Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Bu Kitap Şu Tecellîden Doğdu
Rüya gördüm, çağların duvarı uzuyordu Önümde. Granitle etten bir yığındı bu. Bağrına uğultusu sinmişti milyonların Endişeden kaskatı kesilen o duvarın. Loş oyuklarda vahşi gözler parıldıyordu, Yığınlar, kabartmalar, nakışlar oynuyordu, Zaman zaman önümde açılıyordu duvar. Yeşimden somakiden ve altından saraylar: Uluların, bahtiyarların otağ kurduğu, Cihangirlerin kandan, buhur’dan kudurduğu İnler görünüyordu, Seher yeliyle nasıl Ürperirse bir ağaç, o duvar da muttasıl Öyle ürperiyordu. Alınlarında burçlar, Alınlarında altın başaklardan sorguçlar, Muammanın üstüne bağdaş kuran birer sır Gibi çöreklenmişti sur’a binlerce asır.. Sanki temel taşları canlıydı da, bu mahşer Göğe yükseliyordu… Sanki binlerce asker Gecelerin fethine çıkan koca bir ordu Birden taş kesilmiş de orada uyuyordu Kayan bulutlar gibi dalgalanıyordu sur, O hem canlı bir yığın hem bir hisardı. Çamur Kanıyor, toz gözyaşı döküyordu. Mermerin Elinde bazen kral âsası, bazen keskin Bir kılıç pırıl pırıl yanıyordu. Duvardan Taş değil de kelleydi sanki her yuvarlanan.. İnsanlığı önüne katan o meçhul rüzgâr, Şekilden şekile giren Âdem, dalgalar kadar Oynak Havva, vahdette sonsuzlaşan insanlık, Ecelin eğirdiği esrarengiz karanlık yumak: alınyazısı, çırpınıyordu orda.. Bazen şimşek duvarı aydınlatıyordu da, Yüz milyonlarca çehre pırıldıyordu birden. Bizim hep dediğimiz o hiçlikti beliren: Tanrılar, tâcidarlar, kanun, şeref ve zafer, Çağların ırmağında akıp giden nesiller, Ufukları kuşatan karanlık bir silsile Misali, gözlerimin önünde binbir çile, Binbir acı, cehalet, açlık ve hurafeler, İlim, tarih… uzayıp gidiyordu. Bu mahşer, Çöken bir kâinatın enkazıyla yoğrulan Bu duvar karanlıkta gittikçe daha yaman, Gittikçe daha yalçın, daha sarp, daha mağmum Yükseliyordu. Ama nerede? Bilmiyorum. Ne adetleri saran muamma, ne göklerin Sis perdeleri insanoğlunun sâkin, derin, İnatçı bakışına set çekebilir.. Demin Kaypak, karışık görünen; şekillerin Sinesinde dalgalar gibi yuvarlandığı, Gözlerimin heyulâ, serap, duman sandığı O duvara dikkatle bakıyorum… Bulanık Göz bebeklerim berraklaştıkça, o karanlık Tecelli yavaş yavaş sisten sıyrılıyordu Girdaplardan göklere yükselen mahşerdi bu! Her hücresinde bir dev vardı. Uğursuz asır, Nankör asır, pis asır… Gerçeği kuşatan sır, Bulut ve dünya: şimdi tarih ardına kadar Açmıştı kapısını… Bu rüyada uluslar Zaman merdivenine yaslanmışlardı set set… Hayalden sütunlara dayanmıştı her mabed… Bir yanda kahramanlar, bir yanda peygamberler Ve Membre’ye gaipler âleminden haberler Fısıldayan Dodon, Teb, Raphidim, kutsalkaya, Arz-ı mevud, Musa’nın kolları semâya Kaldıran Harun’la Hur, cenkler ve Tih sahrası Amos’un kasırgasıyla