Gönderi

96 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
·
32 saatte okudu
EZGİ POLAT, 1987 yılında doğdu. Endüstri mühendisliği bölümünü bitirdi. Öyküleri Notos, Kitap-lık, Sözcükler, Öykülem, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Çevrimdışı İstanbul, YM, Karahindiba, Peyniraltı Edebiyatı dergilerinde yayımlandı. ***Kitap, dok­san altı sayfa ve altı öy­kü­den olu­şu­yor. Öy­kü­le­rin ha­cim­le­ri ho­mo­jen­lik gös­te­ri­yor, di­ğer­le­ri­ne göre çok daha uzun ya da çok daha kısa öy­kü­ler yok. Yak­la­şık on üç on dört sayfa uzun­lu­ğun­da­ki öy­kü­ler… Ay­rı­ca post-mo­der­nizm­den çok et­ki­len­me­miş gö­rü­nü­yor ya­za­rı­mız. Ger­çek-ha­yal gi­rift­li­ğin­de oku­yu­cu kay­bol­mu­yor, hemen her bi­rin­de ya­şan­mış­lık­lar duru bir şe­kil­de ak­ta­rı­lı­yor. Mo­dern an­la­tı­ya çok daha yakın bu­lu­yo­rum bu yüz­den ki­ta­bı. Hiç­bir Yerin Or­ta­sın­da, ki­ta­bın ilk öy­kü­sü ve daha fark­lı bir tarz ser­gi­li­yor Ezgi Polat. Ger­çek ve ha­yal­le­rin/kâ­bus­la­rın ça­tış­ma­sı­nı an­la­tı­yor, di­ye­bi­li­riz. Fo­toğ­raf sa­nat­çı­sı olma is­te­ği ve ide­olo­jik se­bep­ler­den do­la­yı ya­şa­dı­ğı yer­le­ri terk edip gi­de­rek yıl­lar sonra hasta ba­ba­sı­nın ya­nı­na dönen ada­mın umar­sız­lı­ğı, umut­suz­lu­ğu, ka­ram­sar­lı­ğı, in­san­lı­ğa dair inan­cı­nı yi­ti­ri­şi… “Git­tim… Ölü­mün göz­le­ri­nin içine ba­ka­na dek. Ya­şa­mı­mı bir fo­toğ­raf­çı ola­rak sür­dür­mek­ten vaz­ge­çe­ne, tü­rü­mü­ze duy­du­ğum inan­cı yi­ti­re­ne dek.” (15) Ve bu gi­di­şin psi­ko­lo­jik et­ki­le­ri… Hasta baba, umut­suz oğlu, acı­lar, ölüm­ler, za­ma­nın acı­ma­sız­lı­ğı, her şeyi silip gö­tür­me­si, anı­lar vs. Tüm bun­la­rın bi­leş­ke­sin­de ken­di­ni ce­hen­ne­min tam or­ta­sın­da gören gel­git­ler için­de­ki bir adam… Kı­yı­ya Vuran öy­kü­sün­de ça­ğı­mı­zın en acı ger­çek­le­ri­ni oku­yo­ruz. Ka­nık­sa­mak zo­run­da kal­dı­ğı­mız an­ne-ba­ba kav­ga­la­rı… Bu kavga sı­ra­sın­da ise ço­cuk­la­rın hiç­bir zaman dü­şü­nül­me­me­si… Muh­te­me­len bir kavga sı­ra­sın­da baba, an­ne­yi öl­dür­mek ister. Muh­te­me­len di­yo­ruz çünkü Doğan’ın niçin am­ca­sın­da kal­ma­ya baş­la­dı­ğı­nın se­bep­le­ri­ni arar­ken an­la­tı­cı­nın bize bı­rak­tı­ğı ipuç­la­rı­nı yo­rum­lu­yo­ruz. Gerek