Üç tabur, ah üç tabur.
Nebi Samoil siperlerinde Kudüs için kan döken Türk askerlerine bu
kadarcık yardım edemiyoruz.
O yıl Galiçya topraklarında dövüşmek için yirmi bin lüzumsuz Türk
bulmuştuk.
Bir yığın Anadolu çocuğunu, yurttan kopmuş, uzak Medine içinde,
iskorpite ve çöle yediriyorduk.
Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman, gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm: Kudüs, İngilizlerin elinde idi.
Oradaki son Türklerin nasıl kahramanca vuruştuklarını masanın üstünden aldığım şifreli telgraftan okudum. Kudüs'ü İsrailoğulları gibi
bırakmadık; Türkler gibi bıraktık. Nebi Samoil üstünden Müslüman
veya Hristiyan mabetlere doğru inenler, Türklerin, son gününü
hatırlayacaklardır.
Karargâhın içinde: "Kudüs düştü!" sözü ölüm haberi gibi yayıldı.
Daha şimdiden Beyrut'a, Şam'a, Halep'e gözyaşlarımızı hazırlamak
lazımdı.
Artık yalnız Anadolu'yu ve İstanbul'u düşünüyorduk, imparatorluğa,
onun bütün rüyalarına ve hayallerine, Allahaısmarladık!
Zeytindağı'nın camları arasından, güneşi hiç sönmeyecek, hiç akşam
gölgesi görmeyecek gibi bakan Lût çukuru, şimdi bütün imparatorluğu
içine çeken bir mezar gibi, genişleyip derinleşiyor.
Eşyamı ve kâğıtlarımı bavuluma yerleştiriyorum. Artık Şam'dan
ayrılıyoruz. Cemal Paşa İstanbul'da istifa edecektir.
Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi
boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz,
Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak
kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.
Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:
- Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.
Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji
fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi!
- Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır. Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve
güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp
götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı
getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:
- Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin
Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak,
trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
- Bu tarafa gitmişti, diyor.
O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı,
Bağdat'a mı?
Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi
yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da
soracaksın:
- Ahmed'imi gördün mü?
Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi
gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü.
Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar
bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve
çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor.
Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır
gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.
Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun
istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış,
tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde
okuyoruz.
Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne
kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber
verebilsek...
Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!