çalkalanan arabası; Sonra bütün o yarı haydut yarı hükümdar Masal kahramanları, melekler, nim-ilâhlar Adları kâh sevgiyle, kâh kinle bayraklaşan, Efsanelerin gümrah ışığıyla kaynaşan İnsan avcıları: Hint, İskandinav elleri İspanya ve destanlar: hem de en güzelleri İradeleri çelik mızraklar gibi yalçın Yiğitler, hatırası karanlık asırların Sessizliği içinde eriyen kafileler.. Talut, Davut, Delf şehri, Endor mağarası, her Akşam altın makasla kesilen mukaddes mum… Ölülerin arasında Nemrut’u görüyorum. Başaklara yan gelmiş Boaz. İşte Tiberler Tanrısal ve muhteşem başlarında efserler, Tasit’in kaleminde lâleleşen o parlak Gerdanlıkları dört bir yana ışık saçarak Capree, Forum, Ordugâh dolaşıyorlar. Tahtın Karanlık zindanlara kadar uzanan altın Zinciri… Dağlar kadar yalçındı bu garip sur. Bu tecelli her şeyi kucaklıyordu: çamur, Işık, madde, ruh bütün şehirler: Teb, Atina, Tir’in ve Kartaca’nın heybetli enkazına Dayanıp da yükselen Roma… Bütün nehirler, Sezarlığa özenen her zıpçıktıya: Yeter! Yeter! Vatandaş kalmak istiyorsan, dur artık! Diyen Rubikon, Esko, Ren, Nil ve Ar. Karanlık Bir iskelet misali göğe set çeken dağın Zirveleri sislerle örtülüydü. O kalın, O hayalet bulutlar Ay’ı aralarına Almış sürüklüyordu. Ve meçhul bir fırtına Hisarı zaman zaman ürpertiyordu. Işık Sisle kucaklaşıyor, esrarlı bir aydınlık, Çağdan çağa, taçlardan kalkanlara akseden Gölgelerle oynuyor, kaynaşıyordu. Derken Almanya oluyordu birdenbire Hindistan, Süleyman’ın nurundan bir parıltıydı Şarlman; Beşerin muzlim, garip, sonsuz mucizeleri; Hürriyetin maddeyi canlandıran zaferi… Zümrüt yamaçlı Pindus; yanık yamaçlı Sîna Uzaklardan, Newton’u müjdeleyen Hiseta… Keşifler: Ummanları aydınlatan meşale! Fulton vapura binmiş Jason yelkenlisiyle. Hem Marseyyez, hem Eşil… Tayf da orda melek de.. Elektr’in kapısında Capanee beklemekte, Ve Lodi köprüsünde Bonapart ayaktadır; Neron alkışlanmakta, Mesih kıvranmaktadır. İşte tahtın uğursuz, korkunç kasvetli yolu Terle, çamurla, kanla, gözyaşıyla yoğrulu.. Sonra muzlim bir tepe ve gölgeler: uluyan, Homurdanan, küfreden, tepinen, cana kıyan Şuursuz yığın.. Heyhat! Bu ne derin uçurum! Boğuk sesler ve canhıraş çığlıklar duyuyorum: Sefalet hıçkırıyor, o şifasız hançere Durmadan, dinlenmeden sızlanıyor, boş yere: Zaman zaman buğulu bir aynaya benziyen Bu garip, bu esrarlı manzaraya akseden Hem benim varlığımdı, hem bütün bir kâinat. Dal dal ve yaprak yaprak fışkırıyordu hayat. Şehvet de oradaydı, ölüm de, felaket de, Ten değiştiren ruh da, ruh değiştiren et de: İnsanlaşan tanrılar, tanrılaşan insanlar Geçiyordu önümden dalgalandıkça duvar. Ve sonra varlıkların karanlık mahşerinde Gözleri alev alev, dudakları hande, Muzlim, mağrur, müstehzi biri dolaşıyordu. Biraz dikkat edince