Gönderi

HALLÂC-I MANSUR KADIN ATA VE KIZILBAŞLIK
Doğum tarihi: Ms. 858. Beyza yakınlarındaki bir kasaba olan TUR’da doğdu Hakka yürüşüyü : 26 Mart 922 -Sümer toplumunda başlayan toplumun erkekleşmesi; aynı zamanda erkeğin, toplumun tümünü çıkar guruplarına ayırarak sınıflaşmaya yöneltmesini getiriyor. Cins egemenliği, sınıf egemenliğine doğru evrim gösteriyor. Sınıf egemenliği, o tarihten itibaren cins egemenliğini hem örten hem de koruyan ve kollayan, demirden bir zırh görevini üstleniyor. Mitolojiler ve onlarla şekillenen dinler, bu koruyucu zırha kutsallık kazandıran öğreti kaynakları haline geliyorlar. Tarihi Sümer toplumu, uygarlıksal gelişimin sıçrama evresini oluştururken, devlet denilen belayı da insanlığın sırtına ilk saran toplum olma özelliğini taşımaktadır. Ünlü Sümer Ocaklarının (Tapınak) din görevlisi büyücü ve kahinleri, devlet oluşumuna o denli büyük ve kutsal bir zırh giydirmişlerdir ki, asırlardır verilen uğraşı bu kazığı insan zihninden söküp atamamıştır. Göksel “Din ve Tanrı düzeni” olarak sunulan devlet, hem cins olarak erkeği hem de onun sınıf hakimiyetini bu ad altında kutsuyor ve ona toplum nezdinde dokunulmazlık kazandırıyordu. Sümer toplumunun ve daha sonraları Mısırın, o yere göğe sığmaz hükümranlıklarının sembolü olan Zigguratları ve pramitleri, yaşanan bu gerçekliğin simgesel ifadeleri olarak tarihe kayıt düşüyorlar. Tanrıların yüceltilerine ve büyüklüklerine karşın, kul yada kölelerin düşürüldüğü çukurun ve küçüklüğün anıtsal anlatımlarıdır. İnsanlığın yaratıcı gücü en önemli meyvelerini bu gelişmenin öngününde vermişti. bir çok kez ifade ettik, insanlık bu gelişmeyi, yukarı Mezopotamya ve Anadolu da, Kadın–Ata‘ nın doğurgan kişiliğinde yaşamıştı. İnsanlığın hem kendisi hem de doğa hakkındaki bilgi birikimi, Sümer öncesinde gerektiği kadar gerçekleştirilmişti ve koşullarına göre harikaydı. Sümerli kahinler ile sihirbazlar ve onların yarattıkları devlet organizasyonu; din ve mitoslarla örülü bir ideolojik inandırma çabasıyla, bu birikimi, müthiş bir yanılsamaya dönüştürdüler. İlerde de ifade edeceğimiz gibi Cennet–Cehennem, öbür dünya öğretileri bu sürecin yarattığı zıtlıkların ideolojik yanılsamaları olarak üretildiler. Köleleşmenin sonucu yaşanılan müthiş acıya karşılık, bir tür ağrı kesici olarak üretilen bu soyutluk ve yanılsama, topluma öylesine emdirildi ki, toplum, tümüyle gerçeklikten koptu. Bize göre, Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’nın uygarlık tarihindeki yeri, ne denli gerçekçi, ne denli doğal ve objektif ise Sümer toplumsal yapılanması da o denli yanılsamalı ve gerçeklikten kopuşun ideolojik yaratcılığı olarak anlam kazanır. Egemen kutsal Ocağa karşılık Kızılbaş Ocaklar, kaynaklarını bu süreçten alan ayrışma güzergahında hep Anadolulu ve Yukarı Mezopotamyalı oldular! Yani hep Ana-Ata kanalında kaldılar ve bu güzergahtan evrilerek geldiler. Kızılbaş Ocaklar, Egemen ocak ve bu bağlamda “din ve tanrı Düzeni” nin yarattığı yanılsama ve yabancılaşmaya karşılık, her türlü kutsallığı