Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Sabahattin Ali, 22 (26?) Aralık 1932'de başlayan hapisliğinin aşağı yukarı dört ayını Konya'da geçirir. Karşılaştığı sorunları ve göğüslediği güçlükleri 8 Ocak 1933 günlü mektubunda dile getirir: "Dün Asliye Ceza Mahkemesi'nde tam bir seneye mahkum edildim. Darısı dostlar başına kolay hazmedilir şeylerden değil, hele Konya Hapishanesi tahammül edilir gibi değil. Tam 800 mevcut. Benim vaziyetim ve gördüğüm muamele çok istisnai olduğu halde yine üzülüyorum. Bereket Pertev (Boratav) vesair birkaç arkadaş beni bırakmıyorlar. Hele Pertev bugünlerde dehşetli masraflara girdi ve giriyor. Hükmü temyiz edeceğim, netice ne olacak bilemem. Manen ne halde olduğumu tasavvur edebilirsin, tam bir sene, tam 365 gün hapishanede yaşamak, arkadaşların yardımıyla karnını doyurmak ve çıktıktan sonra ne olacağını bilmemek ... İşin asıl feci tarafı, annem ile kız kardeşimi buraya getirtmiştim, dört gün kadar bir otelde beraber kaldık ve beşinci günü ben tevkif edildim. Onları şimdi tekrar Edremit'e, geldikleri yere gönderiyorlar. Dün yanıma geldiler, ikisi de ağlarlar ... Beni bile ağlattılar, hele kardeşim daha on yaşında olduğu halde her şeyi anlıyor, 'beni gönderme, ben senin yanında kalayım, isterse hapishane olsun, ben senden ayrılmam! ' diye tutturdu, susturuncaya kadar çektiğimi Allah bilir. Mamafih ben kendime göre bir hayat felsefesine sahip olduğum için vaziyetime alışacağımı zannediyorum, fakat onlar o zavallılar ne yapacaklar, bu cihet beni oldukça müteessir ediyor." Sabahattin Ali cezaevinde yaşadıklarını, görüp duyduklarını bazı şiir ve hikâyelerinde işledi: "Kafa Kağıdı", "Katil Osman", "Duvar", "Bir Şaka", "Çaydanlık" buna örnektir. Bu hikâyelerde yer yer kendinden de söz açar. Söz gelişi, 1935'te yazılan "Bir Şaka"da Konya Cezaevi' ne girişini şöyle anlatır: "Konya hapishanesine ilk girdiğim gün Cavit Bey'le tanıştım. Beni ihtilattan men ederek başgardiyanın yattığı odaya kapamışlardı. Gece olunca nöbetçi gardiyan kapımı açarak beni 'yüze gelen mahpuslar' koğuşuna götürdü. Gaz lambalarının asılı durduğu duvarların kenarlarındaki mindere oturarak yavaş yavaş konuşan, mangalları karıştıran, fasulye ayıklayan, Kur'an okuyan mahpusların arasından geçerken hepsi sür'atle yerlerinden kalkıyorlar, 'geçmiş olsun beyim! ' diye mırıldanıyorlardı." Hapishanede iken küme küme öğrencileri Sabahattin Ali'yi görmeye geliyor, hal ve hatırını soruyor, üzüntülerini dile getiriyorlardı. Sakal bırakmıştı. Kimi öğrencileri onu Namık Kemal’e benzetiyorlardı. Hapishanede bazı akşamlar saz alemleri oluyordu. Mahpuslardan kimi saz, kimi ud çalıyor, kimi de yanık sesle türkü söylüyordu. Sabahattin Ali onları ilgi ve sevgiyle dinliyordu. Bu tatlı olaycıklara karşın, cezası yargıtayca onaylandıktan sonra, hapislik gitgide ona dokunmaya ve gelecek kaygısı içini kemirmeye başlamıştı. Çıktıktan sonra ne yapacaktı, ne iş tutacaktı? Mayıs başında Konya'dan Sinop'a götürülür. Bu olayı "Bir Şaka" hikâyesinde şu satırlarla belirtir: "Ertesi gün akşama doğru jandarmalar nizamiye kapısına geldiler. Ben kitap sandığını evvelce yollamıştım. Koltuğumdaki paltomla bahçedeki mahpusların arasından geçtim. Fakirler yavaşça yanıma sokularak beş on kuruş istiyorlardı. Hepsine