tanıdım: Şeytandı bu. Tanrının ormanında kurnaz kaçakçı şeytan. Sonsuz karanlıkların bağrına hangi Titan Çizmişti bu tabloyu? Bu kâbuslu rüyayı Hangi heykeltıraştı işleyen? Bu binayı Kuran kimdi? Hangi el sefaleti, dehşeti, Mâtemi gözyaşını ve binbir cinayeti Kanla, çamurla, sisle, ışıkla yoğurmuştu, Hangi el bu acaip silsileyi kurmuştu? Titriyordum. Bu rüya insanlıkla hilkatın Muzlim kaynaşmasıydı. Sütunlarından enîn Fışkırıyordu. Surdan göğe yükselen kollar Yumruklaşmıştı hınçtan! Vücutlar bir canavar, Vücutlar Gomore’ydi. Ruhlar Sahyun kadar saf, Dünle bugün yan yana dizilmişlerdi saf saf: Orda hayvanla insan tek varlık gibiydiler, Burası cennet miydi, cehennemde miydiler, Bilmiyorum. Günahlar korkunç gölgeleriyle Yerde sürünüyordu. Orda çirkinlik bile Devâsâ nakışların korkunç azametiyle Hemâhenkti. Derinden süzdükçe bu duvarı Apaçık görüyordum hayal olan çağları. Nasıl kenetlenmişse sırtımızda kemikler, Orda da öylesine kaynaşmıştı hayır, şer. Mezar karanlığından bir yığındı o duvar, Dumanlı bir sabaha doğru yükseliyordu. Gecelerin göğsünde rüyalaşan asırlar Işıltılı bir fecrin koynunda eriyordu. Yer yer ağarıyordu bağrında ufukların, Bulanık ve yıldızlı sislerle haleliydi Günün kasvetli nuru soluk bir ter gibiydi Alnında o duvarın. İçin için ürperen, dalgalanan, kaynaşan Bu tayflar dünyasını seyrederken, fezadan Bir uğultu boşandı, ezeli sessizliğin Bağrından kopup gelen iki korkunç ve derin Çığlık duydum. Gök kubbe sanki aralanmıştı İlk sayha tan yerinden kopup kanatlanmıştı, Oresti’nin ruhuydu sisleri delip geçen. Aynı ânda gecenin karanlık sinesinden Apokalips uçtu. Bir küsuftan fırlayan Kara bir ifrit gibi korkunçtu, tehditkârdı. Yaklaşan o iki ruh gölgeden iki şar’dı Bir gelişleri vardı sisleri yırta yırta, Çok geçmeden ezilip gidecektim mutlaka. Titriyordum. … Geçtiler … Bir sarsıntıdır koptu; Kader! diye haykırdı birinci ruh. Uğultu Cevap verdi ikinci ruhun ağzından: Tanrı! Bu iki vâveylâyı dehşetle tekrarlardı, Meş’um yankılarında karanlık ebediyet. Ürperdi, çalkalandı ve dalgalandı zulmet, Bu korkunç naralarla titredi sur.. Hükümdar Miğferine el attı, put tacına.. Ve duvar Bir cam gibi sarsıldı, kırıldı, parçalandı, Karanlığa karıştı. O ne korkunç bir ândı! İki ruh kaybolunca hayalin sislerinde, İki büyük kuş gibi.. Karanlık perde perde Aralandı ve duvar ayan oldu. Bölmeler Çatlamış, parçalanmış, zedelenmişti yer yer Sütunları muhteşem, cidarları perişan Yıkık mabet gibi ulu yamaçlarından Girdap görünüyordu. Ruhlar geçtikten sonra Bir hayli değişmişti önümdeki manzara… Sur’u parçalamıştı iki kanat darbesi, Varlığı kucaklayan o hayal mucizesi O dört başı mamur sur, sinesinde kaderin Sonsuzla kaynaştığı; en eski devirlerin Çağımızla yan yana otağ kurdu bu duvar, Bağrında