Gönderi

Kitaplarla Otuz Yıl Mehmet Fatih Kaya’nın, Rıhle dergisinin Ekim-Aralık 2009 tarihli 7. sayısında yayınlanan “Kitaplarla Otuz Yıl” başlıklı bir yazısını alıntılıyoruz. Kendimi bildim bileli kitapları sevdim hep. Tabir caizse, fıtrî-ıztırarî bir sevgi bu; kesbî-ihtiyarî değil. Kitabın olduğu bir evde büyüdüm. Bu, şimdi anlıyorum, ne büyük lütuftu! Sekiz-dokuz yaşlarındayken eve ciltler halinde, çivit mavisi ile koyu mavi renkte kitapların geldiğini hatırlıyorum. Bunların daha sonra, Hanefî fıkhının muteber kitaplarından Kâsânî’nin “Bedâyiu’s-Sanâyi”i ile İbn Hümam’ın “Fethu’l-Kadîr”i olduğunu öğrenecektim. Çocukluğum, oynamanın dışında kitap okumakla geçti. Okulda kitaplık kolu başkanıydım. Elime geçen ufak tefek harçlıklarla kitap alıp, okuduktan sonra bunları okulun kütüphanesine bağışladığımı çok iyi hatırlıyorum. Cin Ali, Ökkeş serisi, Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarından başlayıp çizgi-romanlara kadar varan bir yelpazede onlarca, hayır, yüzlerce kitap okudum. Tabii, hepsi seçilmiş, faydalı kitaplar değildi. Bununla birlikte, faydalı bir kitaba ulaşmak için, insanın yolu, bazen bir sürü faydasız kitaptan geçer. Her neyse… Okuldan sonra medresede Arapçaya başladık. Biraz Arapça okuyup anlayacak seviyeye geldiğimizde, neredeyse her hafta sonu, eve gitmeden önce ne yapıp edip yolumu düşürdüğüm bir uğraktı benim için Beyazsaray Kitapçılar Çarşısı. O zaman elimden tutacak bir mürşid, yol gösterecek bir kılavuz yoktu. Kitaplar beni kitaplara götürdü. Yani, çoğunlukla rehberim kitaplar oldu o zaman… Kitapçıya girdiğimde bütün kitaplara tek tek bakardım Kitapçıya girdiğimde genelde kitap sormaz, bütün kitaplara tek tek bakardım. Bunun ne meşakkatli bir şey olduğunu tecrübe eden bilir. O zamanki harçlığımla ancak birkaç kitap almaya gücüm yeterdi. Ama bu şekilde birçok kitabı görür, birçok kitap hakkında bilgi sahibi olurdum. Baktığımız kitapların çoğu, sarf, nahiv, belağat, mantık, kelam gibi ilimlerde okuduğumuz ders kitaplarının şerh ve haşiyeleri niteliğinde veya bunlara yakın kitaplardı. Osmanlı döneminde basılmış ilmî kitaplar… Tabii, o dönemde basılmış kitapların hepsini tanımıyorduk. Ayrıca, bildiğimiz her kitaba ulaşmak da mümkün değildi. Genellikle, o dönemlerde çokça basılmış, medrese talebe veya hocaları tarafından aranan kitapları bulabiliyorduk. Ama mesela, Molla Cami haşiyesi “Ikdu’n-Nâmî”yi veya Kâfiye şerhi “Şeyh Razî”yi bulmak neredeyse mümkün değildi. Takdir edilirse, dar bir çerçevede mütalaa edilebilecek kitaplar bunlar. Mesela, ilmî sahada, Ebussuud Efendi’nin, İbn-i Kemal Paşa’nın, Birgivî’nin, Hâdimî’nin risaleleri, Fenârî’nin “Fusûlu’l-Bedâyi’ fî Usûli’ş-Şerâyi” isimli usulü, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin’in “Câmiu’l-Fusûleyn”i, Hocazâde’nin, Gazalî ve İbn Rüşd’ün “Tehâfüt”leri arasında hakemlik yapmak amacıyla kaleme aldığı “Tehafütü’l-Felâsife” isimli eseri, “Mecelle” ve şerhleri, Ahmed Cevdet Paşa’nın “Mi’yâr-ı Sedad” ve “Âdâb-ı Sedâd”ı… o zaman tanımadığımız, değerli ilmî eserlerdi. İlmî-edebî-tarihî sahada, “eş-Şekâiku’n-Nu’mâniyye” ve zeyilleri, yine Taşköprüzade’nin “Miftâhu’s-Saâde”si veya oğlu