Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Ama yalvarırım söyle bana, hayatın anlamı nedir?” “Bu çok zor bir soru. Cevabı kendiniz veremiyor musunuz?” “Hayır, çünkü onu bizzat keşfetmezsen hiçbir değeri yok. Peki, sence dünyada olma amacın ne?” Philip bunu kendine hiç sormamıştı, cevap vermeden önce bir an düşündü. “Ah, bilmiyorum: Herhalde insanın görevini yapması, becerilerini olabilecek en iyi şekilde kullanması ve başkalarını incitmekten kaçınmasıdır.” “Kısacası, sana nasıl davranılmasını istiyorsan başkalarına öyle davranmak mı?” “Öyle sanırım.” “Hıristiyanlık.” “Hayır, değil,” dedi Philip kızarak. “Hıristiyanlıkla hiçbir alakası yok. Sadece ahlak konusunda soyutlama yoluyla varılan genel bir kural bu.” “Ama soyutlama yoluyla varılan bir ahlak anlayışı olamaz.” “Bu durumda, varsayalım içkinin etkisiyle buradan ayrılırken cüzdanını unuttun ve ben de onu aldım, neden onu sana geri vereyim ki sence? Polis korkusundan değil.” “Günaha girme ihtimaline karşı cehennem korkusundan ve faziletli davranırsan cennete gitme umudundan.” “Ama ben hiçbirine inanmıyorum.” “Olabilir. Ödev Ahlakı’nı tasarlarken Kant da inanmıyordu. İtikadı bir kenara atmışsın, ama ona dayanan etiği muhafaza ediyorsun. Nereden bakılırsa bakılsın, sen hâlâ Hıristiyansın ve şayet cennette bir Tanrı varsa, ödülünü alacağın muhakkak. Kadir-i Mutlak, kiliselerin onu gösterdiği kadar aptal olamaz. Kurallarına uyuyorsan, ona inanmışsın inanmamışsın hiç umurunda olduğunu sanmıyorum.” “Ama cüzdanımı unutsam sen onu kesinlikle bana iade ederdin,” dedi Philip. “Soyutlama yoluyla varılmış bir ahlak anlayışının yönlendirmesiyle değil, sadece polis korkusundan.” “Polisin bulabilme ihtimali binde bir.” “Atalarım o kadar uzun süre medeni bir ülkede yaşadılar ki polis korkusu kemiklerime işlemiş durumda. Benim concierge'ın kızı bir dakika tereddüt etmezdi. Sen buna onun suçlu sınıfına ait olduğu cevabını verirsin; hiç de öyle değil, sadece kaba önyargıdan yoksun.” “Ama o zaman onur, erdem, iyilik, ahlak ve her şey ortadan kalkar.” “Hiç günah işledin mi?” “Bilmiyorum, işlemişimdir herhalde,” diye cevapladı Philip. “Muhalif papaz ağzıyla konuşuyorsun. Ben hiç günah işlemedim.” Cronshaw, yakasını kaldırdığı büyük hırpani paltosu, başından düşen şapkası, kırmızı şişman yüzü ve küçük parlayan gözleriyle son derece komik görünüyordu; ama Philip gülemeyecek kadar ciddiydi. “Hiç pişman olduğun bir şey yapmadın mı?” “Kaçınılmaz olan bir şeyi yaptığımda bundan nasıl pişmanlık duyabilirim?” diye sordu Cronshaw ona karşılık olarak. “Ama buna kadercilik denir.” “Bir insanın özgür iradeye sahip olduğu yanılsaması o kadar kökleşmiştir ki bunu kabul etmeye hazırım. Başıma buyrukmuş gibi hareket ediyorum. Ama bir eylem gerçekleştirildiğinde, sonsuzluktan gelen evrenin tüm güçlerinin ona neden olmaya karıştığı açık ve onu önleyebilmek için yapabileceğim hiçbir şey yok. Kaçınılmazdır. Eğer iyi bir şeyse hiçbir hak iddia edemem; kötüyse de hiçbir tenkit kabul edemem.” “Beynim karman çorman oldu,” dedi Philip. “Biraz viski iç,” diye karşılık verdi Cronshaw, şişeyi uzatarak. “Kafayı temizlemek için bundan iyisi yoktur. Bira içmekte ısrarcıysan, kalın kafalı olmaktan kaçınamazsın.” Philip başını hayır anlamında salladı, Cronshaw devam etti: “Kötü çocuk değilsin ama içmiyorsun. Ayıklık sohbeti aksatır. Ama