Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

88 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
·
4 saatte okudu
Genel bir tabir vardır öykü kitaplarında ''bir çırpıda bitti, ne kadar güzeldi vb.'' Bu kitap için böyle başlayamayacağım. Çünkü her öykü üzerinde durulmayı hakediyor. Yazar bizi öykülerinde farklı dünyalara taşısada aynı acıların denizinde beraber yol alıyormuşuz hissini karşı tarafa veriyor. Özellikle öykülerinde bir taraf var ki sonunda buldum dedirtiyor. Toz pembe senaryolardan, vıcık vıcık aşk hikayelerinden, gerçekliğin dibine, cehennemin sıcaklığına, insanın irin akan pisliğine çıkarıyor yolunuzu. Buradan bak bakalım bir de ''yaşlılığı kabul etmeye çalışan kadına, eşinden ayrılmış, anne ve babasıyla aynı evde yaşamak zorunda kalmış kadına, işten çıkıp başka işte çalışan adama'' diyor. Asıl pastanın üzerindeki çilek ise gerçekliğin derinlerine çektiği okuyucuyu kollarından tutup büyülü bir dünyaya taşıması. Herman Hesse'nin şu sözünü hatırlattı yazar bana; ''sürekli düş kırıklığı yaratan bu değersiz ve can sıkıcı gerçeklik, ancak onu yok sayarsak, ondan daha güçlü olduğumuzu gösterirsek değiştirilebilir.'' Yazar bunu bir çok öyküsünde yaşattırıyor okuyucuya. Yine üzerinde dikkatle durduğu bir konuda kapitalist sistemin kurmuş olduğu çalışma düzeni. Neredeyse her öyküsünde bir iş ortamı var. Kiminde burgercide bir kaç dakika molanın hesabını yapan gençler, kiminde mola vakitlerini nasıl daha verimli çalışma saatlerine dönüştürebileceklerini patronlarına satmaya çalışanlar, bazen de bir kot fabrikasında ölüm şartlarında çalışan bir işçinin dünyası var. Otobüsle işe gitmenin insanları nasıl intihara sürüklemediğini hep merak ederdim. Yazar da yetmiş beş duraklık yolculuklar yapan karakterinin sitemlerini ve yaşama mücadelesinin zincirleriyle sarılmış tevekkülü öyküde çok iyi harmanlıyor. Ne olacaktı ya, elma ağacından para mı bekleyecektik. Elbette köleliğe devam derken. Çoğu hikayede karakterlerin yazgılarına baş kaldırdığını görüyoruz. İşin ilginç tarafıysa bu baş kaldırışların çoğu kendini yok etmeyle ortaya çıkıyordu. Hikayeler arasında bir bağ kurmamaya çalışsam da bazı temel taşlar, olaylar arasında koşarken ''ben yine buradayım'' der gibi ayağıma takılmaya ve bu konular üzerinde düşündürmeye itti. Özellikle karakterlerin işlerinden bıkmış olması ve istifa etme çabaları, yazarın yaşamından yansıttığı bir durum olsa gerek, kuru bir merhabaya sığdırılan dostluklar diye tanımladığı ise, iş hayatının robotlaşmış kölelerinin birbiri üzerine basarak yükselme ahlakının tiksindiriciliğini ve ruhunu sıkan bu kıskaçtan kurtulmayı ne derecede arzuladığını dile getirmekte. Bir diğer taş ise çocukluk. Elbette bir çok yazar öykülerinde çocukluktan kalan psikolojik travmaların yansımalarını işler. Yazarın özellikle Koku öyküsünde Froud'un psikanalitik kavramlarında ortaya koyduğu, her türlü davranışın bilinçaltında gizli kalmış geçmiş hapishanesinden fırlayan bir eylem olduğunu, bu kadar kısa bir öyküyle derinlemesine aktarıyor. Mideleri kaldırıyor, gözleri yaşartıyor, küfür ettiriyor ve okuyucu unutmaya zorluyor kendini bir sonraki hikayeye hızlıca geçerken. Ancak son sayfalara kadar o koku eksilmiyor. Hortum çıkmıyor zihinden. Her köşesini tertemiz yapsak da yine bir koku geliyor. Yazar okuyucuya öyle bir mesaj veriyor ki, öyküye geri dönüp kendimizle barışmamızı istiyor. Öyküyü tamamlamak yine bize kalıyor. Deprem, alkol ve ağaç temaları da diğer taşlar olarak beni durdurdu. Kadın konusuna değinmek gerekir. Özellikle yazar erkek, karakter kadınsa okurken titizleşmeye başlarım. Nerede bir eksiklik olacak, kadın denen dipsiz kuyunun neresine kadar bakabilecek, hatta inmeye cesaret edecek mi? Özellikle benim gibi kuyulardan hiç anlamayan birinin ne haddineyse onu da bilemiyorum. Belki de Paulo Coelho okumalarımın etkisiyle olabilir. Cinsiyetsiz bir yazar olabilmek belki de bu alandaki en zor işlerden biridir. Abartıdan uzak bir şekilde şunu söylemek isterim ki, özellikle Nihal ve Melodi de bambaşka kadınlar gördüm. Yazar kadınların en gerçekçi ve en gizli düşüncelerinin kapılarını aralamış, Üzerinde durduğu takdirde daha da fazla geliştirebileceğini düşünüyorum. Kadınların erkeklere göre daha fazla kitap okuduğu ve daha duygusal olduğu ülkemizde gerekli bir durum. Özellikle bu diyebileceğim bir öykü olmamakla birlikte, özellikle Koku ve Yosun diyebilirim. (Yazarın esprili dilinden bir kaç şey kaptım sanırım.) Bu öykülerden Yosun'u diğer öykülerle ilişkilendirdiğimde çoğu öyküden bir şeyler topladığını ve kitabın özünü ortaya koyduğunu kendimce söyleyebilirim. Gerçek bir yosun gibi kollarını uzatıyor tüm öykülere. Girgin abi harbi adamdın ama belediyeyi aramasana be abi. Yosun olmak var. Kolay mı yosun olmak, kolay mı balık olmak, kolay mı taş olmak. Naim'den başka her şey olmak isteyen biri için çok zordu be abi. Az kalmıştı halbuki. Ama yazarın da dediği gibi ne kadar kaçarsak kaçalım '' eninde sonunda bir duvarın dibinde buluyordu insan kendini'. Bir yazardan, adıma aldığım ilk imzalı kitap oldu. Onur duydum. Keyifle okudum ve dilim döndükçe hislerimi yazmaya çalıştım. '' Bir insan kendi içine nasıl sığıyor, bilmiyor.'' Özgür Çırak iyi ki içine sığdırdıklarını paylaşmış, içimizde yer açtı bu öyküler...
Sıcacık Bir Ev
Sıcacık Bir EvÖzgür Çırak · Nota Bene Yayınları · 201975 okunma
··
748 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.