BAKARKEN GÖREBİLMEK (Küçük Prens'e ithafen)
“Bütün büyük şahıslar önce çocukturlar ( fakat aralarında çok azı bunu hatırlamaktadırlar)...
Vaktiyle küçük çocuk olan Leon werth'e..”
Bazı kitaplar vardır belli bir kesime hitap ediyor görünümündedir. Aslında o kitaplar her kesimin
kendine mal edip, çıkarabileceği çok ders ve yorum vardır. Küçük Prens’te bu kitaplardan biridir
dersek yerindedir.
Bu kitabı okurken ne kadar da çok çocuk olmaya ihtiyacımız varmış diye düşündüm. Çünkü çocuk;
mahsumdur, saftır, yalansız ve riyasızdır. Çocuk olmayı düşününce insan kendisiyle, kendi
yanlış/doğrularıyla (doğru bildiği yanlışlarıyla) yüzleşir. Kendisiyle yüzleşemeyen kişi “çocuk olanı”
anlayamaz. Çocuklaşamaz. Başka yüzlere, maskelere bürünür. Bu da o kişinin kendi olma gerçeğini
sabote eder.
Çocuk olmak, soluğu kesilmiş dünyaya nefes olabilmektir. Çocuklar kendi olmayan, kendini
yenilemeyen, farklı bakamayan büyüklere bir perspektif sunarak yeni bir renk, yeni bir ışık katarlar.
Fakat çocuklar, çocuk olmayı bırakıp, “dünyanın rengine” alıştıkları andan itibaren “ışık” ve
“renklerini” yitirip, büyüklerin sıradanlaşmış hayatlarını devralmaya başlarlar. “Sıradanlaşmış”
diyorum çünkü sıradan olana tamah, insanın görme ve hissetme melekelerini yok eder. Sıradanlaşma
ise bir şeye alışmakla oluşur. Alışan insan da her gördüğü şeyin hep aynı olduğunu zanneder. Alışan,
sıradanlaşır, sıradanlaşan da göremez deruniyi, mana alemini... Hissedemez damarlarındaki kanın
Hakka ve hakikate tecelli ettiğini.
Hayatın sıradanlığına alışan çocuk kendi gözüyle gördüğü büyülü ve tılsımlı dünyadan kopup
sıradanlaşma yoluna gider dedik. Bu da çocukta “deha” dediğimiz kavramın sönmesine neden olur.
Dehasını kaybeden çocuk İsmet Özel'in deyimi ile:” hakikatin aracısız, tek taraflı olarak tecessüm
ettiren unsur” olmaktan çıkar.
Küçük Prens adlı romanı bakıldığında, kaza yapan pilotun çocukluk yıllarında okuduğu kitaptan
esinlenerek bir Boa yılanı resmini çizer. Çizdiği resmi büyüklerine gösterdiğinde hiç biri onun
dünyasında tasavvur ettiği Boa yılanını göremez. Resim dehası olan çocuğun resmine inemeyen
büyükler onu tarih, coğrafya, aritmetik ve dilbilgisi gibi farklı alanlarda çalışmaya sevk etmiş. Bu da
çocukta o dehanın yok olmasına, yeni arayışlar içine girmesine engel olmuş. Zihninde ürettiği
dünyanın yok olmasına neden olmuş. Pilot bunları anlatırken:” cesaretimin o gün kırıldığını” dile
getirmiş. Peki! Cesareti kırılan çocuğa ne olur? Soruya bir alıntı ile cevap verelim: “Eğer bir çocuk
sürekli eleştiriyle büyürse, kınama ve ayıplamayı, düşmanlıklar içinde büyürse kavga etmeyi,
aşağılanarak büyürse, çekingenliği ve ürkekliği, utanç duygusuyla büyürse suçluluğu öğrenir. Oysa bir
çocuk hoşgörüyle büyürse sabırlı olmayı, desteklenip yüreklendirilirse kendine güven duymayı,
hakkına saygı gösterirse adil olmayı, güven ortamı içinde yetiştirilirse inançlı olmayı öğrenir. Ve bir
çocuk aile içinde değer verilerek dostlukla büyürse, sevginin sıcaklığını öğrenir.”
Çölde kaza yapan pilot hiç oranın insanına benzemeyen bir çocuk (yani Küçük Prens'i) görür.
Tanışırlar. Küçük Prens pilotla tanıştıktan sonra, pilottan bir koyun resmi çizmesini rica eder. Pilot
daha önce hiç koyun resmi çizmemiştir. Çocukluğunda yaptığı Boa resminden başka resim yapmamış.
Büyükler öyle istemişti. Çünkü onlar reel, getirisi olandan ister. Pilot bir koyun resmi çizer. Küçük
Prens resme bakar,” Boa’nın içindeki bir fil istemiyorum. Boa çok tehlikelidir. Fil de çok büyüktür.”