ben iyiden ve kötüden bahsederken...” -Philip onun söylevine devam ettiğini anladı- “geleneksel biçimde konuşuyorum. Bu kelimelere hiçbir anlam yüklemiyorum. İnsanların eylemlerinde bir hiyerarşi görmeyi, bazılarına değer ve bazılarına da kötü şöhret atfetmeyi reddediyorum. Kötülük ve fazilet tabirlerinin benim için hiçbir önemi yok. Ne methiye ne suçlama yaparım: Kabul ederim. Her şeyin ölçüsü benim. Ben dünyanın merkeziyim.” “Ama dünyada bir iki insan daha var,” diye itiraz etti Philip. “Ben sadece kendi adıma konuşurum. Onları ancak eylemlerimi sınırladıklarında fark ederim. Dünya onların her birinin etrafında da döner ve her biri kendi adına evrenin merkezidir. Benim onlar üstündeki hakkım ancak gücüm kadardır. Yapabileceğim şey, yaptığım şeyin tek sınırıdır. Çünkü bizler sosyaliz, toplum içinde yaşarız ve toplum zorlama yoluyla bir arada kalır; silahların zorlaması (yani, polis) ve kamuoyunun zorlaması (yani, Bayan Grundy) [68] . Bir elinde toplum, diğer elinde birey vardır: Her biri kendini korumaya gayret eden birer organizmadır. Kudrete karşı kudrettir. Ben tek başıma duruyorum, toplumu kabul etmeye mecburum ve inatçı da değilim çünkü ödediğim vergilere karşılık beni koruyor, benden daha güçlü olan ötekinin tiranlığı karşısında zayıfım ama kanunlarına uyuyorum, çünkü uymak zorundayım; adaletini kabul etmiyorum: Adalet bilmem, sadece güç bilirim. Beni koruyan polis için ödeme yaptığım zaman da, mecburi hizmetin geçerli olduğu bir ülkede yaşıyorsam, evimi ve ülkemi istilacılardan koruyan orduda askerlik yaparım, topluma uyarım: Bunların dışında, onun gücünü kurnazlığımla savuştururum. O kendini korumak için kurallar icat eder ve bu kurallara karşı gelecek olursam beni hapse tıkar ya da öldürür: Bunu yapacak gücü, dolayısıyla da hakkı vardır. Kanunlara karşı gelecek olursam devletin intikamını kabul ederim, ama bunu ne bir ceza ne de yanlış davranıştan ötürü mahkûm edilme olarak görürüm. Toplum beni onur kazanmak, zenginleşmek ve çevremdekilerin nazarında iyi biri olarak görülmek için kendisine hizmet etmeye özendirir; ama onların beni iyi biri olarak görmesi umurumda değil, onurdan nefret ederim ve zenginlik olmadan da gayet iyi idare ediyorum.” “Ama herkes sizin gibi düşünecek olsa her şey darmadağın olur.” “Benim başkalarıyla alakam yok, sadece kendimle meşgulüm. İnsanların çoğunun, doğrudan ya da dolaylı biçimde benim çıkarım yönünde bir şeyler yapmak için bazı ödüllerle yönlendirilmesinin avantajım kullanıyorum.” “Bence bu olaylara bakmanın fena halde bencilce bir yolu,” dedi Philip. “İyi de insanların bencilce nedenleri olmadan herhangi bir şey yapacağını mı sanıyorsun?” “Evet.” “Bu imkânsız. Yaşın ilerledikçe, dünyayı yaşamak için çekilebilir kılan olmazsa olmaz ilk şeyin, insanlığın kaçınılmaz bencilliğini kabul etmek olduğunu anlayacaksın. Başkalarından özgecilik beklersin ki bu da onların senin arzuların için kendilerininkinden vazgeçmesi demek olan mantıkdışı bir taleptir. Neden yapsınlar bunu? Herkesin dünyada önce kendisini düşündüğü gerçeğiyle barışırsan, çevrendekilerden daha az şey istersin. Seni hayal kırıklığına uğratmazlar, sen de onlara daha merhametle bakarsın. İnsanlar hayatta tek bir şeyin peşinden koşar - kendi zevklerinin.” “Hayır hayır hayır!” diye bağırdı Philip. Cronshaw kıkırdadı. “Ürkmüş sıpa gibi