Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Brutus ve Caesar Konuşması
“Bütün Roma düştüğünü görmek için bekliyor,” dedi Decimus Junius Brutus. Uzaklara dalmış bakışların ve bir hamlede kendilerine dönecek sırtların arasından geçip banyoya doğru yürüyorlardı. “Çakallar kan kokusu almakta ustadır Brutus, ama ne var ki yara almış bir arslanı yakalayacak cesaretleri bile yoktur,” dedi Gaius Julius Caesar, aşağılayıcı bir ses tonuyla. “Ve bu tilkinin yeni bir yağma numarası hazırlayabilmesi için, olsa olsa birkaç hile şansı kaldı.” Brutus, Caesar’ın yüzüne soran gözlerle baktı. Caesar gülerek, “Demek istediğim şu ki, yenilgim üstüne bahse girmekten kaçın genç dostum!” Caesar içinden, ne kadar naif, genç ve bir o kadar da masum diye geçirdi. Ben böyle miydim? Belki sadece annem beni emzirirken! Aslında daha doğrusu o zaman sadece etrafımda politik arenada neler döndüğünün farkında değildim; tıpkı bir balığın suyun içinde yüzdüğünün ayrımında olmaması gibi. Caesar’ın mensup olduğu klan, Julii, eski Patriklerdendi. Fakat diğerlerine nazaran daha yoksul durumda oldukları için, Roma’da onlar adına, zenginliğe giden yol politikadan geçiyordu. Gerçi tam aksi de mümkündü. Muteber bir yer edinmenin yolu, seçimleri kazanmaktan geçiyordu. Oy toplamak, bol para dökmekle eş değerdi. Roma halkı için ziyafetler, panayırlar düzenlemek, hatta rüşvet vermek forumda ilgiyi lehine çekebilmek için olmazsa olmazlar arasındaydı. Dolayısıyla eğer doğuştan zengin bir politikacı değilsen, geldiğin mevkide boşalan kasanı yeniden doldurman ve siyaset merdiveninde bir üst basamak için yeni seçimlere mali kaynak yaratman gerekiyordu. Caesar’ın kamu alanında yaptığı kariyer için takip edebileceği başka bir yol olmadığından, ona göre bunu rüşvet olarak değerlendirmek, sinikliğin sınırlarını zorlamaktan başka birşey değildi. Caesar hamama girerken Roma’da sinikliğin, gözden düşmesi gibi bir şeyin söz konusu olamayacağını düşünüyordu. Banyolar üç farklı bölmeye ayrılmıştı. Ilık frigidarium, dejenere olmamış birer Spartalı oldukları illüzyonuna inanmayı tercih eden Romalıların; tepidarium hoş bir ilkbahar gününün orta ısısını tutturmuş; üçüncü ve son bölme, Caesar için fazla sıcak olsa da pek çokları tarafından tercih edilir olmuştu. Crassus üzerinde togası olmadan görüntüsüne kolaylıkla tahammül edilebilecek bir adam değildi. Yağlı ve biçimsiz vücudunu, havuz kenarındaki bir sedirde göbeğinin üzerinde uzanırken, üstünde sadece sırtını örten bir havlu varken, altın kadehinden şarabını yudumlarken sergilerdi. “Selam Crassus!” “Selam Caesar!” “Genç dostum Decimus Junius Brutus’ü tanıyor musun?” “Merhaba Brutus, sanırım bir yerlerde karşılaşmıştık.” Crassus, Brutus’ü baştan aşağı süzerken aklından, Brutus’ün de bulunabileceği bir geneleve gitmiş olup olamayacağını geçiriyordu. Bir kaşını kaldırarak bakışlarını Caesar’a çevirdi ve Brutus’ün Caesar için de aynı hizmeti verdiğini kabul etti. “Caesar, sanırım bu özel bir konuşma olmalı!” “Öyle olmasına gerek var mı Crassus?” dedi Caesar; memnuniyetsizliğini gizlemeye çalışıyordu. “Brutus’e güvenim tamdır.” Crassus iğneleyici bir ses tonuyla, “Öyle mi?” diye sordu. Caesar gençlere eğitmenlik yapmasının, Roma’da onun oğlancı olduğuna dair söylentilerin dolanmasına neden olduğunu biliyordu. Fakat bir kadında bulduğu hiçbir şey, bir oğlan tarafından kendisine verilemezdi. Zaten koruyup kolladığı Brutus gibi biriyle beraber olmak, insanın kendi oğluyla beraber olmasından farksız olurdu. “Brutus benim gerçek hayatta sahip olamadığım oğlum gibidir,” dedi Caesar. Konuşması