bu öykü için ge­rek­se ki­ta­bın ge­ne­li için Ezgi Polat’ın an­la­tı­nın en önem­li ve en eski özel­lik­le­rin­den “sak­la­ma” özel­li­ği­ni us­ta­ca kul­lan­dı­ğı­nı be­lirt­mek ge­re­kir. Sak­lı­yor. Doğan’ın an­ne­si­ne ne ol­du­ğu­nu, niçin has­ta­ne­de yat­tı­ğı­nı, Doğan’ın niçin onun­la te­le­fon­la dahi gö­rü­şe­me­di­ği sak­lı­yor ve işte bu sak­la­ma da ede­bî­li­ği art­tı­rı­yor. Doğan da oku­yu­cu gibi sak­la­nan ger­çe­ğin ne ol­du­ğu­nu tam bi­le­me­se de an­ne­si­nin öl­dü­ğü­nü ya da ona kötü bir şey­ler ol­du­ğu­nu sezer. Bu seziş, Doğan’ın ya­şam­la olan bağ­lan­tı­sı­nı sona er­di­rir. Gece vakti bi­sik­le­ti­ne atlar, yokuş aşağı sü­rat­le iner­ken el­le­ri­ni de bı­ra­kır. Bir nevi öz­gür­lük­tür bu Doğan için. Ölme öz­gür­lü­ğü… Ayt­ma­tov’un Beyaz Gemi’sini okudu mu Ezgi Polat, bil­mi­yo­rum fakat orada daima ge­mi­yi bek­le­yen ço­cuk­la bu­ra­da an­ne­si­ni bek­le­yen ço­cu­ğu bir­bi­ri­ne çok ben­zet­tim ve el­bet­te acı son­la­rı­nı da… İki çocuk, iki öz­gür­lük, iki in­ti­har… Başka Bir Bo­yut­ta öy­kü­sün­de Hasan adlı ciddi psi­ko­lo­jik so­run­lar ya­şa­yan bi­ri­nin bir karı ko­ca­nın evine mi­sa­fir ol­ma­sı­nı okur­ken öte yan­dan karı koca ara­sın­da­ki tüm bağ­la­rın as­lın­da çok­tan sona er­di­ği­ni oku­yo­ruz. Olay­dan zi­ya­de sı­kıl­gan, ka­ram­sar ve ta­kat­siz bir ka­dı­nın psi­ko­lo­jik du­ru­mu öne çı­kı­yor ancak ki­ta­bın en ge­ri­lim­li öy­kü­sü ol­du­ğu­nu da vur­gu­la­mak lazım. Sü­rek­li ola­rak tır­ma­nan ge­ri­lim, merak duy­gu­su­na kar­şı­lık ge­liş­me­ler bek­le­di­ği­miz gibi ol­mu­yor. Sı­ğı­nak, bit­miş bir ev­li­li­ği konu edi­ni­yor. Deniz, ya­şa­mı bo­yun­ca bir tek Emrah’ı ta­nı­mış ve onun­la ev­len­miş­tir fakat Deniz, dar ka­lıp­lar­da sı­kı­lan bir ka­dın­dır artık. Bu­nal­mış­tır, her­kes­ten, her şey­den: “Fa­kül­te F tipi ce­za­evi­ne ben­zi­yor. Ev desen hücre gibi. Her şey sı­nır­lar­la be­lir­len­miş, dı­şı­na çık­tı­ğın an ken­di­ni suçlu his­se­di­yor­sun.” (63) Ka­lıp­la­rı­nı kır­mak, öz­gür­ce ya­şa­mak, ey­le­me geç­mek, için­de­ki is­yan­kâr duy­gu­la­rı dışa yan­sıt­mak ister fakat üni­ver­si­te­si ve aile ya­şa­mı onu en­gel­ler. Bu da­ral­mış­lık se­be­biy­le ol­ma­lı ki Emrah’la bo­şan­mış­tır ama kısa