Mehmed Kemaleddin Efendi tarafından birçok ilave yapılarak zenginleştirilen “Mevzûâtu’l-Ulûm” isimli tercümesi, “Keşfu’z-Zunûn” ve zeyilleri, Mütercim Âsım Efendi’nin “Okyanus” diye meşhur “Kâmûs” tercümesi, Müstakîmzâde’nin “Tuhfe-i Hattâtîn”i, Şemseddin Sâmî’nin “Kâmûsu’l-A’lâm”ı, Bursalı Mehmed Tahir’in “Osmanlı Müellifleri” isimli eseri, Mehmed Süreyya’nın “Sicilli Osmânî”si… o zamanki medrese bilgi ve irfanımızla ulaşamayacağımız kitaplardı. Bu noktada, tanıdığım, farklı kitaplar ihtiva eden ilk kütüphane, medreseden mezun olduktan sonra, 1989 yılında yanında kalmak bahtiyarlığına erdiğim Emin Saraç Hoca’mızın çocuklarına ait Risale Yayınları’nın kütüphanesiydi. Gönül hoşnutluğuyla bana açtıkları bu kütüphanede farklı kitaplar görme imkânım oldu. Söz gelimi, İbnu’l-Cevzî’nin Kur’ân ilimlerine dair “Funûnu’l-Efnân”ının bazı bölümlerini, İbn Kayyimi’l-Cevziyye’nin, yâdına düşen ilmî fevâidi fevt etmemek için tuttuğu notlardan oluşan “el-Fevâid” nâm eserini o zaman mütalaa etmiştim. Kahire Yılları Sonra Kahire yılları… 90–94 yılları arasında Ezher’deki öğrenimim vesilesiyle Kahire’de geçirdiğim yıllar, kitaplarla beslenmem açısından en verimli yıllar oldu. Özellikle ilk sene, 90–91 senesi, kitaplara doyduğum bir yıl oldu. Kitaplara doyulur mu?! Bugün, acaba, Ezher’den değil, Kahire’nin kitapçılarından istifade ettim dersem, hürmetsizlik mi yapmış olurum? Haftanın altı günü her sabah namazından sonra, Arapçası yeterli olmayan bazı okul arkadaşlarımızla, Ezher’de tedrisi mukarrer olan kitapların, Allah selamet versin, “Sarı Süleyman” diye meşhur değerli Süleyman Aydın Hoca tarafından altları çizilen bölümlerini okur, sonra kahvaltı yapardım. Sonra mı? Sonra, ver elini Atebe! Atebe, Mısır’ın kitap ambarıdır. Mısır’ın birçok meşhur kitapçısı ordadır. İbrahim Paşa heykelinin olduğu Atebe meydanına iner, oradan Abidin caddesiyle beraber sağlı sollu kitapçılara kıvrılırdınız. Yaklaşık her gün sabah namazından sonra bu şekilde çıktığım ve yalnız sabah kahvaltısıyla yetinip, akşamları iki elimde iki çanta kitapla, Kitab-ı Kerîm’in ifadesiyle “urcûn-ı kadîm” gibi eve döndüğüm Kahire günleri, kuşkusuz, hayatımın kitap açısından en verimli günleri olmuştur. Her kitap hemen ilk elde kendisini size açmaz Hangi kitabı arıyordum? Böyle bir sorum yoktu. Ben kitabı arıyordum, yani kitapları, yani kitap olmak şanından olan her şeyi! Kitapçıya giriyor, sağdan, en üst raftan başlıyordum. Kitapları teker teker indiriyor, ismine, yazarına, konusunun ne olduğuna, en son, ilgimi çekiyorsa fiyatına bakıyordum. Hemen almak gibi bir acelem yoktu. Ta o zaman şunun farkındaydım: Kitapları yeni tanıyordum. Başka, daha değerli baskılarının olup olmadığını bilmiyordum. Öyleyse acele etmemem lazımdı. Ayrıca, sınırlı bütçemi de düşünmek zorundaydım. Muhtemelen uzun zamandır ilk defa benim karıştırdığım bu kitapları, tozlu rafları içerisinden çekip çıkarıyor, zaten çoktan toza batmış ellerimle siliyor, silkeliyor ve kitabın ne olduğunu kestirmeye çalışıyordum. Bilirsiniz, her kitap hemen ilk elde kendisini size açmaz. Bir kitabın, bazen üç, bazen beş, bazen on defa baktıktan sonra ne olduğunu yahut kıymetini