insanla, halkla buluşturdu. Egemen olanın küçülttüğü ve düşürdüğü insan ve insanlığı yüceltti, ayağa kaldırdı. Her türlü kutsallık halklaşıyor, her türlü gücün kaynağı halk oluyordu. Soyutlanan ve insanlığın sırtına bir heyula gibi binen “Allah”, yine yeryüzüne indiriliyor “kamil insan” söyleminde somutluk kazandırılıyordu. Bu, Köleliğin simgesi olan Tanrı-Kıral yada bu bağlamda Tanrı-İnsan’dan farklı bir olgudur. Sümerli din(Zaotar) adamlarından binlerce yıl sonra yine aynı topraklarda doğuş yapan, Kızılbaş düşünür Hallac şöyle belirtiyor; Kuşkusuz Kur’an- ın sözünden hareketle, onun kavramlarını kullanarak belirtiyor düşüncelerini. Bu kimseyi şaşırtmamalıdır. Çünkü, İslami şeriata göre her türlü düşünce Kur’an’a dayandırılarak açıklanabilirdi ancak. Şeriat yasaları kendi hükümranlık sahasında bunu emrediyordu. “Adem” diyor açıklamasında Hallac, “ruhtur. Havva ise beden, Şeytan ise kuşku ve vehimden ibarettir. İnsanı doğruya götüren her şey şeytandandır.” Hallacın bu belirlemesi ikili anlatım özelliğine sahiptir. Birincisi, ”Zahiri” anlamdır, ikincisi ise “Batın”. Belirlemenin zahiri anlamına göre burada, tabu yolundan doğan bir dinin belirlemelerine müthiş bir karşı koyuş vardır.Yaratılışta insan rolünü öne çıkarıyor Hallac. Böylelikle doğmamış ve doğurmamış olan, tek ve benzersiz olan, kadiri mutlak hükümran ve lütfen ama yoktan yaratıcı olan, Kur’an’ın yaratılış fikrine ve onun sayılan özellikteki tanrısına karşı çıkıyor. Ona şirk koşuyor. Varlık ve doğuş fikrini, Adem ve Havva ilişkisi çerçevesinde, erkek ve dişi bir çerçevede açıklıyor. En önemlisi de insanın öğrenmeyi kendi yanlışından edineceğine ve bilginin kuşkuyla başladığına dikkat çekiyor. Dahası sorulan ilk sorunun, bilgiye, bilgi edinmeye giden yol olduğunu, doğrunun ise zıttına göre doğru olabileceğini, yani ki, doğrunun yanlışa göre ayrımlanabileceğini belirtiyor. Ve Şeytanı, ilk soru yada doğruyu gösteren “yanlış” olarak tanımlıyor. Bu rolü, insanal ilişkide ululuyor. Değiştirici ve dönüştürücü gücün, yanlışı bilince çıkartmada olduğuna işaret ediyor. Bu ise İslamın temel koşulunu yerle bir ediyor. Şeriat, bu nedenle Hallac-ı Mansuru affetmiyor ve bu karşı koyuşun bedelini ona ödetiyor!.. Belirlemenin Batın anlamı ise, doğrudan “Şeytan“ söylemiyle ilgilidir. Hallac burada “Şeytan”ı yüceltiyor. Yücelttiği Şeytan’ın erkek egemen dinler dilinde bir şifre olduğunu çok iyi çözümlemiştir Hallac. Bu sözcük ile kastedilenin Kadın-Ata ve kadın gerçeği olduğunu çok iyi bilmektedir. Özellikle Kur’an söylemine dikkatlice bakınız ve anlamı çözümlemeye çalışınız. Orada çok açık bir şekilde şunu göreceksiniz; bir çok yazı ve çalışmalarımızda da belirttiğimiz gibi erkek, Kadın-Ata‘ nın elinden hem toplumsal önceliği hem de önderliği alınca, bütün bir doğal düzen cinsiyet değiştirdi. Tanrılar ve dinler de öngördükleri düzenle birlikte erkekleştiler. Kur’an‘ da yeniden ve oldukca idealize edilerek donatılmış olan erkek egemen Tanrı, balçıktan “Adem”i yaratırken, melekleri de dahil