Küçük Prens’in söylediklerine hayretler içinde kalan pilot kendi çocukluğunda çizdiği resmi anlayan
birini görmüş olsa gerek. En son bir kutunun içine resim çizer, Küçük Prens’e gösterir. Küçük Prens
“tam da istediğim gibi oldu” der. Böylece pilot ile Küçük Prens’in dostluğu başlar. Küçük Prens”acaba
bir koyun küçük bitkileri yerse, çiçekleri de yiyecek değil mi”? Pilot:” koyun ne bulursa yer.” KüçükPrens”dikenleri de mi?” Pilot:” tabii, dikenleri de.” Küçük Prens:” pekiyi dikenler neye yarıyor
öyleyse? yani sen diyorsun ki.....” Uçağını onarmanın ve çölde susuz kalma ihtimalinin verdiği endişe
ile Küçük Prens’e:” Yeter! Hayır! Hayır! bir şey dediğim yok. Gelişi güzel demiştim. Önemli işlerle
uğraştığımı biliyorsun.” Küçük Prens :”önemli işler ha? Sen de büyükler gibi konuşuyorsun.” Pilot
utanır. Çünkü zamanında o da çocuktu onu da büyükler çok önemli işlerimiz var diye ötelemişlerdi.
Aynı hataya kendisi düşünce “düşenin halinden düşer anlar” algısıyla utanır pilot. Utanmak ta bir
edeptir. Utanmak beşeri Âdem yapar. Küçük Prens pilotun yanlışını şu sözlerle suratına çarpar.” Bir
gezegen görmüştüm orada kırmızı suratlı bir bey yaşıyordu. Hiç çiçek toplamamış ve hiç bir yıldıza
bakmamıştım. Hiç kimseyi sevmemiş. Hayatında sayıları toplamaktan başka bir şey yapmamış. Yine de
senin gibi bütün gün “önemli bir adamım ben! “ciddi bir adamım” der durulmuş. Görünürde yanına
yaklaşılmazdı. Fakat adam değil mantarın tekiydi.”
Küçük Prens 325 ile 330. Gezegenler arasında yolculuğa çıkar. İlk gezegende kral oturuyordu. Kral
Küçük Prens’in geldiğini görünce “ah! İşte bir vatandaş” diye bağırmış. Küçük Prens kendisini daha
önce görmeyen kralın onu nasıl tanıdığına şaşırır. Kral sonunda Krallık edecek birini bulduğu için
böbürlenerek Küçük Prens’i yanına çağırır. Küçük Prens kralın yanına gittiği esnada esnemeye başlar.
Kral:”bir kralın yanında esnemek görgü kurallarına aykırıdır sana onu yasaklıyorum.”Küçük Prens:”
istemeden oldu kendimi tutamadım.” Kral:”öyleyse bir daha esne bu bir emirdir.” Küçük Prens:”
korkarım esneyemeyeceğim. Kralın tek istediği şey kendisine itaat eden, otoritesini sarsmayan,
egosunu tatmin etmek. Zaten kralları, hükümdarları var kılan şey birilerinin onun emrinin altına
girmek değil mi?
Sırasıyla diğer gezegenleri gezen Küçük Prens iş adamının gezegenine gelir. Bu adam o kadar
meşguldür ki Küçük Prens'in geldiğini bile fark etmez. iş adamı üç iki daha beş, beş yedi daha on iki, üç
daha on beş, beşyüz milyon... Küçük Prens: "500 milyon ne?" iş adamı: "ara sıra gördüğümüz küçük
şeylerden beş yüz bir milyon tane." Küçük Prens:" sineklerden mi? iş adamı :"Yok canım şu parlayan
küçük şeylerden." Küçük Prens:" arılardan mı?" işadamı: "Yok canım tembellere türlü hayaller
kurduran şu küçük sarı şeyler. Fakat ben ciddi adam öyle düş kuracak vaktim yok." Küçük Prens:" ha
yıldızları diyorsun." işadamı elbette Küçük Prens:" peki 500 milyon yıldızı ne yapacaksın"?
İşadamı:"Hiç onların sahibiyim." Küçük Prens:" Yıldızlara sahip olman neye yarıyor?" İş adam:"Zengin
olmama." Küçük Prens:" zengin olman neye yarıyor?" İş adamı:"Yeni yıldızlar bulunca onları
satmama." ... Kitabın iş adamı bölümünü okurken Yusuf kaplan'ın "İmkansız Bir misyon: Tanrı'sız
arazide insana hak aramak başlıklı makalesinden bir kesit geldi aklıma. Makalede şöyle diyordu:"İnsan
bu çağın öznesi değil bu çağın nesnedir..." Evet hükmeder konumundayken eşyanın paranın vs.
tahakkümü altına girmek. İş adamında da biraz öyle bir benzerlik var. Çünkü tek hedefi biriktirmek.