bir sü­re­li­ği­ne aynı evde ya­şa­ma­ya devam eder­ler. Emrah ise bu iliş­ki­yi tam ola­rak bi­ti­re­bil­miş de­ğil­dir. Özün­de is­te­di­ği şey şudur: Küçük bir şehre ta­şı­nıp, çocuk sa­hi­bi olmak, mi­sa­fir­ci­lik oy­na­mak… Deniz ise dok­to­ra­sı­nı ta­mam­la­mak, o şe­hir­de kal­mak ve ya­pa­bi­lir­se Av­ru­pa’da ya­şa­mak ister. Ken­di­si­ni bilgi ve kül­tü­rel yön­den bes­le­yecek in­san­lar­la bir arada ol­ma­yı ar­zu­lar. Deniz’inki bir an­lam­da tam bir aka­de­mik yal­nız­lık­tır. Emrah ise tipik Türk in­sa­nı… Deniz’in “Yal­nız­ca Emrah değil me­se­le. Bu ülke, bu in­san­lar beni bo­ğu­yor. Nefes bile ala­mı­yo­rum bazen. Her şey sı­kı­cı, ka­ran­lık, yo­ru­cu. Av­ru­pa’da öyle mi? İnsan­lar mutlu, hu­zur­lu, bam­baş­ka şey­ler­le uğ­ra­şı­yor­lar.” (63) söz­le­ri ise bizi Tan­zi­mat’tan bu yana sü­re­ge­len Do­ğu-Ba­tı dü­aliz­mi­ne gö­tü­rür. Ede­bi­yat ta­ri­hi­miz­de Deniz’e ben­ze­yen pek çok kadın ka­rak­ter bu­la­bi­li­riz. Söz ge­li­mi Fa­tih-Har­bi­ye’deki Ne­ri­man. Ka­rak­ter­den zi­ya­de Batı’ya hay­ran­lık duyan tip­ler… Deniz de böyle bir tip ola­bi­lir mi? Bu yö­nüy­le Sı­ğı­nak’ın ge­le­ne­ğe da­ya­lı mo­dern bir öykü ol­du­ğu­nu söy­le­ye­bi­li­riz. Ay­na­da­ki Ba­tak­lık, ki­tap­ta­ki en fark­lı öykü… Bu fark­lı­lık, ka­rak­ter ve uzam açı­sın­dan önem ka­za­nı­yor. Uza­mın Paris ol­du­ğu­nu an­lı­yo­ruz. Üni­ver­si­te­de bir öğ­ret­men olan Char­lot­te ve tez öğ­ren­ci­si Pi­er­re’nin cin­sel odak­lı bir­lik­te­lik­le­ri, yasak aşk­la­rı… Üs­te­lik so­nun­da Char­lot­te’nin Pi­er­re ta­ra­fın­dan te­ca­vüz edil­me­si­ne kadar varan deh­şet bir süreç… Bu öy­kü­yü okur­ken ak­lı­ma şu ta­kı­lı­ver­di: Acaba altı hi­kâ­ye için­de sa­de­ce bu hi­kâ­ye­nin ya­ban­cı bir ül­ke­de, ya­ban­cı in­san­la­rın ba­şın­dan geç­me­si oto­san­sür ola­bi­lir mi? Tan­zi­mat’ta bunun ör­nek­le­ri­ni çokça gö­rü­yor­duk. Özel­lik­le Ahmet Mid­hat’ta fakat bu, yüz otuz yüz kırk yıl ön­cey­di. Gü­nü­müz­de böy­le­si bir oto­san­sür uy­gu­la­ma­sı devam edi­yor mu? Belki de… Ay­rı­ca tıpkı Tan­zi­mat an­la­tı­la­rın­da ol­du­ğu gibi il­ginç bir tek­nik uy­gu­lu­yor an­la­tı­cı. Ge­ri­ye dö­nüş­ler yap­mak için bir araç kul­la­nı­yor: Kaset. Char­lot­te’nin ka­pı­sı­na bı­ra­kı­lan