Gönderi

Zübeyede Anne kara kara düşünüyordu. 'Kocasından kalan azıcık aylıkla üç çocuğunu nasıl doyurup okutacağını bilemiyordu. Biz arkadaşları 'Mustafa'nın üzüntüsünü dağıtmaya çalışıyorduk, annelerimizse Zübeyde anneye yardım etmeye çalışıyorlardı ama nafile ... 1890, LANGAZA Selanik'e otuz kilometre uzaktaki Langaza'daki bir çiftlikte yaşayan Mustafa'nın dayısı Hüseyin Ağa, Zübeyde Anne ve çocuklarını beraberinde çiftliğine götürdü. Giderlerken Mustafa'yı bir daha görmeyeceğim için çok üzüldüğümü hatırlarım. Ama öyle olmadı Yaz geldiğinde Mustafa'yı görmeye gittim. Mustafa'nın çelimsizliği gitmiş, boy atmış, güçlenmişti. Çiftlik hayatı, aslında çok sakin ve ağırbaşlı olan Mustafa'yı yaramaz, yerinde duramayan bir çocuk yapmıştı. Dayısı yeğenlerini çok seviyordu, Makbule'ye "Makbuş", Naciye'ye "Bülbül", Mustafa'ya da Zübeyde Anne gibi "paşam" diyor ve onları iyi yetiştirmek istiyordu. Mustafa'ya, ağaç dikmekten hayvanlara bakmaya, silah atmaktan tamir işleri yapmaya birçok iş öğretmişti. Önceleri uzak dursa da bir süre sonra Mustafa çiftliğe alışmıştı; kümesleri onarıyor, silahları temizliyordu. Hatta kendisine küçük bir baraka bile yapmıştı. Yine de Mustafa okumayı öyle seviyordu ki, burasının ona yetmediğini bütün aile görüyordu. Mustafa'yla bir gün çiftlikteki en güzel iki ata binmiş, dörtnala gidiyorduk. Bir ara Mustafa'nın atı ürktü, şaha kalktı ve onu sırtından attı. Mustafa'nın başını taşa çarptığını görür görmez korkuyla atımı durdurup indim, yanına koştum. Mustafa kıpırdamıyordu. Hemen nefesini dinledim. "Ölme be Mustafa! Ne olur ölme! Uyan hadi!" derken onu sarsıyordum. "Hadi ama Mustafa, aç gözlerini. Sen benim tek arkadaşımsın. Bunu bana yapma!" Tam ümitsizliğe kapılıp ağlamaya başlamıştım ki, Mustafa "Böööö!" diyerek gözlerini açtı. Çok bozulmuş, utanmıştım. "Öf ne acayipsin ya. Ödümü kopardın. Böyle şaka mı olur!" "Sen de çok sulu gözlüsün. Erkek adam öyle ağlar mı? Hem söyle bakalım, sabiden ölseydim ne yapardın?" "Ne yapacağım, bir-iki seslenirdim, sonra da seni burada kurda kuşa bırakıp giderdim." "Yalancııı, demin öyle demiyordun, hani en iyi arkadaşım filan . . ." "Şakaydı o. Senin numara yaptığını anlamadım mı sanki.. '' ''Amma da yalancısın ha!" O güzel günü hiç unutmam. Mis gibi havayı, neşemizi, şakalaşmalarımızı, boğuşmalarımızı. .. Bugün de o günkü gibi şaka yapsın ve yattığı yerden kalksın istiyorum Muzafferim Ama bir türlü gözlerini açmıyor paşam. Zübeyde Annenin abisi Hüseyin Ağa, çiftlikte olanaklar geniş olduğu için bütün ailenin rahatça burada yaşayabileceğine inanıyordu. Mustafa'nın okumak istediğini bilse de onun da burada mutlu olabileceğini ve büyüyüp çiftliği yönetmede kendine yardım edebileceğini düşünüyordu. Ama Zübeyde Anne geleceği gören bir kadındı ve oğluna bu çiftliğin yetmeyeceğinin farkındaydı. "Abi, Mustafa'nın Selanik'te okuması gerek. Biz de arkasından gitmeliyiz." "Çiftliğin suyu mu çıktı Zübeyde? Tek başına çocuklarla Selanik'te ne yapacaksın? Artık bundan sonra size ben bakacağım." "Sağ ol abi ama Mustafa'nın durumu çok endişelendiriyor beni." "Endişelenecek nesi varmış, aslan gibi çocuk. Çiftliğe geldiğinden beri nasıl serpildi, kuvvetlendi, yanaklarına kan geldi, görmüyor musun?" "Görüyorum abi, sağ ol ama okulu yarım kaldı. Mustafa okumak istiyor." "Okuyup da ne yapacak, burada çiftliğin kahyası olur. Eğer istersen köyün imamından da ders aldırırız." ''Yok abi, hiçbir şey okulun yerini tutmaz. Rahmetli babasının vasiyetini yerine getirmeliyim. Ben önce Mustafa'yı Selanik'e göndereceğim, arkasından da kendim gideceğim." Hüseyin Ağa Zübeyde Anne'ye kızmıştı. "Peki, sen kadın başına Selanik'te nasıl, neyle geçineceksin, nasıl yaşayacaksın? Hiç düşündün mü? Neyine güvenip de gidiyorsun?" "Rabbime güveniyorum abi. Gece gündüz dua ederim, kalbimde kötülük yoktur. Allah elbette çocuklarımla orta yerde bırakmaz beni." Zübeyde anne dediği gibi de yaptı. Önce 'Mustafa'yı 'Mülkiye Rüştiyesi ‘ne yani devlet ortaokuluna gönderdi. 