oğlum hiç görmediğim bir öfkeyle. “Ağzımdan söz alamazsınız, dedi. Madem ki polis çağıracaksınız, polis arasın, bulabilirse bulsun!.. Sesim perde perde yükseldiğinden evde herkes uyanmıştı.” Odaya evvelâ rüzgar gibi Mary girdi, Arthur’un ve tacın hâlini görünce düşüp bayıldı. Hizmetçiyi merkeze gönderip polis çağırttım: Bir müfettişle bir polis memuru eve girince Arthur sordu: “Beni hırsızlıkla mı itham edeceksiniz?” Bu meselenin bir aile meselesi olmaktan çıktığını, kırılıp bükülen, zümrütleri çalınan tacın milli bir servet olduğunu anlattım. “Bu işin polis ve adliyeye intikali lâzımdır!.” dedim. “Öyleyse beni hemen tevkif ettirmeyin. Benim ve sizin menfaatiniz adına bırakın evden beş dakika çıkayım.” “Kaçmak veya çaldığın taşları saklamak için değil mi?” Durumumun fecaati karşısında oğlumu yola getirmeye çalıştım: “Yalnız benim değil, benimkinden çok daha ünlü bir ismin şerefi ve namusu bahis konusudur… Bu hırsızlık bütün halk efkârını aleyhimize çevirir. Millet bize düşman olur… Bana çaldığın uç zümrüdü ne yaptığını söylersen, misli görülmemiş ve rezalet önleriz” dedim. Oğlum susuyordu. Devam ettim: “Ne durumda olduğumu kavrayamayacak kadar çocuk değilsin. Suçüstü yakalandın… seni hiçbir şey kurtaramaz. Ama üç zümrüdü verirsen, bu meseleyi örtbas eder, seni de affederim.” “Siz kabahati olanları affediniz.” Ve alay eder bir tavırla arkasını döndü. Madem ki sözümü dinlemiyordu, müfettişle polis memurunu çağırmaktan başka çare yoktu. Çağırdım. Oğlumun üstü, odası, evin her tarafı arandı. Zümrütler bulunamadı. Sert çıkışlar yapıldı, tehdit edildi, fakat Arthur hiçbir şey söylemedi. Bu sabah oğlumu cezaevine götürdüler, ben de bu meseleyi aydınlatmanızı rica etmek için buraya koştum. Polis şimdilik yapılacak bir şey olmadığını itiraf ediyor… Bu meselenin halli için ne masraf lazımsa veririm. Üç bin Sterlin mükâfat da vaat ettim. İç çekti, gözleri yaşardı: —Sen bilirsin Allahım!.. Bir gecede namusumu, oğlumu ve zümrütleri kaybettim… Yüzünü avuçlarının içine alıp başını sağdan sola, soldan sağa sallamaya başladı. Anlaşılmaz bir şey mırıldanıyordu. Sherlock Holmes bir müddet kaşları çatık, sessiz, ateşe baktı, nihayet sordu: —Çok misafir gelir mi evinize? —Hayır. —Sık görüştüğümüz ahbaplarınız yok mu? —Yoktur. Arada sırada ortağımla karısı ve bazen de Arthur’un dostu gelir. Bu günlerde birkaç defa Sör George Burnwell geldi. Ondan başka kimse gelmedi. —Sık sık toplantılara gider misiniz? —Arthur gider. Ben Mary’yle evde otururum. —Bir genç kızın hep evde oturması tuhaf!.. —Kalabalıktan hoşlanmaz. Hem artık çocuk da sayılmaz. —Kaç yaşında? —Yirmi dört. —Biraz evvel meseleyi anlayınca bayıldı dediniz. —Evet. Benden daha müteessir. —O da sizin gibi hırsızın Arthur olduğuna emin mi? —Tabii. Tacı oğlumun elinde gördüm. Gözlerimle gördüm. Gözlerimle gördüm. —Bu yeterli bir delil değildir. —Başka ne delil istiyorsunuz? Holmes soruya soruyla