ka­set­ler, öy­kü­yü an­lat­mak ve ge­ri­ye dö­nüş­ler yap­mak için dik­kat çe­ki­ci­dir. An­la­tı­cı­nın nes­nel­li­ği­ni kay­bet­me­si üze­rin­de de du­rul­ma­lı. Özel­lik­le bu öy­kü­de… An­la­tı­cı, kimi zaman Char­lot­te ile öz­de­şim içine girer. Tan­pı­nar’ın Huzur’unda bunu sık­lık­la gö­rü­yo­ruz. Ör­ne­ğin “Ukala Pi­er­re” (70) “Ah sa­bır­sız Pi­er­re.” (75) “Za­val­lı Pi­er­re.” (76) gibi. Bazen de ma­ka­le ya­zar­mış­ça­sı­na aka­de­mik bir üs­lu­ba dö­ner­ken an­la­tı­cı, var­lı­ğı­nı iyi­den iyiye his­set­ti­rir: “Bu­ra­dan yola çı­ka­rak aka­de­mis­yen­le­rin de ege­men gruba dahil ol­du­ğu­nu ve bil­me­me­yi, gör­me­me­yi ken­di­le­ri­ne hak gö­re­bil­dik­le­ri­ni söy­le­ye­bi­li­riz. Böy­le­ce ik­ti­dar alan­la­rı­nı yi­tir­me riski ya­şa­maz­lar. Ama di­ğer­le­ri ege­men gru­bun ne de­di­ği­ni pür dik­kat din­le­me­li, an­la­ma­lı hatta on­la­ra hak ver­me­li­dir.” (78-79) Bu­ra­da ciddi iki prob­lem var. Bi­rin­ci­si üslup, öy­kü­nün genel üs­lu­bu değil; ikin­ci­si ise “söy­le­ye­bi­li­riz” der­ken an­la­tı­cı­nın “Ben bu­ra­da­yım.” di­ye­rek ken­di­ni gös­ter­me­si­dir ki mo­dern an­la­tı­lar­da bunun bir kusur ol­du­ğu­nu ifade et­me­li­yiz. Sonuç ola­rak Ezgi Polat’ın Tan­zi­mat an­la­tı­la­rıy­la iliş­ki­si­nin üze­rin­de du­rul­ma­sı ge­re­ki­yor. Yunus da yine bir karı koca iliş­ki­si­ni an­la­tı­yor. Aşa­ğı­lık komp­lek­sin­de bir adam ve baş­lar­da onun ta­lep­le­ri­ni red­de­de­me­yen fakat iler­le­yen za­man­lar­da büs­bü­tün de­ği­şen ka­rı­sı… Gün­de­lik ya­şan­tı­sı de­ği­şir, ka­lıp­la­rı­nı kırar. Bunu sağ­la­yan ise ko­ca­sı­dır. Bu de­ği­şim­le­riy­le öne çıkan, çev­re­sin­ce tak­dir edi­len, belki de hoş­la­nı­lan bir kadın ve yine aşa­ğı­lık komp­lek­siy­le öne çıkan bir koca… Ve so­nun­da ka­dı­nın adamı al­dat­ma­sı ya da bir daha dön­me­mek üzere terk et­me­si… “Bu sis­te­min için­de yok olmak is­te­mi­yo­rum.” (83) gibi bir cüm­ley­le adam var olma ref­lek­si­ni or­ta­ya koyar. Ancak hemen de­va­mın­da “as­lı­na ba­kar­san var olmak da is­te­mi­yo­rum (…)” (83) di­ye­rek bu­la­nık bir gö­rün­tü ser­gi­ler. Ger­çek­ten de ne is­te­di­ği­ni bi­le­mez du­rum­da­dır. Bun­la­rın te­me­lin­de ise aşa­ğı­lık komp­lek­si yatar. As­lın­da sorun