Böyle olunca rakamlar, ederler biriktirmek insanı esir alıp, nesne konumuna düşürüyor. Bundan
dolayı insan biraz da birikimi kadardır. Birikimin ne ise sen de biraz osundur. İş adamının biriktirdiğin
hamalı olmaktan öteye gidebilir mi?
Kitabın sonuna doğru küçük prens bir tilki ile tanışır. Tilkiye; gel oynayalım canım çok sıkılıyor der.
Tilki: "ben evcil değilim seninle oynayamam. " Küçük Prens:"evcil ne demek?" Tilki: "bu unutulmuş
bir şeydir bunun anlamı ilişki kurmaktır." Küçük Prens ilişki kurmak mı? Tilki bir müddet sustuktan
sonra:" ne olursun evcilleştir beni" dedi. Küçük Prens:" çok istedim ama vaktimiz az. Dostlar edinmeli,
yeni şeyler tanımalıyım." Tilki:" sadece evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin. İnsanları tanımaya
ayıracak zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkanlardan. Ama dost satan dükkanlar
olmadığı için dostsuz kalıyorlar. Dost istiyorsan beni evcilleştir."... "Dost istiyorsan beni evcilleştir."
Sanırım günümüz problemlerinden biri de dostsuz kalmak ve evcilleştiremediğimiz (tanıyamadiğımız)
kimselere yabancı kalmak. Tilkinin bahsettiği problem "dost satan dükkanlar yok" insanda tanımadığı
bilmediği kişiyi nasıl dost edinir? Onu tanıyarak yani Tilki'nin deyimiyle onu evcilleştirerek. Pekievcilleştiremediğimiz, özümseyemediğimiz kişi ne oluyor? Yabancı ya da düşman oluyor. Çünkü insan
tanımadığı bilmediği şeyin ya da kişinin düşmanı olabilir. Bunun için tanımak lazım. Tanımanın yolu ise
dostluktan geçer dostluk da gönüllerin birbirine hitap edebilmesinden geçer. Sezai Karakoç
düşünceler ve kurumlar isimli kitabında: "Gönüllerin birbirine hitap etmediği yerde insanlar birbirine
hep kapalı ve yabancı kalacaklardır." diyor. Peki insanların birbirine hep 'kapalı' ve 'yabancı'
olmalarının sebebi nedir? Cemil Meriç'in ifade ettiği; "izm'ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri"
yani ideolojiler mi? Yoksa insanların yarış atı gibi koşturan modern hayatın reelinde var olan kazanma
hırsı mı?
İnsanlık her dönem için duyu organlarıyla hakikatin peşinde gitmeye çalışmış. Bazen aradığını bulmuş,
bazen de eli boş dönmüştür. Eli boş dönmesinin sebebi biraz tilkinin şu sözlerinde mi arayalım:" İnsan
ancak yüreğiyle baktığında doğruyu görebiliyor, gerçeğin mayası gözle görülmez." Gerçeğin mayasını
gözle aramak isteyenlerden biri de İmam Gazali idi. Gazali El-Munkızü Mine'd-Dalâl (Dalaletten Çıkış
Yolu) isimli kitabında şöyle diyor. ”Duyu organlarına dayalı bilgiye nasıl güvenebilirim?! Zira duyu
organlarının en güçlüsü gözdür. Göz gölgeye bakar onu hareketsiz sabit bir şekilde durduğunu görür
ve onun hareketsiz olduğu sonucunu çıkarır. Derken bir müddet sonra tecrübe ve gözlem sonucunda
gölgenin hareket etmekte olduğunu anlar. Gölgenin hareketi birden bire ve bir defa değil, ağır ağır
milim milim olmaktadır. Onu hareketsiz kaldığı hiçbir an yoktur. Yine göz yıldızlara bakar ve onları bir
madeni para büyüklüğünde görür. Hâlbuki matematik ve astronomi hesapları, gördüğümüz yıldızların
hacim bakımından üzerinde yaşadığımız dünyadan daha büyük olduğunu göstermektedir."der. Ve
aradığı şeyin duyu organlarıyla tam kavranamadığının sonucuna varır. Söz yine dönüp dolaşıp Tilki'nin
söylediği yere geliyor." İnsan ancak yüreğiyle baktığında doğruyu görebiliyor. Gerçeğin mayasını gözle
görülmez." Dünyaya çocukların gözüyle bakabilsek. Dünyayı çocukların görebilsek belki o zaman
Tilki'nin söylediği sözü buluruz. X gezegeninden yaşayan gibi kendimizi çok önemli görmezlik. Y
gezegeninde ki gibi kendimizi yargılamadan başkasını yargılamazdık. Kendimizi çok beğenmeyip
yalnızca övgüleri dinlemezdik. Her şeyi maddiyat uğruna sahiplenmezdik. Böylece hayal kurma
gücümüz artar, tilki gibi evcilleştiremediğimiz canlıları da tanıma fırsatı bulup sahiplenirdik. Ah! bi
bakarken görebilseydik yüreğimizle!..
ENES RENÇBER