karşılık verdi: Tacın kopmayan kısmı ne durumda?.. Bükük… —Acaba doğrultmaya mı çalışıyordu? Bayan Holder geniş bir nefes aldı: —Hay Allah sizden razı olsun!.. İkimizi de dertten kurtarmak istiyorsunuz… Başını salladı: —Ama güç, çok güç bir iş bu… Odamda ne yapıyordu? Suçu yoksa neden söylemedi?. —İyi ya!.. Suçlu idiyse neden bir yalan uydurmadı? Susması iki türlü yorumlanabilir. Bu meselede acayip bir iki nokta var. Holmes şakağını kaşıdı: —Bir gürültüyle uyandığınızı söylediniz. —Evet. —Bunu polise de söylediniz tabii. —Tabii söyledim. —Polis ne diyor? —Odaya girdikten sonra Arthur kapıyı kapadı, kapının gürültüsünü duymuş olacaksınız, diyor. —Buna ihtimal yok. —Neden? —Hırsızlık maksadıyla bir odaya giren biri, kapıyı insanları uyandıracak kadar hızlı kapamaz. —Bu da doğru, ama… Holmes sözünü kesti: —Zümrütlerin ortada olmamasına ne diyorlar? —Hâlâ evi, döşeme tahtalarını, eşyaları arıyorlar. —Evin dışında aramak akıllarına gelmedi mi? —Geldi. Bütün bahçe arandı. —Bay Holder, bu meselenin, sizin ve polisin tahmininden çok daha esrarlı bir mesele olduğunu kavrıyor musunuz? —Evet. —Hatta size göre ilk bakışta apaçık bir hırsızlık olayıydı. —Doğru. —Bana çok karışık bir mesele gibi geliyor. İddianızı tekrarlayalım: “1 - Oğlunuz yatağından kalkıp büronuza girdi. Masanızın gözünü açtı, tacı çıkardı. “2 - Var kuvvetini harcayıp bir köşesini kırdı ve otuz dokuz zümrüdün üçünü saklamak için meçhul bir yere gitti. “3 - Öyle bir yere sakladı ki, kimse bir türlü bulamıyor. “4 - Üç zümrüdü sakladıktan sonra, geri kalan otuz altı zümrüdü dönüp yerine getirdi. Holmes gözlerini Holder’e dikti: —Bunu iddia ediyorsunuz değil mi? —Evet. —Olacak şey mi bu? Banker şaşalamıştı: —Peki, sizin iddianız nedir?... Madem ki suçu yoktu, söylemeliydi. —Bu noktayı aydınlatacağız Bay Holder… İsterseniz hep beraber Streatham’a gidip bazı şeyleri yerinde inceleyelim. —Hayhay. Dostum beni bırakmadı. Ben meseleyi öyle merak ediyordum ki, beraber gitmeye can attım. Şunu da itiraf edeyim, hem de bahtsız babanın fikrindeydim: Hırsız Arthur’du. Ama Sherlock Holmes’a da güvenim vardır. Bunun için Arthur’un hırsız olduğuna yemin edemezdim. Holmes Holder’in iddiasını o anda reddetmişti. Kuzey banliyösüne kadar Holmes hiç konuşmadı. Çenesini göğsüne dayamış, daha rahat düşünebilmek için şapkasını kaşlarının üstüne kadar indirmişti. Bay Holder’e gelince: Beliren ümit ışığı onu biraz canlandırmış gibiydi. Hatta benimle bankacılık hakkında münakaşaya bile girişti. Birkaç kilometre trenle yol aldık birkaç yüz metre yol da yaya yürüdük, büyük bankerin mütevazı evi Fairbank’a geldik. Fairbank, yolun az gerisinde, beyaz taştan yapılmış dört köşe bir binaydı. İki arabanın karşılaşıp geçebilecekleri bir viraj ve iki kapıya doğru uzanan bir bahçe yolu göründü. Solda iki çit arasından mutfağa gidiliyordu. Servis kapısı oradaydı. Soldaki yol ahırların yoluydu. Bahçe dışına