anlıyordum. Mesela, İbnü’s-Sübkî’nin o nefis ve sahasında benzeri az “Muîdu’n-Niam ve Mubîdu’n-Nikam” isimli eserini ilk gördüğümde, o günkü sahip olduğum bilgiyle bir yere oturtmakta zorlanmıştım. Durumun nezaketi, abdest için ara verip lavaboya gittiğimde ortaya çıkıyordu. Aynada gördüğüm: Geceleyin en azından küçük çocukları korkutmaya yetecek kadar kara bir yüz ve kapkara eller! *** Rabbim bana o günlerde, belki birçok kitap meraklısının farkında olmadığı bir incelik ilham etmişti. 10–15 ciltlik kitapları satın almıyordum. Çünkü bu hacimde kitaplardan birkaç takım satın almak, zaten yetersiz olan harçlıklarımı bitirecekti. Sonra, ciltli kitaplar her zaman, her yerde bulunulabilirdi. Ben, belki birkaç yapraktan oluşan bir risale, özellikle bir konuya tahsis edilmiş ve küçük boyuyla kimsenin dikkatini üzerine çekmeyen, başka yerde kolaylıkla bulamayacağım eserler arıyordum. İşte, Ahmed, Abdullah, Abdülaziz el-Gumârî kardeşlerin risalelerini, Muhammed Bahît’in küçük eserlerini, Kevserî’nin eserlerini ve notlarla neşrettiği kitapçıkları, eski Mısır Müftüsü Hasaneyn Muhammed Mahluf ve babası, Malikî fakihi Muhammed Hasaneyn Mahluf’un risalelerini, Tunus’tan gelip Ezher’e şeyh olan değerli âlim ve davetçi Muhammed Hadir (Hızır) el-Hüseyn’in eserlerini ve diğerlerini böyle bulmuştum. Bu şekilde bir yol takip etmemiş olsaydım, mesela, Ahmed Timur Paşa’nın Suyutî’nin kabir yerini tesbit için yazdığı 15–20 yapraklık kitapçığını, Allame Bahît’in “Hidaye” hatmi münasebetiyle kaleme aldığı otuz sayfalık hatmiyyeyi, Abdullah el-Gumârî’nin yayımladığı, İbn Hacer’e ait, Arafe vakfesinde kulların hukûk-ı ibâd’a müteallik olanları da dâhil olmak üzere bütün günahlarının affolunacağına dair “Kuvvetu’l-Hicâc fî Umûmi’l-Mağfireti li’l-Huccâc” isimli küçük cüzünü, yine Abdullah el-Gumârî’nin yayımladığı, sahih tasavvufu anlatan en güzel ve özlü kitaplardan birisi olarak saydığım Suyutî’nin “Te’yîdu’l-Hakîkati’l-Aliyye fî Teşyîdi’t-Tarîkati’ş-Şâzeliyye” isimli eserini ve daha bunlar gibi onlarcasını bulamayacaktım. Eğer böyle tek tek her bir kitabın kapısını çalmasaydım, ta o zamandan, İbn Arabî’yi teyit için kaleme alınmış, Celaleddin ed-Devvânî’ye nisbet edilen, Firavun’un imanını savunan risale ile Aliyyu’l-Kârî’nin hakkı nisabına irca eden ve anılan risalede mezkur kelamı cümle cümle nakzeden “Ferru’l-Avn min Müddeî Îmâni Fir’avn” isimli risalesini göremeyecektim. Bir âlimin kalitesi kütüphanesinden belli olur Bilir misiniz, kitapları tanımak, müellifleri tanımak, muhakkikleri ve yayınevlerini tanımak başlı başına bir ilimdir. Bir âlimin kalitesi kütüphanesinden, kütüphanesindeki eserlerin seçkinliği ve zenginliğinden belli olur. Mahtut ve matbu eserleriyle, ricaliyle İslam kütüphanesini tanımayan âlim, ne kadar cins bir kafaya sahip olursa olsun, bilgisi sığ, fikri sığ, irfanı sığ bir âlim olur. Özellikle bugün, kitap baskılarını, muhakkikleri tanımayan, değerli yayınevlerini bilmeyen kısa yolu uzatır, zaman, imkân ve enerji israf eder. Vardığı netice de, akıbeti de hayr olmaz! .. Devami için bkn: dunyabizim.com/m/alinti/kitapl...
··
123 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.