Gönderi

632 syf.
10/10 puan verdi
·
Liked
·
Read in 23 days
-BİRAZCIK SPOİLER İÇERİR- Jane Eyre, üzerine yazmam gerektiğini, yazmak zorunda olduğumu hissettiğim kitap. Bazı kitapların son sayfasını okuyup kapağını kapatırsınız ve hikaye orada sonlanır, verilecek tüm mesajları almışsınızdır, söyleyecek çok şeyiniz yoktur. Ama Jane Eyre, bana göre öyle değil. O kanlı canlı karakterlerin nasıl ete kemiğe bürünüp beni bazen buruk bir gülümsemeyle, bazen dolu dolu gözlerle kitabın başında tuttuğunu buraya yazmak, ölümsüzleştirmek istiyorum. Hissettirdiklerini unutmamak adına... Beni çeken çoğu kitap genelde, dilde yoğun şekilde duygu barındıran, içinde psikolojik ve karakteristik analizler bulunan kitaplar oluyor. Emily Bronte'nin Uğultulu Tepeler'inden sonra "Bu hikayeyi ben yazacak olsam, tam da bu şekilde yazardım." dedim. Ne eksik ne fazla gelmişti gözüme. Bu sefer de Chralotte Bronte'nin Jane Eyre'i için aynısını diyorum. Bronte kardeşlerin, biraz ürpertici, biraz ataerkil hayatı iğneleyici, güçlü bir kadın karaktere kitaplarında yer verişleri beni mest ediyor. Satırlar arasında gözleriniz dolu dolu okurken birden tüylerinizi ürpertecek olaylar yaşanabiliyor. Uğultulu Tepeler'de ağzıma gelen o tat, Jane Eyre'de de geldi. İki kardeşin kalemlerinin böyle benzerlikler taşıması ve okuyucunun bunu fark etmesi bence çok keyif verici bir olay. Genç Jane, yaşadığı tüm acılara rağmen kimsenin önünde boyun eğmeyen, ancak aklına, yasalara ve kendi doğrularına göre hareket eden biri. Tabii aşık olana kadar... Kimsesiz olduğu için dayısının onu sahiplendiği, dayısı öldükten sonra yengesi ve kuzenlerinin zulümleriyle küçücük yaşta hayata tutunmaya çalışan küçük bir kız çocuğu.. Evdeki herkesin onu iblis, cadı, şeytanın öz çocuğu olarak görmesinin ardından yatılı okula gönderilen Jane eğitimini orda sürdürüyor. Çeşitli alanlarda çok başarılı oluyor ve aynı okulda öğretmenliğe başlıyor. Ama artık hayalleri ve istekleri bu yatılı okuldan çıkıp başka hikayeler yaşamaya meylediyor. Ve başarıyor... Kitap da zaten bu noktadan sonra sürükleyici bir hal almaya başlıyor. Thornfiled Malikanesi'nde Adela adlı kıza mürebbiyelik yapmaya başlayan Jane, evin beyi olan Mr. Rochester'a tutuluyor... Yaşadığı acıların onu soğuk, hiçbir şeyden tat almayan, güçlü ve kararlı biri yapması, ama aynı zamanda kalbinin naiflikle, iyilik ve aşkla dolu olması mükemmel bir tezatlığa sebebiyet veriyor. İstemediği hiçbir şeye boyun eğmeyen ama aynı zamanda reddettiği şeylerin ve kişilerin adına üzülen kızımızın, aslında fıtratı gereği duygusal ve yumuşak kişiliğe sahip olduğunu, kırılmamak, daha fazla acı çekmemek için bu yönünü biraz örtmeye çalıştığını görüyoruz. İlişkisinde yaşadığı bazı olaylar, onun kalbi ve aklı arasında kalmasına sebep oluyor ve şu zamana kadar en çok güvendiği aklının sözünü dinleyip aşkına son vermeye çalışıyor. -Bu noktada beni rahatsız eden şeyler oldu. Mr. Rochester'ın ilişkinin bitmemesi adına uyguladığı psikolojik ve fiziksel şiddete karşı Jane'in bunlardan bunalmasını ve asıl bu yüzden ilişkisini bitirmesini beklerdim. Hatta ilişki içerisindeyken Rochester'ın kurduğu "Seni hele bir ele geçireyim, evleneyim o zaman göstereceğim sana kafa tutmayı." "Evlendiğimizde seni bir bağ evine kapatacak kimseyle görüştürmeyeceğim." gibi cümleleri ve Jane'in kayıtsızlığı beklentimin altındaydı. Çünkü onun gibi güçlü bir kadın karakterin, böyle hastalıklı seven birine müsamaha tanıması kafamda çok uyuşmadı. Evet, aşkı, sevmeyi ve sevilmeyi onda tatmıştı ama zekası bu yanlışları görebilecek seviyedeydi. Özgür ruhu o hayata uyum sağlayamazdı. Yine de Jane'in bu tavrını kitabın yazıldığı dönemdeki bakış açısına veriyorum. Her neyse. Anlatmaya geri döneyim. - Jane, Thornfiled Malikanesi'nden arkasına bakmadan uzaklaşıyor, yollara düşüyor, aşkından kaçmak için beş parasız sokaklarda yatıyor, dilenecek noktaya geliyor. Benim için en etkileyici kısım buydu. Jane'in sokaklara düştüğü vakit, insanların açlıktan ölmek üzere olan birine, "Eldivenlerimi versem, bana bir ekmek verir misiniz?" diyen birine karşı takındıkları tavır beni utandırdı. İnsan olmaktan utandım. "Böyle miyiz gerçekten? Bu kadar mıyız?" diye sormama sebep oldu. Anlayacağınız bu kısım, beni yerden yere vurdu. İnsanlığın birbirinden bu kadar korkar hale geldiğini, bu kadar birbirine güvenmeyen canların aynı yer kürede yaşayışının bu kadar gerçekçi tasviri beni bir hayli sarstı. Jane'e o yoklukta tesadüfen kol kanat geren evin, Jane'le bağını söylemek istemiyorum, o kadar da spoiler vermeyeyim. Her neyse, hayatını bir şekilde kurtaran Jane, ölen amcasının mirasıyla mükemmel bir servete adım atsa, karşısına kalbi iyiliklerle dolu biri çıksa da aklı da gönlü de hala geçmiştedir. Onunla evlenmek isteyen St. John her açıdan kusursuz bir insan olsa da Jane onun sevgisini hissedemez. Bu kısımları okurken azıcık sevgi hissetse yepyeni bir geleceği olacağını içten içe biliyorsunuz. Ama onun yegane amacı, tek isteği olan sevilme hissi St. John'da maalesef bulunmamaktadır.... Oysa ki aklı, ona bu kişiyle evlenirse mutlu olacağını söyler. Ama bu sefer aklını dinlemeyecek, sevgiyle ilk kez tanıştığı yuvasına, ilk aşkına dönecektir... Önemli olan, bizi biz yapan duygularımız mı? Bir insanı sevmek demek, aslında onun bizi sevişini sevmek midir? Mantık ve duyguların savaşında ağır basan tarafı belirleyen nedir? Tanrı inancı, bir insanın başka bir insana duyduğu aşkın göstergesi midir, yoksa bir insanın tek başına kurtuluşu mu? Tüm bu sorular, kitabı kapattığınız an peşinizden ayrılmayacak, eminim. Keyifli okumalar.
Charlotte Brontë
Charlotte Brontë
Jane Eyre
Jane Eyre
Jane Eyre
Jane EyreCharlotte Brontë · Can Yayınları · 202031.5k okunma
·
44 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.