alabildiğine manidardı ve gerçek hislerini göstermeyen gerçek bir aktör gibi oynuyordu. Bunun üzerine Crassus umursamazca sordu: “O halde bu konuşmanın konusu nedir, hani şu alelacele yapmak istediğin?” “Devlet fonundan zimmete geçirilmekte olan paralar hakkında konuşmamız gerekiyor.” “Öyle mi?” “Gerçekten Crassus,” diye yanıtladı Caesar. “On yaşın üstündeki her Romalının bildiği bir şey vardır ki o da, herhangi bir makama seçimle gelen biri, arkasında olanlara para akıtır.” Crassus şarabından bir yudum alırken, Caesar’ın henüz çok deneyimsiz olduğunu düşünüyordu. “Farkındayım Caesar,” dedi ve devam etti: “Sen devletin parasını kamusal alana tahsis ettin ve tabii ki hiçbir kısmı da senin özel kasana girmeyecek.” “Benim şahsi kasama ne girerse girsin, bir süre sonra seçimlerde başka bir devlet koltuğuna oturabilmem için çıkacaktır sonuçta.” “Ve hatta Roma’nın en başarılı ve deneyimli politikacılarından biri olduğum göz önünde bulundurulursa, bunun Roma’nın yararına olduğu bile söylenebilir.” “Sen hep başarılı bir sofist öğrencisi oldun Caesar!” “Sofist retoriğinin vasıflı bir takipçisi olmak, Sinik felsefenin hayranı olmaktan iyidir Crassus!” “Bizim her zevk ve beğeniye uygun bir tanrımız olsa da, Greklerin de her amaca uygun bir felsefesi var,” diye yanıtladı Crassus. “Bir pragmatist gibi konuştun dostum!” “Bir pragmatist diğerine karşı Crassus; gerçekten senatonun benim mali düzenlemelerime bu denli karışıyor olmasını onaylıyor olamazsın. İşbirliği yaptığımızın ortaya çıkmayacağını mı zannediyorsun?” Crassus kadehini sehpaya bırakarak yattığı yerde doğruldu ve buz gibi bakışlarını Caesar’a çevirerek sordu: “Korkun nedir Caesar?” “Tam olarak öyle söylenemez, sadece seni korumaya çalışıyorum dostum!” “Her şey bir yana sen, ben ve Pompey konsülü seçildikten sonra ayağıma dolananlar, elbet senin de ayağına dolanacak.” “Ne istiyorsun Caesar?” Crassus’un sesi sertleşmişti. “Cisalpine Galya’nın prokonsüllüğünü.” “Barbarlar bölgeden boşaltıldığından beri hiçbir şeyin olmadığı, adeta uykudaki bir Kuzey İtalya eyaletini yönetmek; Roma’da konsüllük yaptıktan sonra bir baş aşağı geliş değil de nedir?” Crassus’un gözleri pürdikkat Caesar’ın üzerindeydi. “Senatonun benim hakkımda hüküm verememesinin tek sebebi, bir konsülün görev süresi boyunca dokunulmazlığının oluşu…” “Ve senin görev süren dolmak üzere ha…” “Ama herhangi bir Roma eyaletinin prokonsülü hakkında senato bile kovuşturma başlatamaz.” “Senin bir avukat olduğunu unutmuşum Caesar.” Crassus’un sesi donuk çıkmıştı. “Peki neden Cisalpine Galya gibi bu kadar gözden ırak bir yer?” “Çünkü böyle bir yerin yönetiminin bana verilmesi daha olası,” diye yanıtladı ve ekledi Caesar: “Ve gözden ırak bir yer olduğu için arkadaşlarımın yanı sıra düşmanlarım da bana seve seve oy verecektir; sırf beni Roma’dan uzaklaştırabilmek için.” “Çok zekice.” Crassus’un yüzünde dalkavukça bir gülümseme vardı. “Ama… Bunu nasıl şimşekleri üzerime çekmeden halledebilirim bilmiyorum. Oldukça zor gibi görünüyor.” Omuzlarını silkerek ekledi: “Benim için önerin ne?” “Yaptığımız işbirliklerini su yüzüne çıkaracak bir araştırmayı böylelikle atlatmanın yanı sıra…” “Elbette daha pek çok kârlı işbirliği yapma imkânı dostum; hem de hayal edemeyeceğin kadar çok.” Crassus şüpheli görünüyordu: “Cisalpine Galya’nın zenginlerle dolu olduğunu iddia edemezsin, bunu sen de biliyorsun.” “Ya Galya’nın geri kalanı…” Caesar, Crassus’un yavaş yavaş oltaya geldiğini fark etmişti. “Galya Narbonensis’i mi kastediyorsun? Şarap, zeytin, meyve ve nispeten iyi limanlar. Evet, daha iyi ama