çıktığından, o yolu başkaları da kullanmaktaydı. Holmes sokak kapısının önünde durdu, yavaş yavaş evin etrafını dolaştı, cepheyi geçti, mutfak yolundan yürüdü, bahçede gezdi, ahırlara giden yolu inceledi. Holmes o kadar yavaş yürümekteydi ki, Bay Holder’le içeri girip yemek odasında beklemeye karar verdik. Sessiz ocağın başına oturduk. Biraz sonra odaya genç bir kız girdi. Ortadan uzun boylu, zayıf, teninin beyazlığı üstünde daha iyi belirecek kadar kara gözlü ve siyah saçlıydı. Onun kadar uçuk benizli kadın görmedim diyebilirim. Dudaklarında renk yoktu, gözlerinde ise sessiz bir yalvarış ifadesi vardı. Odaya girip ilerlemeye başlayınca, ona bankere acıdığımdan daha çok acıdım, çünkü bu iradeli ve azimli bir kadındı, sırasında sakinliğini muhafaza etmesini bildiği de belliydi. Bana aldırış etmeden amcasına yaklaştı, iki avucunu yanaklarına dayadı ve sordu: —Arthur’u serbest bırakmalarını emrettiniz mi baba?.. —Hayır kızım. Apreyi delip boşaltmak gerekiyor. —Ama ben onun suçsuz olduğuna eminim. Bir kadın önsezisinin ne derece olumlu olduğunu tasavvur edemezsiniz. Onun suçlu olmadığını biliyorum. Yaptığınıza pişman olacaksınız. —Suçsuz da, neden sustu? —Ne bileyim? Belki de kendisini itham etmenize kızdı da, hiçbir şey açıklamadı. —Tacı elinde gördüm, onu itham etmem tabiidir. —Ya sadece bakmak için aldıysa… Bana inanınız baba. Arthur suçlu değildir hırsız değildir. Hemen kapatın bu meseleyi. Arthur’cuğun hapishanede olduğunu düşündükçe insan deli oluyor!. —Zümrütler bulunmadan bu işi kapatmam. İmkânı yok Mary. Sen Arthur’u sevdiğin için, bu meselede benim düştüğüm durumun fecaatini kavrayamıyorsun. İşi kapatmak şöyle dursun, bu meseleyi aydınlatsın diye Londra’dan detektif getirdim. —Dedektif bu zat mı? —Hayır bu zat detektifin arkadaşıdır? —Dedektif nerede? —Ahırlara giden yolda dolaşıyor. —Ahırlara giden yolda mı? Siyah kaşları çatıldı: —Orada ne bulmayı umuyor?.. Bu sırada Holmes girdi, Mary ona döndü: —Herhalde dedektif sizsiniz? —Evet bayan. —Arthur’un günahsız olduğunu ispat edeceğinize eminim. Bunu önseziyle söylemiyorum, Arthur’un günahsız olduğuna bütün varlığımla inanıyorum. Holmes ayağının karlarını paspasa sildi: —Bu hususta ben de sizinle aynı fikirdeyim. Yeğeninizin suçsuz olduğunu meydana çıkaracağımı ümit ediyorum… Siz Bayan Mary Holder’siniz değil mi? —Evet efendim. —Size bir iki şey sorabilir miyim? —Hay hay!... Bu korkunç muammanın çözülmesi için elimden geleni yaparım. —Dün gece siz hiçbir şey duymadınız mı? —Babam sesini yükseltene kadar hiçbir şey duymadım. —Babanızın sesini duyunca ne yaptınız? —Kalkıp aşağı indim. —Kapılarla pencereleri kapamıştınız değil mi? —Evet, hepsini kapamıştım. —Pencereleri iyi kapamış mıydınız? —Evet. —Bu sabah pencereler kapalı mıydı? —Evet. —Hizmetçilerden birinin sevgilisi varmış. Dün akşam babanıza kapının önünde onunla konuştuğunu sandığınızı söylemişsiniz. —Evet. Salona kahve