uzam­lar, işler değil; esas prob­lem ada­mın ken­di­ni işiy­le, ba­şa­rı­la­rıy­la ispat ede­me­me­si, top­lum­da­ki bi­rey­le­ri­nin sı­ra­dan­lı­ğın­dan çı­ka­ma­ma­sı­dır. Bu amaç­la ta­şın­mak, iş de­ğiş­tir­mek ister. Bir sahil ka­sa­ba­sı­na ta­şı­nır­lar. Ka­rı­sı uzun süre red­de­der bu is­te­ği fakat so­nun­da “avu­kat­lık bü­ro­su açmak” şar­tıy­la ikna olur fakat bu söz­leş­me de unu­tu­lur, hatta bir süre sonra kadın, büro aç­ma­yı red­de­decek du­ru­ma gelir çünkü yeni ya­şan­tı­sı­na iyi­den iyiye alış­mış­tır. Ta­nı­dık­la­rı­nın (Sinan Abi) tek­ne­sin­de geçer gün­le­ri. İşte tam da bu nokta adam için yeni bir sorun oluş­tu­rur. Ka­rı­sı­nın tek­ne­de üst­len­di­ği gö­rev­le­ri ba­şa­rıy­la hal­let­me­si so­nu­cun­da adam, yine göl­ge­de kalır, yine sı­ra­dan­lı­ğı­nı kı­ra­maz: “Var olmak is­te­di­ğim tek alanı açık­ça işgal edi­yor, bana çelme ta­kı­yor­du.” (86) söz­le­ri, ada­mın sönük ka­lı­şı­nı apa­çık or­ta­ya koyar. Onun is­te­di­ği, ka­rı­sı ta­ra­fın­dan üs­tün­lü­ğü­nün ta­nın­ma­sı­dır: “Biraz bil­gi­le­ri­me kıy­met verse, her­ke­se aynı açık­lık­la yak­laş­mak ye­ri­ne üs­tün­lü­ğü­mü bana his­set­tir­se güzel bir ikili ola­cak­tık.” (88) Ancak kadın, bu üs­tün­lü­ğü ona ver­mez ve bir başka adam­la kaçar. As­lın­da iki temel izlek üze­ri­ne yo­ğun­la­şı­yor Ezgi Polat. Ka­dın-er­kek iliş­ki­le­ri ve bu gir­dap­ta ka­lan­la­rın gi­diş­le­ri, git­mek is­te­yiş­le­ri, bir an­lam­da ka­çış­la­rı… Ne­re­dey­se tüm öy­kü­ler­de bu ka­çı­şı gö­re­bi­li­yo­ruz. Özel­lik­le de ka­lıp­lar için­de sı­kı­şan, bu­na­lan ka­dın­lar ve on­la­rın kaç­ma­la­rı ya da kaç­mak is­te­me­le­ri… Bir tes­pit, git­mek­le bir şe­kil­de iliş­ki­de olan­lar ço­ğun­luk­la kadın ka­rak­ter­ler­dir. Sa­de­ce bir öy­kü­de giden fakat yıl­lar sonra geri dönen erkek ka­rak­ter­dir. Öy­ley­se ça­re­siz ka­dın­la­rı­mı­zın çö­zü­mü git­mek­te ara­dık­la­rı­nı söy­le­ye­bi­lir miyiz? Ne yazık ki evet. Kadın ya­zar­la­rın ya­rat­tı­ğı an­la­tı­cı­la­ra da dik­kat ede­rim. Erkek ya­zar­la­rın erkek an­la­tı­cı­lar­la an­lat­ma­sı ola­ğan bir şey­dir fakat kadın ya­zar­lar­da durum na­sıl­dır? Ezgi Polat’ın altı öy­kü­sün­de­ki an­la­tı­cı­la­rın du­ru­mu şöyle: Kı­yı­ya Vuran, Sı­ğı­nak ve Ay­na­da­ki