asırların, teftiş gören ordular Gibi hep bir ağızdan: “buradayız” dedikleri Tekmil mevcutlarıyla nöbet bekledikleri O hisar yoktur artık ortada. O kıtanın Yerinde adacıklar belirmiş, o cihanın Sinesinde mezarlar yükselmişti: sütunlar Hâlâ heybetliydiler, hâlâ ayaktaydılar, Ama üstleri boştu.. Asırlar darmadağınık, Asırlar parça parça uzanıyordu artık. Hepsi de yaralıydı, sakattı, perişandı.. Gölgeler bir bataklık gölgeler bir ummandı, Yıkılan asırları kucaklamıştı gece Sislerle sarmaş dolaş, bulutlarla iç içe, Bir rüyanın perişan enkazıydı bu mahşer, Viran, uçsuz bucaksız bir köprüydü… Kemerler Birer birer çökmüştü. Neredeyse uçuruma Karışacaktı.. Yahut muazzam bir donanma Bozguna uğramış da batıyordu.. Fırtına, Zirveleri dolaşan o kekeme boyuna Aynı söze başlar da bitiremez, bocalar; O kesik, o karanlık, o garip cümle kadar Müphemdi, perişandı, bir acaipti bu sur. Yalnız gelecek günler, soluk bir fecrin mahmur Pırıltısı içinde dal dal ve çiçek çiçek Açılıyor, bulutlar arasından geçerek Bir yıldız gibi mağrur yükseliyordu, insan Yıldırım görmüyordu ama, o ihtişamdan Tanrının varlığını seziyordu. O kaypak, O loş pırıltıları yer yer ve yaprak yaprak Aksettiren; âtiyi, mâziyle aydınlatan Bu kitap o esrarlı, o karanlık rüyadan, O canlı heyûlâdan doğdu. Fevzâ, kafamda mısra mısra billurlaşırken, Doğum sancılarıyla kıvranırken şuurum Başucumda bir hayal belirdi: vakur, mağmum, Tarihin hemşiresi efsaneydi bu… Sonra O gitti tarih geldi… İkisi de sırayla Bir şeyler karaladı, önümdeki deftere… Mâziden, uçurumdan, karanlıktan bir esere İntikal eden nedir? Soluk bir takım izler… Hak’ın iradesiyle fırtınalı denizler Gibi coşkun kabaran devrimlerin yankısı, Zelzeleden sonraki o enkaz yığıntısı, İstikbalin bulanık fecriyle parıldayan Molozlar… İnsanların kırık dökük, perişan Yapıları.. Bağrında karanlıklar barınan Çağların harabesi.. Ve gökte zaman zaman Yıldızlaşan bir fikir.. Korkunç bir salhane bu, Ölümün barındığı uğursuz kâşane bu. Duvarlarını kader örmüş bu viranenin, Ama saçaklarında bazen şuh bir güvercin, Bazen de bir ışık var.. o kuşun adı: Ümit O yıldızın: HÜRRİYET… Ve sonra vakit vakit İğrenç taş yığınları arasında sürünen İfritler, ejderhalar ve sislere bürünen Hudutsuz, hâilevî bir enkaz silsilesi. Kadim Babil’in tüyler ürperten bakiyyesi… Perişan kulesidir bu kitap varlıkların, Hayrın, şerrin, mâtemin ve fedakarlıkların Hâzin abidesidir.. Ufuklara hükmeden O yalçın, o serâzat, o mağrur silsileden Bugün ne kaldı? Dağınık, kırık dökük, derbeder, Karanlık vadilerde seraplaşan şekiller, Çirkin yığınlar, garip bir harabe azmanı; Beşerin yavuz, sonsuz, perişan dâsitânı. Victor Hugo Guernasay, Nisan 1857 Çeviri Cemil Meriç
·
197 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.