getirmişti. Belki babamın taçtan bahsettiğini duymuştur. —Anladım. Bunu sevgilisine haber verdi, birlik olup tacın üç zümrüdünü çaldılar demek istiyorsunuz. Sabrı tükenen banker şiddetle müdahale etti: —Tahminlerle vakit kaybetmek neye yarar? Size tacı Arthur’un elinde gördüm diyorum. —Biraz sabrediniz Bay Holder. Sherlock Holmes yine kıza döndü: —Biz gelelim hizmetçi kıza Bayan Holder. Mutfak kapısından girdiğini görmüş olacaksınız. —Evet. Kapının iyi kapanıp kapanmadığına bakmaya gitmiştim, onun usulca girdiğini ve sis içinde duran sevgilisini de gördüm. —Tanır mısınız? —Evet bizim manav Francis Prosper’dir. —Kapının solunda duruyordu değil mi? —Evet. —Tahta bacak değil mi? Genç kız kara gözlerini açıp hayretle Holmes’e baktı: —Siz galiba şaytanın tâ kendisisiniz!... Bunları nereden biliyorsunuz? Gülümsedi, fakat Holmes’in suratı o kadar aksiydi ki, gülümsemekte devam edemedi. Holmes: —Üst kata çıkmalıyım, dedi, belki sonra yine evin etrafını dolaşırım. Fakat yukarı çıkmadan önce alt katın pencerelerini gözden geçireyim. Pencereden pencereye gidip geldi, antreden ahırlara giden yola açılan büyük pencerenin önünde durdu… Açtı, nihayet: —Tamam, dedi, artık yukarı, çıkabiliriz. Bankerin bürosu küçük bir odaydı, kül rengi bir halı, büyük bir masa, bir ayna vardı. Holmes masaya gidip kilide baktı: —Bu masanın anahtarı nerede? —Dolabın anahtarıdır. —Burada mı? Sherlock Holmes anahtarı alıp çekmeyi açtı. —Gürültü çıkarmadan açılıyor. Açıldığı zaman uyanmamanız gayet tabii. Bu kutu da tacın kutusu olacak. Açabilir miyim? —Açınız Bay Holmes. Holmes kutuyu açtı, tacı çıkarıp masanın üstüne koydu. Kuyumculuk sanatının şaheser bir örneğiydi. Bu derece güzel otuz altı zümrüt görmemiştim. Tacın bir ucu bükülüp kırılmıştı: Bu uçta üç zümrüt vardı. Holmes tacı Holdere uzattı: —Tacın ucunu kırabilir misiniz? Banker korkarak geriledi: —Tecrübe dahi etmem!. —Öyleyse ben bir tecrübe edeyim. Holmes bütün kuvvetiyle bükmeye çabaladı, ama nafile… Gayet serinkanlı: —Biraz bükülür gibi oldu dedi. Parmaklarım son derece kuvvetlidir ama, ne kadar uğraşsam kıramam. İnsanüstü kuvveti olmayan hiç kimse kıramaz. Fakat kırdım farz edelim Bay Holder. Tabanca sesi gibi bir ses çıkar. Yanı başınızda böyle bir gürültü olsaydı duymaz mıydınız? —Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Büsbütün şaşırdım. Holder sahiden şaşkındı. Holmes kıza döndü: —Bu yolda devam edersek ortada şaşılacak hiçbir şey kalmaz. Siz ne dersiniz Bayan Holder? —Ben de babam gibi şaşırdım kaldım. —Gördüğünüz zaman oğlunuzun ayağında ne terlik vardı, ne de ayakkabı değil mi? —Gömlek ve pantolonlaydı. —Teşekkür ederim. Bu sorguda talih bize yardım etti, muammayı çözemezsek kabahat bizimdir. Kapıya yürüdü: —Müsaade edersiniz tetkiklerime dışarıda devam edeceğim Bay Holder. —Evinizdeymiş gibi hareket edin. —Benimle beraber kimse gelmesin. Lüzumsuz ayak izleri işi zorlaştırır. Bir