Gönderi

Yok bir şeyim, sadece biraz melankoliğim!
Koşuyorum, koşuyorum, koşuyorum… Nefes nefese kalmışım. Biraz şurada durup soluklanmak istiyorum. Sonra yine koşmaya devam ederim nasılsa. Ahmet Erhan’ın söylediği gibi: “Aklım tekmelenmiş bir sokak köpeği gibi uzun uzun uluyor. Bunun için ölümden böylesine çok söz etmek durumunda kalıyorum ve öylesine yaşamla doluyum ki, bir tek anının, bir tek yüzün, gülüşün bile ölmesini aklım almıyor.” Uluyan aklımı susturabilmek adına yine kitaplara sığınıyorum okuyorum, sürekli okuyorum ama yine kendimden kaçamıyorum. Kendimle yüzleşmeyi erteledikçe erteliyorum. Sonra içime çektiğim her nefesi dışarıya bırakmayı unutmuş gibi içimde bir şeyler büyüdükçe büyüyor, dışarı çıkmak isteyen bir şeyler var. Ben onları sözcükler sanıp alıyorum elime kalemi. Defterim bana, “Ne oldu, kaçıyordun, geldin mi yine?” der gibi bakıyor. “Evet, ayaklarımı sürüye sürüye gelsem de, geldim.” diyorum. Kendimden nereye kaçayım ki? Ne olurdu sanki beynimiz de temizlenebilen bir şey olsaydı, alsaydık tüm o sarı bezleri, o beynin kıvrımlarını güzelce bir silseydik. “Hey, ilk kalp kırıklığım sen gel bakalım buraya, kaybettiklerim siz de gelin buraya” diyebilseydik. Ya da fabrika ayarlarımız olsaydı da her seferinde yeniden başlayabilseydik. Yok ama yok, insanız biz! Sanki sırtımda görünmeyen bir küfe var. O küfeyi doldurdukça doldurmuşlar, “Yeter, taşıyamıyorum” desem de kimse dinlememiş beni, herkes ne bulursa atmış o küfeye. O küfeyi görmeyen insanlar bana “melankolik” gibi isimler takmış. Oysa kim gezmek ister ki sırtında kocaman yüklerle? Alışmıştım ben o ağırlığa ama çok yakın bir zamanda o küfeye kocaman bir ölüm attılar, öyle ağır ki… Dokuz gündür onu da taşıyorum. Ölümün ağırı, hafifi olur mu demeyin oluyormuş. Bu ölüm, hem hüznü hem nefreti barındırıyor çünkü. “Elalem ne der”e kurban edilmiş bir kadın düşünün şimdi. Tek isteği yıllardır özlemini çektiği memleketine tekrar dönüp orada yaşamak istemiş bir kadın. Ailesi tarafından reddedilen yapayalnız bir kadın… Fiziksel şiddete uğramış, vücudundaki kesikleri dövme ile kapatmaya çalışan bir kadın. Onu koruyamayan adli makamlar ve onu kabul etmeyen bir aile düşünün şimdi. Sadece kendisi olabilmek için mücadele eden bir kadın ama sonunda yorulan bir kadın… Yatağım, kapıya bakıyor. Ben artık geceleri kapıyı izleyerek uyuyorum. Yatağıma uzanan üçlü bir priz var. Bir ona bakıyorum, bir kapıya. Sonra hayal ediyorum, dokuz gecedir her gece. O prizin kablosunu alıyor kapıya takıyorum. Sonra oraya o kadını asıyorum. Son bakışları nasıldı, ne dedi, ağlıyor muydu düşünüyorum, çaresizliğini iliklerime kadar hissediyorum. Ben her gece Melis’i o kapıda öldürüyorum. Dokunduğum her kapıdan, gördüğüm her kablodan nefret ediyorum. Sonra düşünüyorum, insanlar kapılardan daha katil. Bir annenin her koşulda evladına sahip çıkmamasını kabullenemiyorum, yıllardır bir kere onu merak edip sormayan bir abinin onun mezarına bir tane fidan dikerek vicdanını rahatlatmasını kabullenemiyorum. Bir abla olarak, bir ablanın kardeşinden uzak kalmasını kabullenemiyorum. Ben henüz otuz beş yaşında olan bir insanın, O’na ölümü istetecek kadar kötülüğe maruz kalmasını kabullenemiyorum. Bunun aslında intihar değil de, cinayet olduğunu, O’nu kendi elleri ile öldürdüklerini anlamıyor olmalarını kabullenemiyorum. Kafamın içi; kapı ile, kablo ile, ölüm ile, toprak ile, suçluların üzerlerine almadıkları vicdanları ile, dinlediği son şarkı “penceresiz kaldım anne” ile dolu ve ben artık hepsinden nefret ediyorum. Neden yazdım ki bunları, hiç sadece biraz melankoliğim…
··
322 görüntüleme
Sibel okurunun profil resmi
Rüyamda, ölmüş bir el tüm şefkati ile saçlarımı okşuyor. Ona sıraladığım tüm keşkelere, sonucun değişmeyeceğini söyleyerek yanıt veriyor. Onun bu şefkati bendeki bu sızıyı artırıyor... Dinlediği son şarkıya inanıp daha çok canım yansın istiyorum: "Penceresiz kaldım anne. ... Duvarlar konuşmuyor anne Açık kalmıyor hiç bir kapı."
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.