sadece nispeten. Ama sen dedin ki…” “Hayır hayır, bizim eski Akdeniz eyaletimizden söz etmiyorum! Tamamı Crassus. Söz ettiğim bütün Transalpine Galya. Düşünsene, Galya Narbonensis’in kuzeyine doğru neresi uzanıyor? Gerçek Galya’nın kalbinin attığı yer; gerçek şahdamarı: uçsuz bucaksız altın, gümüş, çelik ve mücevher madenleri, küçük baş hayvanlar, üzüm ve bol miktarda köle!” “Savaşçı Galya kabileleri ve yabani Teutonları bir düşün!” “Teutonlar gerçekten yabani olabilirler ve kendilerine sağlayacaklarımız onları pek de ilgilendirmeyebilir. Ama Galyalılar hem daha zengin hem de daha açık gözdür. Ve bizimle ticaret yapmanın onlara neler kazandıracağının farkındadırlar. Düşünsene, şu an halihazırda bile Roma’yla yapılmış bir ticaret delegasyonları var.” “Toplanmak için bizi bekleyen zengin, verimli mahsuller…” dedi Crassus düşünceli düşünceli; oltayı çoktan yutmuştu. “Önce tüccarlarımızı götürürüz,” diye anlatmaya başladı Caesar. “Sonra ticareti kolaylaştırabilmek adına yollar yapmak için mühendisler; zengin Galyalılara Roma tarzı villalar inşa etmeleri için zanaatkâr ve işçilerimizi; onları Roma tarzında giydirmek için terzilerimizi; sonra, ne bileyim, köle tüccarlarını götürürüz. Üstelik muhakkak yeni ekonomilerini düzenlemek için bankerlere de ihtiyaçları olacaktır.” “Anlıyorum.” Bu fikir Crassus’un aklına yatmaya başlamıştı bile. “Galya Narbonensis’in prokonsüllüğü… Bu, arkadaşlarını da güzel tavizlerle ödüllendirebileceğin anlamına geliyor olsa gerek?” “Aynen öyle,” dedi Caesar. “Elinden tuttuklarım Crassus’tan bile zengin olacaklar… Croesus’u kastediyorum.” “Ama bir dakika!” Crassus soran gözlerle Caesar’a bakıyordu: “Şu anda sözünü ettiğimiz Cisalpine Galya prokonsüllüğü açıkta, Galya Narbonensis’inki değil.” “Haklısın dostum, ama elbette o da boşta kalacak ve işte o zaman senatoyu bu iki garnizonu birleştirmek için razı etmek hiç de zor olmayacaktır, ne dersin?” “Sanırım öyle.” Caesar dönüp Brutus’e baktı ve onun aldığı politika eğitiminin içinde rüşvetçiliği nereye konuşlandırdığını düşündü kendi kendine. “Ve orası da yakında açıkta kalacak.” “Benim görüşmemden kısa bir süre sonra Galya Narbonensis’in şimdiki prokonsülü ölümcül bir hastalığa yakalanacak.” “Bunu nereden bilebilirsin?” diye sordu Crassus. “Unuttuğun bir şey var ki, ben sadece bir pontifex değilim, seçilmiş bir pontifexim,” diye yanıtladı Caesar ve ekledi: “Dün gece yenen tavuk rostodaki alametleri okudum!” “Onu zehirledin mi?” “Hava çok sıcak dostum. Ha bir gün boyunca bir sülüne asılı kalmışsın, ha yanlış mevsimde kötü bir istiridye yemişsin…” Caesar dönüp bir kez daha şaşkınlıktan donakalan Brutus’e bakmıştı. Caesar döner dönmez Brutus’ün yüzü renk vermeyen bir maskeyle kaplanmıştı sanki. Ve bu Brutus’ün sessiz yeminini gösteriyordu. Er ya da geç herkes bekâretinden bir gün vazgeçer… Caesar’ın Cisalpine Galya’nın prokonsüllüğüne atanması, cesaret toplamak için kendini içkiye verme alışkanlığından kurtarmıştı onu. O, Brutus ve Junius Marius Gisstus şölen masasının etrafındaki koltuklarda arkalarına yaslanmış, Eduen’den gelecek delegeleri sulandırılmış şaraplarını yudumlayarak bekliyorlardı. “Pekâlâ arkadaşlarım, Roma’nın engereklerine elveda!” diye adeta şakımıştı Caesar. “Şimdi ün ve para kazanmak için görkemli Galya’da sıfırdan başlamak zamanıdır!” “Sadece para ve varlık kısmına inanabilirim,” dedi alaycı bir tavırla Gisstus. İstemsiz, ironik bir biçimde yüzünü ekşitmişti; gözleri, etrafındaki bu adamlardan iki kat daha fazlasını yaşadığını ve bu yüzden artık hiçbir şeyden kolay kolay etkilenmediğini söyler