Gönderi

Kendi kendine çizgiler çekmeyi pek sever insan. Bu çizgiler duracağı yeri bildirir, gideceği mesafeyi ölçer, seveceği şeyi belirler. Tuhaf ki ne tuhaf. Nabokov, "Zorlanan her sınır, kendisini aşan bir şeylerin de habercisidir." derken bu saçmalıktan bahseder. Çizgileri biz çizdiğimize göre, sınır diye bir şey yoktur sevgili okur. Sınırsızca günaydın sizlere. Var olun. Vladimir Nabokov - Yetenek Çevirmen: Sabri Gürses, İletişim Yayınları, s.48-50 Nasıl bir hamle yapacağını bilemeden, beklese mi, birini mi çağırsa, gidip kara pelerinli, birkaç sokağın kilitlerini muhafaza eden gece bekçisini mi arasa, yoksa kendi ziline basıp binayı mı patlatsa bilemeden duran Fyodor Konstantinoviç kaldırımda köşeye kadar ileri geri yürümeye başladı. Sokak sessiz ve bomboştu. Çok yukarıda, çapraz tellerin üzerinde, süt beyazı bir fener asılıydı; onların en yakınındakinin altında, ıslak asfaltın üzerinde saydam bir hale rüzgârdan sağa sola sallanıyordu. Fyodor Konstantinoviç’le hiçbir bağlantısı yokmuş gibi görünen bu sallantı, çınlamalı bir tambur sesiyle ruhun kıyısında bir şeyler sızlatıyordu, bu bir şey orada huzur buluyor ve bu kez o aynı uzak çağrıyla değil, çok yakın bir mırıltıyla “Teşekkürler sana, vatanım…” diyordu ve hemen “uğursuz sıla için teşekkürler…” diye karşı dalga geliyordu. Ve tekrar bir yanıt uçuyordu peşinden: “… sen farkına varmasan…” Var olmayan bir kaldırımda yürürken kendi kendine konuşuyordu; ayaklarını yer bilinci yönetiyordu, ama en önemlisi, aslında biricik önemli şey, Fyodor Konstantinoviç’in artık, birkaç adım ötedeki, sallanan, ikinci dizeye, daha bilinmeyen, ama buna rağmen kesinlikle vaat edilmiş olan armoniyi çözüme ulaştırması gereken dizeye bakıyor olmasıydı. “Teşekkürler sana…” diye başladı yine seslice, yeni bir ivme kazanarak, ama birden ayaklarının altındaki kaldırım taşlaştı, etrafındaki her şey bir anda konuşmaya başladı ve o da bir anda keserek, evinin kapısına doğru yöneldi, çünkü kapının ardında bir ışık belirmişti. Gamzeli, yaşı geçkince bir kadın, omuzlarına attığı, omuzlarından kaymak üzere olan kürklü bir ceketle birini uğurlarken, onunla birlikte kapıya çıkmıştı. Uyuşuk, gündelik bir sesle “İşte öyle, unutmayın canımın içi, “ diye rica ediyordu onu hemen tanıyan Fyodor Konstantinoviç sırıtarak geldiği sırada: O sabah kocasıyla birlikte mobilyalarını beklemişlerdi. Ama evden çıkanı da tanıyordu – genç ressam Romanov’du bu; onunla Free Word’un yazı işlerinde iki kez karşılaşmıştı. Helenik temizliği sararmış, eğri büğrü dişlerle bozulmuş olan zarif yüzünde hayret dolu bir ifadeyle selamlaştı Romanov onunla, Konstantinoviç de üzerinden düşen ceketi köprücük kemiğinin orada tutan kadını garip bir şekilde selamlayarak, iri iri adımlarla dosdoğru merdivenleri tırmandı, kıvrıldığı yerde tökezledi ve parmaklıklara tutanarak tırmanmaya devam etti. Sabahlık giymiş, uykulu Stoboy korkunçtu, ama bu çok uzun sürmedi. Odasına girince güçlükle lambayı bulup yaktı. Masada anahtarlar ışıl ışıldı ve kitap bembeyazdı. “Bitti artık,” diye düşündü. Daha kısa süre önce tanıdıklarına, en samimi şekilde hüküm vermeye ciddi ithaflarla davet etmişti, ama şimdi bu ithafları da, son günlerde nasıl kitabın mutluluğuyla yaşadığını da hatırlamak utanç verici geliyordu. Sonuçta özel hiçbir şey olmamıştı: Bugünkü yalan yarınki ya da sonraki günkü ödülleri dışarıda bırakmıyordu, ama bir şekilde hayalden usanmıştı ve şimdi kitap masada duruyor, kendi kendine kapalı, kendiyle sınırlı ve sonlanmış bir halde duruyordu ve eskisi gibi güçlü, sevinçli ışınlar saçmıyordu. Yatağına uzanıp da düşünceler geceye akmaya ve kalbi uykunun karlarına gömülmeye başlayınca (uyurken hep çarpıntılar yaşardı), Fyodor Konstantinoviç kendi kendine tamamlanmamış dizeleri tekrarlama riskini aldı – sırf uykuyla vedalaşmadan önce bir kez daha keyfini sürmek için; ama o güçsüz düşmüştü, dizeler de yaşam açlığıyla çırpınıyordu o yüzden bir dakika sonra onu ele geçirdiler, derisinde karıncalar gibi koşuşturdular, kafasını tanrısal vızıltılarla doldurdular ve o ışığı yeniden açıp bir sigara yaktıktan ve – battaniyeyi çenesine kadar çekip ayaklarını Antokolski’nin Sokrates’i gibi uzatarak (Lugano’nun nemi nedeniyle biri kaybedilmişti) – sırtüstü uzandıktan sonra var gücüyle esinlenmeye çabaladı. İçlerinden en az bir tanesi gerçek olan binlerce muhattapla bir konuşmaya girmişti ve bu gerçek muhattabın yakalanıp işitilecek mesafede tutulması gerekiyordu. Benim için ne kadar zor ve ne kadar güzel… Ve gecenin tamtamının konuşmasında ruh bile tamtam yapmıyor… deliliğin değerlendiği delikte, tambur tamtakır tangırdıyor… Üç saatlik hayat için tehlikeli bir esin ve tefekkürden sonra, sonunda yarın yazabileceklerinin hepsini, son sözcüğe kadar aydınlattı. Veda ederken alçak sesle bu güzel, sıcak, taze dizeleri denedi: Teşekkürler sana, ey vatan, acımasız enginlerin için teşekkürler! Seninle doluyum, senden dışlanmış, konuşuyorum kendi kendime. Ve her akşam yaptığım konuşmaya ruhum katlanmıyor, bendeki delilik homurdanıyorsa, sendeki müzik yükseliyor Biryudumkitap.com
·
25 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.