Ba­tak­lık öy­kü­le­rin­de tan­rı­sal anlatıcı; Hiç­bir Yerin Or­ta­sın­da ve Yunus’ta ben an­la­tı­cı (erkek); Başka Bir Bo­yut­ta’da ben an­la­tı­cı (kadın). Altı öy­kü­nün sa­de­ce bi­ri­sin­de kadın an­la­tı­cı­nın ol­ma­sı, tes­pit­le­ri­miz ara­sın­da yer alır­ken Ezgi Polat’ın bu du­rum­la il­gi­li dü­şün­ce­le­ri­ni merak edi­yo­rum. Son ola­rak da belki ya­za­rın kasti ola­rak yap­tı­ğı fakat bana göre bir an­la­tım ku­su­ru olan kip prob­le­mi­ne de­ği­ne­lim. Ezgi Polat, an­la­tı­mın akı­şı­şın­da şu ya­pı­yı se­vi­yor ve ıs­rar­la kul­la­nı­yor: “-yor … -du” Bu da an­la­tı­mın akı­şı­nı bence acı­ma­sız­ca ke­si­yor. Ör­ne­ğin aynı pa­rag­raf için­de­ki şu an­la­tım: “Oğlan sağ elini yum­ruk yapıp se­vinç­le ha­va­ya sa­vu­ru­yor. (…) Doğan rad­yo­yu ka­pat­tı. Eve va­ra­na dek ağ­zı­nı aç­mı­yor, demir ka­pı­nın önün­de am­ca­sı durur dur­maz ara­ba­dan inip ka­pı­yı sü­rük­lü­yor.” (39) Bir başka örnek ola­rak “Şef gar­son tuş­la­ra daha sert ba­sı­yor ama tavan ye­rin­den bir milim oy­na­ma­dı.” (66) ya da “Kapı ka­pa­nı­yor. Char­lot­te sı­nır­la­rı­nı ko­ru­ma­yı ba­ba­sın­dan öğ­ren­di.”(71) Belki de dili böyle kul­lan­ma­yı se­vi­yor yazar ancak daha son­ra­ki ki­tap­la­rı için belki bu ani kip de­ği­şi­mi­ni ye­ni­den dü­şün­mek is­te­ye­bi­lir. Ezgi Polat, okun­ma­sı ge­re­ken bir yazar. Oku­yu­cu­ya öy­kü­nün ka­pı­sı­nı ara­la­yan bir yazar… An­lat­mak için çok da büyük ko­nu­la­ra ih­ti­yaç du­yul­ma­dı­ğı­nı, bazen kü­çü­cük bile olsa tek ya­pıl­ma­sı ge­re­ken şeyin an­lat­mak ol­du­ğu­nu ör­nek­le­yen bir yazar… O; de­tay­la­rı gö­re­bi­li­yor, büyük olay­la­rın ya­nın­da ya­ma­cın­da ka­lan­la­rı ki­ta­bı­na ta­şı­ma­yı ba­şa­rı­yor ve tüm bun­la­rı ya­par­ken çok rahat bir şe­kil­de an­la­tı­yor. Ezgi Polat; rahat ak­ta­rı­yor, oku­yu­cu­yu yor­mu­yor. Say­fa­lar ardı ar­ka­sı­na çev­ri­li­yor ve so­nun­da biten bir ki­ta­bın ar­dın­dan “Ezgi Polat’ı bir daha okur mu­su­nuz?” so­ru­su­na içten “evet” de­dir­ti­yor. Ezgi Polat’ı yeni ki­tap­la­rıy­la oku­ma­yı bek­li­yo­ruz. Öy­kü­mü­zün buna ih­ti­ya­cı var.***
Hiçbir Yerin Ortasında
Hiçbir Yerin OrtasındaEzgi Polat · Can Yayınları · 2019115 okunma
·
281 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.