gibiydi. Caesar’ın usta bir casusun suratını andıran ifadesine ancak annesi güvenebilirdi, ki onun güveni bile çok uzun ömürlü olmazdı. Her şeye rağmen, kişisel çıkarlarına da hizmet ettiği ve bugünkü konumunu ona borçlu olduğu için Caesar’a her zaman sadık kalmıştı. Kaldı ki kendi gibi sıradan ve bir o kadar da üçkâğıtçılıkla anılan geçmişi olan bir adam, başka türlü bu kadar yükselemezdi. “Peki ün, Caesar?” Brutus sormuştu. “Cisalpine Galya gibi son bir yüzyıl boyunca İtalya’nın pasifleştirilen bir eyaleti sayesinde nasıl ün elde etmeyi düşünüyorsun?” “Ah genç dostum, Galya Narbonensis’i yok sayıyorsun anlaşılan.” Brutus suratını asarak, “Sayabilmeyi isterdim,” diye homurdandı. “Canını sıkan nedir?” “Belki de vicdanım.” “Vicdanını aldırmaya ne dersin?” Gistuss manidar bir öneride bulunmuştu. “İyi bir cerrah tanıyorum.” “Bunu bıçaksız da halledebiliriz,” diye karşılık verdi Caesar. “Galya Narbonensis’in yönetimini alabilmek için şimdiki prokonsülünü yerinden etmeye çalışmıyor musunuz?” Brutus kendini kusacak kadar kötü hissediyordu. “Yani cinayet işlemeyi.” “Doğru deyim, suikast,” diyen Gisstus, Brutus’ün lafını kesti. “Ne farkı var Tanrı aşkına?” “Aslında var.” Bu kez Caesar söze girmişti: “Cinayet kişisel bir şeydir. Suikast ise devletin çıkarları için adam öldürmektir. Bu siyasi bir gereklilik, bunu böyle algılamayı dene genç dostum.” Brutus ikna olmuş görünmüyordu. Belki biraz daha Sokratik diyalog gerekliydi. “Generalin sıralamasında düşmanı yenerek bir zafer kazanmayı mı düşlüyorsun?” “Elbette Caesar!” “Peki düşmanı nasıl yeneceksin?” Brutus’ün sessizliği uzlaşmacıydı. “Peki dostum ben söyleyeyim; mümkün olduğunca fazla sayıda adam öldürerek.” “Ama bu düpedüz savaş demek!” “Hayır, sadece devletin çıkarları için binlerce ölüm demek. Siyasi gerekliliklerden ötürü yapılacak binlerce suikast yani.” “Bu aynı şey değil,” diye Brutus ısrar etmeye devam ediyordu. Ama artık sesi kendinden daha az emin çıkıyordu: “Aynı şey mi?” “Sanırım sen daha çok aradaki etik farkı aydınlatmaya çalışıyorsun.” Arada üçünü de rahatsız eden kısa bir sessizlikten sonra: “Yine de hâlâ zaten fethedilmiş olan iki eyaleti elinde tutmanın sana nasıl bir şöhret sağlayabileceğini anlamış değilim.” Brutus sessizliği bozmak ister gibiydi. Caesar, Gisstus’a dönerek, “Hadi açıkla ona Gisstus!” dedi. “Edui topraklarıyla diğer Galya topraklarına yolladığımız ticaret kervanlarına yapılan Teuton saldırılarının sonu yok. Roma’nın bu kadar fütursuzca yapılan haydutluğa tahammülünün olması mümkün değil. Dolayısıyla Transalpine Galya’da düzenin oturtulması her şeyin başında gelecek; eh bunu da Galyalılar yalnız başlarına sağlayabilecek güç ve kabiliyetten yoksun olduklarına göre…” Brutus anlamaya başlamıştı: “O halde biz de Teutonlar’a dersini vereceğiz.” “Korkarım birden fazla ders Brutus!” dedi Caesar. Keyfi yerine gelmişti. “Umarım çabuk öğreniyorlardır. Çünkü maalesef ticaret yollarının güvenliğini sağlamak için yok etmeyi öngördüğümüz kabile sayısından çok daha fazlasını ortadan kaldıracağız. Sırf Roma’daki dostlarımızı bu kana susamış canavarlardan korumak için.” Sonunda Brutus’ün yüzü, planlarını anlamanın rahatlığıyla aydınlanmıştı. “Ve bir kere Galya topraklarına yerleşince, bırakmak için hiç aceleci davranmayacağız.” “Sen de general olacaksın,” dedi Caesar. “Ama hâlâ anlamadığım bir şey var; böyle bir plan seni nasıl meşhur bir Romalı kahraman kılabilir ki?” Caesar ağız dolusu bir kahkaha attı. “Asla korkma Brutus, Büyük İskender’in Pers topraklarından Hindistan’a yaptığı çıkarmanın forum ve senatoda okunan