saat dışarıda kaldı, sonra yine ayakları kar içinde geldi. —Görmek istediğim her şeyi gördüm Bay Holder. Artık evime dönüyorum. Yapılacak başka hiçbir şey yok. Bay Holder’in gözleri dört açıldı: —Ya zümrütler? Zümrütler ne oldu? —Söyleyemem. Bankerin dudakları titredi: —Zümrütler bulunamayacak… Peki ya oğlum? Bana ümit vermiştiniz? —Fikrimi değiştirmedim. —Öyleyse Allah rızası için söyleyin, dün gece evimde neler oldu? —Yarın sabah saat dokuzla on arası Baker Street’teki evime gelirseniz, sizi aydınlatabileceğimi umuyorum. —Peki, gelirim. —Zümrütleri ele geçirmek için istediğim masrafı yapmama açık çek vermiştiniz değil mi? —Zümrütleri bulmak için servetimi veririm. —Pekâla. Bu işle meşgul olmaya gidiyorum. Allaha ısmarladık. Kapının eşiğinde durdu: —Belki bu akşam tekrar buraya gelirim. Dostumun bu meseleyi hallettiğini anlamıştım. Fakat ne neticeye vardığını düşünüp zihin yormadım. Eve dönerken, yolda biraz yokladım, kaçamaklı cevaplar verdiğini görünce ısrar etmedim. Evimize girdiğimiz zaman saat üçe geliyordu. Odasına girdi birkaç dakika sonra uşak kıyafetinde çıktı: Tomar halinde bir yaka, kumaşı parlamış eski bir elbise, kırmızı kravat, patlak pabuç. Şöminenin üstündeki aynaya bakıp: —İş yürüyecek sanırım, dedi. Sizi de beraber götürmek isterdim ama, yalnız gidersem daha iyi olur Watson… —Bir iz yakaladınız galiba? —Bana sorarsanız ipin ucu elimde, ama yanılabilirim. Herhalde yanılıp yanılmadığımı biraz sonra anlayacağım. Birkaç saate kadar döneceğimi umuyorum. Büfenin üstünde duran sığır söğüşünden bir dilim kesip, iki dilim ekmek arasına koydu ve gitti. Eve döndüğü zaman ben çayımı için bitirmiştim. Pek keyifli olduğu belliydi. Elinde eski bir ayakkabı vardı. Bağından tutmuş sallıyordu. Bir köşeye fırlayıp attı: —Bir çay içerim, dedi. Bir fincan çay verdim; aldı: —Duracak vaktim yok. Geldim ama hemen gidiyorum. Beni beklemeyin Watson. —Ne yapıyorsunuz? —İşi tahkik ediyorum. —Nerede? —Vest End’in öbür ucunda. —Ne zaman gelirsiniz? —Hiç bilmem. Bunun için beklemeyin diyorum. —İş yürüyor mu? —Şöyle böyle. Ama memnunum. —Tekrar Streatham’a gittiniz mi? —Gittim. —Ne âlemdeler? —Onları görmedim, eve girmedim… Bu mesele pek hoşuma gitti… Neyse gevezeliği bırakalım. Şu kıyafeti değiştirip sokağa insan gibi çıkayım. Açıklamıyordu ama, muhakkak sağlam bir ipucu yakalamıştı. Sevinçten çökük yanakları kızarmıştı, gözlerinin içi gülüyordu. —Allaha ısmarladık Watson. —Güle güle Holmes. Ne zaman geleceğini Allah bilirdi. Bu işi soruşturmaya başladığı zaman yüzünü bazen kırk sekiz saat görmezdim. Koltuğu ocağın başına çektim. Gece yarısına kadar oturdum. Gece yarısı yatak odama çıktım. Soyundum, yattım. Fakat uyku tutmadı. Aklıma Holmes’un bazı sözleri ve o sözlerini takip eden esrarengiz hadise geldi. Yattığım yerde o mesele gözlerimin önünde şöyle bir resmigeçit yaptı
··
1.452 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.