biraz bir şey uzattım. Ancak tahliye edilenlerin yaptıkları bu cömertlik bana onlarınkine benzer tatlı bir zevk veriyordu. En sonra Cavit Bey'i gördüm. Tekrar elimi sıktı ve ben ona da iki lira verdim ... Tahliye edilen mahkumların birçoğu gibi... Fakat ben tahliye edilmiyordum. Ve trene bindikten sonra jandarmanın elindeki sevk kağıdına bakınca gördüm ki, İstanbul müddeiumumiliğine, Sinop hapishanesine gönderilmek üzere teslim edilecektim. Bunu okuyunca çöker gibi oldum. Bir deniz kenarında yapayalnız duran bir hapishane gözlerimde canlandı ve içinde bir tek bile tanıdığım olmayan o yalı şehrini düşündüm ... Gurbet hapishanesi! dedim ... Zorlukları, azapları anlatmakla tükenmeyecek bir yolculuktan sonra Sinop'a geldim ... " Sinop'a varınca, yörenin jandarma komutanı, çavuşu çağırır: - Bir manga al, der, bugün vapurla azılı biri getiriliyor. Adı Sabahattin Ali. Aman gözünü dört aç ... Çavuş, "Peki" deyip vapura gider. içeriden gözlüklü, efendiden, ufak tefek biri çıkar. Elleri kelepçeli. Çavuş şaşırır. Yanındaki erlere buyruk verir: - Çözün ellerini. Siz gidin, ceza evine ben götüreceğim ... Sabahattin Ali'yi götürüp ilgililere teslim eder. Sonra onunla dost olur. Sinop'a varışından bir gün sonra Sabahattin Ali, arkadaşı Ayşe Sıtkı'ya yazdığı mektupta ilk izlenim ve duyuşlarını ayıntılarıyla yansıtır: "Bugün hava yağmurlu. Yerler ıslak, tıpkı geçen sene bugün gibi. Ayşe, ben tam bugün, 12 Mayıs gecesi saat birde Sinop'a çıkmıştım ... Bir gece evvelsi gibi her şeyi, en ufak teferruatıyla hatırlıyorum: Bir gece evvel sana vapurdan uzun bir mektup yazmıştım, gece yarılarına kadar uyumamıştım, ertesi gece biraz uyudum. Jandarmalar bir müddet sonra uyandırdılar, Sinop'a geldiğimizi söylediler, bir motora binerek şehre çıktık. Bu gece o zamandan beri hiç hayalimde canlanmamıştı, bugün nedense akşamın alaca karanlığında birdenbire bir sinema gibi gözümün önüne geliverdi. Bir müddet evvelki yağmurun ıslaklığını taşıyan sokakları görür gibi oldum. Gece yarısından sonra çıktığımız bu küçük şehirde kimseler yoktu. Yalnız büyük surlar, ahşap evler, tahta kepenkli alçak dükkanlar vardı. Sağ tarafımızdan parkın rıhtımına vuran denizin hafif ve mırıltılı sesi geliyordu. Ve ben, yanımda iki candarma, ellerimde bavulum ve çantam, kalbimde dizlerimi bükecek kadar büyük bir ağırlıkla bu bilmediğim şehrin karanlığının içinde ilerliyordum. Nefes aldıkça içime rutubetli bir hava doluyordu. Bu havayı bu kadar nemli yapan şeyin madde haline giren karanlık olduğunu zannediyordum. Hafif kumlu bir yolda, bahçe gibi bir şeyin içinde yürüyordum. Burasının park olduğunu söyledilerdi. Etrafa bakıyor, hiçbir şey göremiyordum. Ağaçlar siyah gecenin üzerine siyah kalemle çizilevermiş resimler gibiydi. Ayaklarımızın kumda çıkardığı sesler, hafif fakat iniltili akisler yapıyordu. Kalbim göğsüme sığmayacak kadar büyüyor ve ağırlaşıyordu. Ah yarabbi, o akşam ne kadar ıstırap çekiyordum? Ne kadar kederli idim! .. İstanbul'da ve Konya'da, hatta yolda geçirdiğim çok daha fena günler benim içimdeki mukavemet damarlarını harekete getirmişlerdi, çektiklerimi istihfaf edebiliyordum, dudaklarımı ısırıyor, hatta gütmeye çalışıyordum. Fakat bu gece, bu ıslak hava, bu hafif kumlu yol, bu tanımadığım, bir gece yarısı içine