raporlarını getir gözünün önüne.” “Nasıl bu kadar emin olabilirsin?” “Çünkü onları kendim yazmayı planlıyorum. Sonra, onları bir kitapta toplamayı; zaferim asırlar sonra bile dilden dile dolaşsın diye.” Gisstus gülmekten boğuluyormuş numarası yaparken, Brutus tüm bunların bir şaka mı yoksa gerçek bir övünç kaynağı mı ya da anlatılanın bir gerçek mi olduğunu bilmiyordu. Aslında Caesar’ın da şimdiden bildiği söylenemezdi. Alışılageldiği gibi koyu kırmızı peleriniyle lejyonun ön saflarında yerini almıştı. Sonuçta sev ya da sevme, savaşta liderlik yapmak devlet erkanının bir parçası olmanın gereklerindendi. Ve Tanrılar sana yardım eder, Gaius Julius Caesar. “Şu titre ne dersin: Gaius Julius Caesar, Galya Fatihi?” “Çok hantal,” diye yanıtladı Gisstus. “Neden sadece Galya Fatihi demeyi denemiyorsun?” “Haklı olabilirsin.” Caesar’ın sesi yavan çıkmıştı. “İnsanlar kahramanlarındaki sıradanlığı severler.” Gistuss gülerken, Calpurnia yanlarına yaklaştı. Eduen elçisi Diviacx’ın vardığını haber vermeye gelmişti. “Kölelere elçinin şarabını sulandırmamalarını hatırlat.” Caesar, karısı misafiri girişte karşılamak için uzaklaşırken ardından seslenmişti. Calpurnia yürümeye devam ederken arkasına dönüp, “Tamam, hatırlatırım,” dedi ve ekledi, “Bir süre sonra su demirde içinde pas yapıyor. Bir Galyalı’nın içinde ne yapmaz ki? “Ne kadar çok, o kadar iyi,” dedi Caesar ve üçüncü karısına göz kırparak ayağa kalktı. Calpurnia, ne Cornelia kadar güzel ne de Pompeia kadar sekse düşkündü, ama üçü arasında zekâsı ve sağduyusuna en çok güvendiği oydu. Caesar, Eduen delegasyonunun lideriyle şimdiye kadar hiç tanışmamıştı, ama Eduilerin en güçlü ve medeni Galya kabilesi olduğuna dair çok şey duymuştu. Duydukları arasında, Diviacx’ın, özgün senatolarının üyesi olduğu bilgisi de vardı. Giriş kapısının önünde karşıladığı adam, uzun boylu, oldukça sağlıklı ve dinç görünüyordu. Gümüş rengi saçları ve bıyıkları omuzlarına dek iniyordu. Tam anlatıldığı gibi tipik bir Galyalı, diye geçirdi içinden. Ancak adamın başlıklı beyaz cüppesindeki yer yer mavi şeritler, Caesar için tam bir şok olmuştu; neyse ki sağduyusunu kullanarak şaşkınlığını saklamayı başarmıştı. Evet, Eduen ticaret delegasyonunun lideri bir Druid’di. Bu Galya rahipleri hakkında çok az şey bilinirdi; kaldı ki bilinenler de gerçekse… Eşit sayıdaki Roma nüfusunu asalaklıktan kurtarmaları için bile sayıca varlıkları çok görünüyordu. Aynı zamanda sulh yargıcı oldukları da rivayet edilirdi. Üstelik de vergi toplayıcı. Yine söylentiler arasında, hiçbirinin vergi vermediği vardı ki, Caesar bir pontifex olarak bundan hiç hoşlanmamıştı. Rahip? Senatör? Tüccar? Ne garip bir bileşkeydi. İşte bu her şeyi karıştırıyordu. En iyisi tedbirli olmaktı. Caesar tedbiri elden bırakmayarak en yalın haliyle: “Selam Diviacx!” dedi. Diviacx aynı şekilde karşılık verdikten sonra, şölen masasında oturan Calpurnia, Gisstus ve Brutus’e katılmak üzere masaya seğirtti. Aslında bu sıradan yemeği bir “şölen” olarak adlandırmak biraz abartılı kaçıyordu. Çünkü masaların gerisinde duran sedirlerde topu topu beş kişi vardı. Konuşmaları bölmemesi için müzisyen bile getirilmemişti. Buna rağmen Caesar, Romalılara özgü yemeklerin etkileyici ikramı için hiçbir masraftan kaçınmamıştı. Eduen’i medeniyetin beraberinde getirdiği lükslerle etkilemek, onun gözünü böylelikle boyamak istiyordu. Ziyafet için hazırlanan aperatifler, Diviacx oturur oturmaz şarap eşliğinde hizmetçiler tarafından masaya getirildi. Mönüde ballı et, şarap ve tarçınla pişirilmiş incir tatlısı, tütsülenmiş tavus kuşu, safranlı