'Mustafa halasının yanında kalmaya başladı. Önceleri sert çıkan dayısı da yumuşamış, hafta sonları 'Mustafa’yı atla getirip götürüyordu. Günler böyle geçip gidiyordu. 'Ta ki bir başka öğretmen yine 'Mustafa'nın hayatını değiştirinceye kadar. 1892, SELANİK Kaymak Hafız diye anılan matematik öğretmeni bir gün Mustafa ve bir arkadaşının tartıştığını gördü. Mustafa her ne kadar "Benim suçum yok, kavgayı o başlattı," dese de öğretmen Mustafa'yı haksız yere azarladı. Mustafa eve döndüğünde önce hiç konuşmadı. Zübeyde Anne bir terslik olduğunu sezmişti. Oğlunun peşini bırakmayınca, Mustafa sınıftaki olayı anlatmaya başladı ve sözlerini "Anne ben bu okula gitmek istemiyorum, askeri okula gitmek istiyorum," diye bitirdi. Annesi ne diyeceğini şaşırdı. "Aman oğlum ne askeri, ben seni tüccar yapacaktım!" diye yalvarmaya başladıysa da Mustafa, babasından aldığı o kararlı duruşla annesine karşı çıkmaya devam etti. Mustafa'nın, çocukluğundan beri hepimiz gibi tek ideali vardı, asker olmak. "Hayır anne, ben tüccar olmayacağım, okuyup subay olacağım!" O gece Zübeyde Anne ne yapacağına bir türlü karar veremiyordu, çok sıkıntılıydı. Rüyasında, çok yüksek bir minarenin tepesinde, Mustafa'nın altın bir tepsinin içine oturmuş olduğunu gördü. Aşağıda duran sakallı bir ihtiyar Zübeyde Anneye "İmzanı verirsen Mustafa'nın yeri işte burasıdır; vermezsen tepsiyi aşağı atarım!" diyordu. Zübeyde Anne sabah kalktığında kararını verdi, oğlunu ne kadar istemese de askeri okula verecek, böylece kocasının vasiyetini de tam olarak yerine getirecekti. Mustafa bu konuşmadan önce zaten annesinden gizli askeri okulun sınavına girmiş ve kazanmıştı. Böylece Mustafa 1893 yılında Selanik Askeri Ortaokulu'na başladı. Mahallenin ayrılmaz dörtlüsü Mustafa, ben, Nuri ve Fuat yine birlikteydik. Yaşadığımız tüm sıkıntılara, ülkemizin ve ailelerimizin fakirliğine rağmen burada çok mutluyduk. Fakat Mustafa'nın ailesi bizimkilerden daha zor durumdaydı, yarı aç yarı tok yaşıyorlardı, hepimiz bu gerçeğin farkındaydık. Yine de Zübeyde Anne Mustafa'yı lacivert askeri öğrenci üniformasının içinde görünce bütün çektiklerine değdiğini düşünüyordu. Bunu annelerimizle dertleşirken hep söylüyordu. Tıpkı ailelerimiz gibi biz de üniformamızla gurur duyardık. Yatılı okuduğumuz için hafta içi okulda olurduk; hafta sonları ise Selanik sokaklarında etrafımıza hava atarak dolaşmayı çok severdik. Genç kızların bize baktığını hissettiğimizde de, utangaç bir mutluluğa kavuşurduk. Tabii kızlar en çok sarı saçlı mavi gözlü Mustafa'ya sevdalanırlardı. Ama Mustafa ciddi ve utangaçtı; avare dolaşmayı hiç sevmez, önüne bakarak hızlı adımlarla yürürdü. Bir gün bize çekine çekine, ilk aşkı Müjgân’dan bahsetmiş, kıza açılmasını önerdiğimizde de, reddedileceğinden korkup, açılmaktan vazgeçmişti. Mustafa gönül işlerinde çok utangaç olsa da, okulda tam tersine gittikçe daha atılgan ve başarılı bir öğrenci oluyordu. Onu tanıdığımdan beri matematiğe çok düşkündü hatta bana ödevlerimde hep yardım ederdi. Ama ortaokuldaki matematik hocası Yüzbaşı Üsküplü Mustafa Sabri Beyi çok sevdiğinden midir bilmem, onun dersine ayrı bir özen gösterirdi. Mustafa Sabri Bey bir gün Mustafa'nın bu azmine daha fazla kayıtsız kalamadı. Ona zekasından ve olgunluğundan ötürü "Kemal" adını taktı.
87 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.