girdiğim garip şehir, bu bir tarafında yıldızlara karışan gri sular, bu ellerinde ağırlaşan çantalar birdenbire beni yumuşatmışlar, içimde bir ağlamak ihtiyacı vardı. O gece, yalnız o gece, istediğim gibi ağlayabilmek için hür olmayı istemiştim, ama ne kadar şiddetli istemiştim; yalnız o gece istediğim gibi hür olabilmek için ertesi gün ölmeyi kabul edebilirdim. Dudaklarım titriyordu. O gece annemi çok istemiştim, o yanımda olsa, benimle beraber yürüse, jandarmalar beni jandarma dairesine sokarken o boynuma sarılıp öpse ve yarın tekrar görmeye geleceğini söylese bu kadar yüreğim ağırlaşmazdı, diyordum. Sonra seni de çok düşünmüştüm. Şerif, Halide ve sen vapura gelmiştiniz. Üçünüzün de hayali, bilhassa seninki hep gözümün önündeydi. Seni adliyede yanıma geldiğin zamanki gibi de hatırlıyordum. Şimdi burada olsa muhakkak daha hafif olurdum, hiç olmazsa ona zayıf görünmemek için kendimi bu kadar koyuvermezdim diyordum. O zaman dünyada hiç kimsenin beni annem kadar sevemeyeceğini ve hiç kimsenin beni senin kadar anlamayacağını düşünüyordum. Elimde ağır çantalar, başım yıldızlara doğru kalkmış, kafamda bunlar dolaşıyordu. Cebimde sana vapurdan yazdığım mektup vardı. Yarabbi, bu akşam o bir sene evvelki akşamdan ne kadar uzağım, ne kadar başkayım: Tam bir sene geçti o günden beri, halbuki ben ne kadar çok ihtiyarlamışım ! Bir sene evvelki Sabahattin'e bir çocuğa bakar gibi bakıyordum... Sabahattin Ali, Sinop Cezaevi'nde Karadağ denilen üçüncü kısmın ikinci katında, denize bakan küçük bir koğuşa yerleştirilir. Aynı koğuşta kalanlardan Hüseyin Kuşüzümü, Sabahattin Ali'nin gelişini, yıllarca sonra, şöyle anlatır: " ... Koğuşumuzdaki on beş kişinin hepsi de Sinoplu idi. Suçları da adam öldürmek, yaralamak gibi suçlar. O zaman ranza yoktu, yataklarımızı yere seriyorduk. Aydınlatma lamba ile oluyordu. Cezaevi Müdürü Cevdet Bey'di. İstanbullu, efendi bir zat. Rivayete göre Abdülhamit zamanında sarayda çalışmış. ( ... ) Yanında efendiden, gözlüklü bir zatla geldi. Mustafa Ağabeyimi çağırdı : - Sabahattin Bey sana emanet, sizin koğuşta kalacak, dedi. Sonradan adının Sabahattin Ali olduğunu öğrendik. ( ... ) Hemen koğuşa ısındı, arkadaş, dost olduk. Koğuştakiler hep hemşehri olduğumuz için yemekleri birlikte yiyorduk. Yemekleri ben yapardım. Ay sonunda yapılan masrafları adam başına taksim eder, paraları toplardım. İçimizden pek okuma yazmayla ilgilenen kimse yoktu. Onun için Sabahattin Ali gece geç vakte kadar lambanın ışığında kitap okurdu. Yanında çok kitap getirmişti. Her tarafı kitap doluydu. Almanca kitaplardı. Gündüzleri bir sandığın üstünde yazardı. ( ... ) Kendiliğinden bizimle siyasetten falan konuşmazdı, sorunca konuşurdu, Bir defasında Ankara'daki mebusların büyük memurların yolsuzluklarından bahsetmişti. Mustafa ağabeyim de ona: - Bak sana hükumet bu kadar para sarf etmiş, okutmuş adam etmiş, ayıp değil mi böyle fikirlere kapılmışsın, hükumetle uğraşırsın, deyince o da: - Bana solcu diyorlar ama işte yaşayışımı görüyorsun, ya sana ne demeli Mustafa efendi, koğuşta içki içersin, kumar oynarsın, on kuruş yevmiye ile fakir fukarayı çalıştırıp oturduğun yerde dışarıya mal satıp para kazanırsın, diye cevap vermişti. ( ... )
·
181 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.