zeytinyağı sosuyla servis edilen ızgara av kuşları, kırmızı biberle sotelenmiş sardunya, baharatlı patates püresi ve içine bandırmak için dört çeşit ekmekle sunulan patlıcan yemeği, tabaklar dolusu sirkeli zeytinyağlı özel zeytinler, çerezler, bol miktarda taze meyveyle küçük parçalar halinde ikram edilen sülün, kuzu eti, ahtapot ve kızarmış kalamar vardı. Diviacx iyi ve tecrübeli bir diplomat gibi davranıyordu. Her şeyden tatmış ve hiçbir şeye, tattıktan sonra en ufak bir hoşnutsuzluk belirtisi göstermemişti. Caesar kendi seyahatlerinden biliyordu; birinin damak tadı diğeri için yemeği tam bir felakete döndürmeye yetebilirdi. Yine de iyi bir gözlemci, Diviacx’ın kalamar ve ahtapot gibi deniz ürünlerini iğrenç birer sualtı canavarı olarak kabul ettiğini, onları çatalına isteksizce takmasından anlayabilirdi. Caesar, Eduen elçisinin nezaketen bu tabaklara uzanırken, yemyeşil kesilen yüzünü ve mümkün olduğunca küçük lokmalar aldığını görebiliyordu. Diğer yiyeceklere ise sanki masada başka hiç alternatif yokmuş gibi aç kurt misali saldırıyordu. Bu da onun barbar zevklerini ve barbarlara özgü sofra adabını ortaya koyuyordu. Masada tüm bunlar olurken Gisstus arada bir sohbete katılmanın dışında sessiz kalmış; Brutus ise neredeyse misafirin bulunduğu bu ortamda sindirilmişti. Caesar ve Calpurnia ev sahipleri olarak daha çok havadan sudan konuşmayı tercih etmişlerdi. Sohbet yemeklerden açılmış, Galya ve Roma iklimlerine kaymış, ardından, kölelerin umarsızca döküp saçtıkları birayla şarap arasındaki farklara kadar dayanmıştı. Caesar konuşurken bir yandan da Diviacx’ın yemeklere verdiği tepkileri sezdirmeden izlemişti. Caesar, hizmetçiler masadaki artıkları temizleyip ana yemeği getirene dek asıl ve derin mevzulara girmemeye özen göstermişti. “Eğer yanılmıyorsam Diviacx, cüppeniz sizin bir Druid olduğunuzu gösteriyor…” Diviacx ağır ağır arkasına yaslanırken, “Evet, haklısınız,” dedi ve şarabından bir yudum daha aldı. “Ve şu anda bir rahip ve bir ticaret misyonunun lideri olarak buradasınız.” Diviacx kadehini dikkatle masaya bırakırken yanıtladı: “Bütün Druidler rahip değildir.” Calpurnia araya girdi: “Biliyorsunuz kocam da bir süre rahiplik yaptı.” “Ama o da benim gibi öbür dünyadan çok bu dünyanın adamı, öyle değil mi?” Diviacx Caesar’a dönmüştü. Brutus kendini tutamayarak, “Sizin gibi mi?” diye sordu. “Sizlerin büyücü olduğunuzu duymuştum.” “Bizim dilimizde ‘Druid’ rahip değil bilge adam anlamına gelir. Ve farklı bilgelik alanları olduğuna göre Druidler de çeşitlidir. Sulh yargıçları, öğretmenler. Kimi bu ülke hakkında eğitir kendini, kimi diğerleri hakkında.” Brutus tekrar araya girdi: “Diğer ülkeler?” “Efsane Topraklar.” Diviacx, Brutus’ten tekrar Caesar’a dönerek bakışlarını üzerine kilitledi. Her ne kadar şaraptan ötürü gözleri baygın ve kanlıysa da, Caesar’ın bakışlarını kendine kilitleyecek denli kuvvetliydi. “Nereden bahsettiğimi biliyorsunuz öyle değil mi, Caesar?” Caesar uzaklara doğru bakarak tereddütle, “Biliyor muyum?” diye sordu. Bu tuzağı biliyordu; bir pontifex olarak değil ama Rodos’ta Molon’dan aldığı hitabet sanatı derslerinde öğrenmişti. “Kendinizi yazgıcı bir adam olarak kabul ettiğinizi duydum, Caesar.” “Bana biçilen buysa…” demekle yetindi Caesar. “Ve Büyük İskender’in ruhu yeniden canlanır.” “Dostum, bu sadece bir metafor.” Bir kahkaha atarak gerçek nosyonunu saklamaya çalışmış, kulaklarında çınlayan sesi kendine bile boş gelmişti. Bu Druid, Caesar’ı huzursuz edecek kadar ruhunun derinliklerine inmeye başlamıştı. Caesar, Tanrıları ve onların uhrevi dünyalarını ciddiye