bütün yarattıklarının secde etmesini ister. Tanrılar da dahil bütün insanal yaratmaların erkekleştiği sürecin doğal sonucu olarak “Baş–Melek” konumuna düşürülen, tanrılar da dahil her şeyin doğuranı olan ve her şeyin Anası olan Ana Tanrıça , Kur” an’ın da “Baş-Melek” liğini üstlenmektedir aslında. Kur’an- ın tanrısının Erkek–Ata hükümranlığının simgesi “Adem” e secde edilmesi için yaptığı bu çağrıya “Baş Melek” uymaz. Çünkü, bu onun her bakımdan sonu demektir! Çünkü, Tanrı şahsında erkeğin tam olarak tekelleştiğinin ve her şeyi tekeline aldığının en somut belirtisi oluyor bu secde. Kadın-Ata simgesi Şeytan, bu öyküde, erkek hegemonyasının bu tekelleşme talebini ve tuzağını kabul etmez ama kendisi yok da edilemez. İşin özü de buradadır.  Her şeye kadir olan, “kadir-i mutlak” Kur’an tanrısı, Şeytana boyun eğdiremez ve fakat Şeytanı yok etmeye gücü de yetmez. Dahası ona gereksinmesi vardır. Kur’an bu noktada oldukça kabadır. Tanrısını müthiş ululamasına karşın, Şeytanı niçin alt edemediğini açıklayamaz. Tanrı Şeytanı alt edemediği gibi dışlayamamıştır da. Çünkü Şeytansız, bu bağlamda kadınsız bir dünya düşünülemez. Bu nedenle ona muhtaçtır. Ama Kur’an bu ihtiyacı da belirtmez ve tabi ki söz konusu çelişki de açıklanmaz. Kur’an da yer alan, “yasak meyve”, Adem-Havva öyküleri, Cennetten kovulma, erkeğin Adem şahsında tekrar cennete alınması, Ademin Havva’ya olan gereksinimi, bu gereksinimin erkeğin tanrısı nezdinde kabul görmesi ve birliktelikleri için öngörülen çözüm yolu, bütün bunlar hep cinsler arası çelişkinin teoloji alanındaki yansımaları oluyor ve bütün bu çelişkilerin ve de çelişkilere uygun düşen ideolojik motivasyonların kökleri ise Sümer toplumunda atılıyordu. Hallac-ı Mansur işte bu sırrı faş ettiği için ilahların gazabını çekiyordu. Her yıl hacca gidip Şeytan taşlama ve onu lanetleme tapınımını yapan inanış tarzını yerle bir eden bu yaklaşım, insanlığa kendi aynasını tutuyor ve onlardan kadın kimlikli geçmişleri için “Dar” istiyordu. Hallacı “şeytanı ululadı” diye yargılayan medrese ulemaları, Şeytanın gerisindeki gerçeği açıklamaktan ise bin kerre ölmeyi yeğlerlerdi!. Çünkü ondan tanrılarından korkar gibi korkuyorlardı!. Her hac döneminde taşlanan ve ilahiyat alanında bir görev olarak Müslümanların önüne konulan farz, Şeytan şahsında kadının taşlanmasının simgesel ifadesinden başka bir şey değildir. Biz biliyoruz ki, orada taşlanan LAT kimliğiyle oralara taşınmış Anadolu’nun Ana Tanrıçası Kibele (Kıble) den başkası değildir. Bunu belirttik diye hiçbir Müslüman inanırı bizi düşman ilan etmemelidir. Bu gün bütün bir İslam aleminin içine düştüğü darlığın ve geriliğin temelinde işte bu gerçekler yatar. Dünyanın yarısını yok saymışlardır ama onsuzda edememektedirler. Onların yere düşürdüğünü biz baş tacı etmiş “her şey doğuş içindir.Doğuştan gelmeyen isbatsızdır demişiz. Böylece onlara da bir ayna tutmuşuz. Bu aynada kendilerini görenlere aşk olsun.
Haşim Kutlu
Haşim Kutlu
·
72 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.