şahlandın, çünkü Hıristiyanlığının aşağılayıcı bir anlam yüklediği bir kelime kullandım. Sende bir değerler hiyerarşisi var; zevk merdivenin en alt basamağı ve sen de görevin, yardımseverliğin ve dürüstlüğün getirdiği kişisel tatminden biraz heyecanla bahsediyorsun. Zevkin sadece duyulara dair bir şey olduğunu sanıyorsun; senin ahlak anlayışını biçimlendiren sefil köleler, keyfini azıcık sürebildikleri bir tatminden nefret ediyorlardı. Zevk yerine mutluluktan bahsetseydim bu kadar korkmazdın: Kulağa daha az şok edici gelir ve zihnin de Epikuros’un ahırından onun bahçesine sapar. Ama ben zevkten konuşacağım, çünkü insanların bunu hedeflediklerini görüyorum ve mutluluğu hedefliyorlar mı bilmiyorum. Senin meziyetlerindeki herkesin yaptıklarında zevk gizlidir. İnsan kendisi için iyi olan eylemleri yerine getirir ve bunlar diğer insanlar için de iyi olduğunda, onların erdemli oldukları sanılır: Sadaka vermekten zevk alıyorsa yardımseverdir; başkalarına yardım etmekten zevk alıyorsa yüce gönüllüdür; toplum için çalışmaktan zevk alıyorsa kamu yararına çalışmaktadır; ancak bir dilenciye iki peni vermek senin özel zevkin olduğu kadar, bir viski soda daha içmek de benim özel zevkimdir. Ben senden daha az sahtekârım, ne kendimi zevkim için alkışlarım ne de senin hayranlığını talep ederim.” “Ama yapmak istedikleri yerine istemedikleri şeyleri yapan insanlarla hiç karşılaşmadınız mı?” “Hayır. Sorunu çok aptalca sordun. Kastettiğin şey, insanların birdenbire gelen zevk yerine birdenbire gelen acıyı kabul etmesidir. İtiraz da senin bunu ifade ediş şeklin kadar aptalca olur. İnsanların birdenbire gelen zevk yerine birdenbire gelen acıyı kabul ettikleri açık ama bunun nedeni sadece gelecekte daha büyük bir zevk beklentisinde oldukları için. Zevk çoğunlukla aldatıcıdır ama yaptıkları hesap hatası bu kuralı yalanlamaz. Kafan karıştı çünkü zevkin sadece duyularla alakalı olduğu düşüncesinden kurtulamıyorsun; ama, evladım, ülkesi için ölen bir adam bunu istediği için ölmüştür, tıpkı lahana turşusu yiyen bir adamın bunu istediği için yemesi gibi. Bu bir yaratılış kanunu. İnsanların zevk yerine acıyı tercih etmesi diye bir ihtimal olsaydı, insan ırkının soyu çoktan tükenirdi.” “Ama eğer bunların hepsi doğruysa,” diye haykırdı Philip, “herhangi bir şeyin ne anlamı var ki? Görevi, iyiliği ve güzelliği ortadan kaldırırsak, biz dünyaya neden geldik?” “İşte buna bir cevap verebilecek güzelim Doğu da geldi,” diyerek gülümsedi Cronshaw. O anda kafenin kapısını açıp bir soğuk hava dalgasıyla içeri giren iki kişiyi işaret etti. Bunlar Doğu Akdenizliydi, gezgin ucuz kilim tüccarlarıydılar ve her birinin kolunda birer bohça asılıydı. Pazar akşamıydı, kafe çok doluydu. Masaların arasından geçtiler ve tütün dumanından ağırlaşıp rengi atmış atmosfere bir gizem havası katmış gibi görünüyorlardı. Avrupalı, hırpani kıyafetler giymişlerdi, ince büyük paltolarının havı dökülmüştü ama ikisi de fes takmıştı. Yüzleri soğuktan grileşmişti. Biri orta yaşlıydı, siyah sakalı vardı, ama diğeri on sekiz yaşlarında bir gençti, yüzünde derin çiçekbozuğu izleri ve sadece bir gözü vardı. Cronshaw’la Philip’in yanından geçtiler. “Allah büyüktür, Muhammed de onun peygamberidir,” dedi Cronshaw etkileyici bir havayla.
Sayfa 266Kitabı okudu
··
198 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.