almakta her ne kadar zorlansa da, kendi ruhuyla uzun yıllar önce ölen Büyük İskender arasında doğrusal bir iletişim olduğunu hissediyordu. İskender’in ruhunun kendisinde tekrar can bulduğunu iddia etmiyordu. Aksine, İskender onun için bir yol gösterici, bir müjdeciydi. Tıpkı İskender’e yol gösteren babası Kral Philip gibi. Caesar kendini kaderinin, Makedonya’da başaramadıklarını bu kez başarmak olduğuna inandırmıştı. Büyük İskender, cihanın henüz tanık olmadığı büyüklükte bir imparatorluk kurmuştu ve İskender’in daha fazla toprak fethedemediği için çok gözyaşı döktüğü söylenegelmekteydi. Bu, Caesar’ı şüphelendiriyordu. İskender’in bunca fetihten sonra tek yapması gereken yüzünü batıya çevirmek iken -mesela Galya’ya- bir noktadan sonra tıkanması, onun çok büyük bir komutan ama maalesef iyi bir politikacı olmadığını gösteriyordu. Demek ki fetihlerini asırlarca hüküm sürecek bir ulusa çevirebilecek nosyona sahip değildi. Bir kral olarak çıktığı yolda bir imparator olarak ölmüştü. Ardında gündelik kraliyet çatışmalarına konu olan yüklü bir tarih ve toprak mirası bırakarak… Caesar, bir cumhuriyetten yola çıkmıştı ve kuracağı şeyin adının henüz ne olduğunu kendisi de bilmiyordu. Bildiği tek şey, bu yeni düzenin kendi varisleri tarafından değil, siyasi bir sistemle yönetileceğiydi. Bu, Caesar’ın Rodos’un Colossus Pramitleri’nden de, İskenderiye Kütüphanesi’nden de ihtişamlı dev eseri olacaktı. Çok görkemli olacaktı çünkü Caesar eserini taştan ve çimentodan değil zekâsı ve sağduyusunu kullanarak yapacaktı. “İyi misin?” diye sordu Calpurnia. Kimsenin duymaması için Caesar’ın kulağına doğru eğilmişti. “Yeni bir nöbet başlamıyor ya?” “Belki de bir rüya görüyordur?” Diviacx adeta konuşmak için konuşmuştu. “Belki de…” dedi Caesar; başını sallayarak, hem dikkatini içinde bulunduğu ana ve mekâna çevirmeye hem de Calpurnia’yı iyi olduğuna ikna etmeye çalışıyordu. “Kurgusal bir şeyden bahsediyorum sadece.” Neyse ki, kısa bir süre sonra ana yemeği bronz bir tepsi içinde taşıyan dört köle çıkagelip dikkatin Caesar’dan tekrar şölene çevrilmesini sağlamıştı. “Niyetim Edui’nin güneyinden geçen ticaret yolunu kendi topraklarının üzerinden Akdeniz limanlarına ve oradan da karayolundansa deniz yoluyla Roma’ya taşımak.” “Daha dolambaçlı bir yol yani…” “Evet ama daha güvenli. Sadece Galyalıların ve kendi topraklarımızdan geçip Roma kadırgaları tarafından korunan deniz yollarını kullanacağız. Ve daha güvenli olduğu için sadece geçişleri vergilendireceğiz. Mesela onda biri Galya topraklarından geçmek, onda biri benim topraklarımdan geçmek için. Üstelik druidlerin fermanlarının kabile sınırlarını geçmek için işe yaradığını duymuştum.” “Bu doğru!” diye atıldı Diviacx. Caesar memnuniyetini gizlemeye çalışmadan, “Ve bazı durumlarda druidlerin bazı vergiler toplayabildiklerini…” Diviacx’ın gözleri ancak bu dünyaya ait olabilecek bir açgözlülükle aydınlandı. “Evet bu da doğru!” “O halde bu, Galyalılar ve diğerlerinden toplanacak vergiler için görevlendirilecek adamları senin bulabileceğin anlamına mı geliyor? Bunu yapabilir misin?” “Tabii ki, bu benim için hiç sorun değil!” “Aynı şekilde bu vergiler, bu ticaret yolları üzerinde aksi istikamete giden Roma’dan alınacak şarap, mobilya, her türlü gıda, mermer, sanat eseri, enstrüman, ilaç ve aklına ne gelirse hepsi için de toplanmalı.” “Elbette, adil olmalı!” “Üstelik ticaret akışı şimdiki gibi musluktan sızan birkaç damla olmayacak; aradaki ticaret bir seli andıracak. İşler biraz yoluna girer girmez hemen Roma’dan mühendisler getirtip, ticarete ivme kazandırmak için yollar inşa ettireceğim. İşte böylelikle, biz de…” “Bazı şeyleri unutuyorsun Caesar!” Gisstus önceden planladığı gibi Caesar’ın sözünü kesmişti. Caesar bu tepkiye kaşlarını çatarak karşılık verdi. “Neymiş o Gisstus?” “Bir kere Edui ve Galya Narbonensis toprakları arasında başka kabileler de var. Ve onlar buna kabul göstermeye…” Söze Diviacx girdi: “Neden onlara da bu yeni düzenlemeden yararlanma fırsatı tanımayalım?” “Diviacx haklı, Gisstus!” diye yanıt verdi Caesar. “Daha az önce dostumuzun Druid kanunlarının kabile sınırlarını geçmeye yettiğini söylediğini duymuş olmalısın.” “Pekâlâ, Ariovistuslarla Teutonlar ne olacak? Vahşi çapulcular tarafından idare edilen topraklara yol yapmak için nasıl mühendis yollayabileceğini düşünüyorsun?” “Orada da..” Caesar derin düşüncelere dalmıştı. “Abarttığınız kadar korkulacak bir şey yok beyler.” Diviacx hiç de ikna edici olmayan bir sesle, “Savaşçılarımız onları koruyacaktır,” dedi. Gisstus sormakta gecikmedi: “Kendi halkınızı korumakta pek becerikli olduğunuz söylenemez; ne dersin?” Diviacx’ın bu soruya verebileceği bir cevabı yoktu. Caesar bu rahatsız edici sessizliğin sürmesine bir süre müdahale etmeyip bekledikten sonra, sanki aklına aniden bir fikir gelmişçesine, “Bir fikrim var!” dedi. “Sahiden mi?” “Bir ya da iki Roma lejyonunu Teutonları toptan temizlemesi için görevlendireceğim. Bu lejyonları da bizzat kendim komuta edeceğim. Sizi temin ederim ki, Roma askerlerinin şu vahşi çapulcuları ortadan kaldırması hiç de zor olmayacak. Uzun zaman almayacağı için bize pahalıya patlamayacağına da bahse girerim.” “Ne kadar pahalıya?” “Senatonun yabancı toprakları yağmadan kurtarmak için bir seferi finanse edeceğini hiç sanmıyorum. Bu parayı bir başkası karşılamalı!” “Bu konuda bilgim yok, Caesar!” Diviacx’ın sesi mutsuzdu. “İnan bana bu iş için senatodan para almak politik olarak imkansız,” diye yanıtladı Caesar. Kendini sağ salim Roma’nın dışına attıktan sonra yapacağı son şey, kendisine diş bileyenlerden bir ordu kurmak için para istemekti. Üstelik bu orduyla bir zafere imza atması bu denli muhtemelken. Bir kez daha Caesar arada uzayan sessizliğe müdahale etmeden bekledi. Sonra, oyunun en heyecanlı yerine gelmiş gibi, “Ah tabii yaa!” diye bir çığlık attı. Kendi aptallığına kızıyormuşçasına sol elinin ayasıyla alnına vuruyordu. “Bu işi kârına bile yapabiliriz. Hem de karşılıklı ikimizin kârına.” “Emin misin?” Caesar gözlerini karşısındaki Druid’e kilitleyerek, yüzünde kararlı bir ifadeyle süzdü. Eğer Diviacx’ın ruhuna hükmedemezse düşündüklerini ona yaptıramayacağının farkındaydı. “Neden Teutonları aradaki bir güvence olarak düşünmüyorsun? Aslında son derece değerli ve bol miktarda malları var.” Kısa bir duraksamadan sonra ekledi: “Üstelik çok zeki olmasalar bile fiziksel olarak güçlüler. Düşünsenize; taş ocakları, limanlar ve tarım işçisi olmak için biçilmiş kaftan bir halk. Ve tabii en kuvvetlileri gladyatör olarak muazzam paralar kazandırabilir bize. Sen onları toplamanın masraflarını üstleneceksin ve kârı ikiye böleceğiz.” “Teutonları köle olarak satacak mıyız yani?” Caesar, Diviacx’ın sorusuna alaycı bir gülümsemeyle yanıt verdi: “Teutonların sizin arazilerinizi yağmalayıp kadınlarınızın ırzına geçerken hiç de nazik olduklarını sanmıyorum. Şimdi biz onları katletmek yerine köle olarak satarsak, bu halkının vicdanını çok da rahatsız etmeyecektir dostum.” “Elbette öyle!” Diviacx kendi kendine gülmeye başlamıştı. Caesar karşısındaki Druid’in bu anlaşmaya ikna olduğunu görüyordu.
·
844 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.