EZGİ POLAT, 1987 yılında doğdu. Endüstri mühendisliği bölümünü bitirdi. Öyküleri Notos, Kitap-lık, Sözcükler, Öykülem, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Çevrimdışı İstanbul, YM, Karahindiba, Peyniraltı Edebiyatı dergilerinde yayımlandı.
***Kitap, doksan altı sayfa ve altı öyküden oluşuyor. Öykülerin hacimleri homojenlik gösteriyor, diğerlerine göre çok daha uzun ya da çok daha kısa öyküler yok. Yaklaşık on üç on dört sayfa uzunluğundaki öyküler… Ayrıca post-modernizmden çok etkilenmemiş görünüyor yazarımız. Gerçek-hayal giriftliğinde okuyucu kaybolmuyor, hemen her birinde yaşanmışlıklar duru bir şekilde aktarılıyor. Modern anlatıya çok daha yakın buluyorum bu yüzden kitabı.
Hiçbir Yerin Ortasında, kitabın ilk öyküsü ve daha farklı bir tarz sergiliyor Ezgi Polat. Gerçek ve hayallerin/kâbusların çatışmasını anlatıyor, diyebiliriz. Fotoğraf sanatçısı olma isteği ve ideolojik sebeplerden dolayı yaşadığı yerleri terk edip giderek yıllar sonra hasta babasının yanına dönen adamın umarsızlığı, umutsuzluğu, karamsarlığı, insanlığa dair inancını yitirişi… “Gittim… Ölümün gözlerinin içine bakana dek. Yaşamımı bir fotoğrafçı olarak sürdürmekten vazgeçene, türümüze duyduğum inancı yitirene dek.” (15) Ve bu gidişin psikolojik etkileri… Hasta baba, umutsuz oğlu, acılar, ölümler, zamanın acımasızlığı, her şeyi silip götürmesi, anılar vs. Tüm bunların bileşkesinde kendini cehennemin tam ortasında gören gelgitler içindeki bir adam…
Kıyıya Vuran öyküsünde çağımızın en acı gerçeklerini okuyoruz. Kanıksamak zorunda kaldığımız anne-baba kavgaları… Bu kavga sırasında ise çocukların hiçbir zaman düşünülmemesi… Muhtemelen bir kavga sırasında baba, anneyi öldürmek ister. Muhtemelen diyoruz çünkü Doğan’ın niçin amcasında kalmaya başladığının sebeplerini ararken anlatıcının bize bıraktığı ipuçlarını yorumluyoruz. Gerek bu öykü için gerekse kitabın geneli için Ezgi Polat’ın anlatının en önemli ve en eski özelliklerinden “saklama” özelliğini ustaca kullandığını belirtmek gerekir. Saklıyor. Doğan’ın annesine ne olduğunu, niçin hastanede yattığını, Doğan’ın niçin onunla telefonla dahi görüşemediği saklıyor ve işte bu saklama da edebîliği arttırıyor. Doğan da okuyucu gibi saklanan gerçeğin ne olduğunu tam bilemese de annesinin öldüğünü ya da ona kötü bir şeyler olduğunu sezer. Bu seziş, Doğan’ın yaşamla olan bağlantısını sona erdirir. Gece vakti bisikletine atlar, yokuş aşağı süratle inerken ellerini de bırakır. Bir nevi özgürlüktür bu Doğan için. Ölme özgürlüğü… Aytmatov’un Beyaz Gemi’sini okudu mu Ezgi Polat, bilmiyorum fakat orada daima gemiyi bekleyen çocukla burada annesini bekleyen çocuğu birbirine çok benzettim ve elbette acı sonlarını da… İki çocuk, iki özgürlük, iki intihar…
Başka Bir Boyutta öyküsünde Hasan adlı ciddi psikolojik sorunlar yaşayan birinin bir karı kocanın evine misafir olmasını okurken öte yandan karı koca arasındaki tüm bağların aslında çoktan sona erdiğini okuyoruz. Olaydan ziyade sıkılgan, karamsar ve takatsiz bir kadının psikolojik durumu öne çıkıyor ancak kitabın en gerilimli öyküsü olduğunu da vurgulamak lazım. Sürekli olarak tırmanan gerilim, merak duygusuna karşılık gelişmeler beklediğimiz gibi olmuyor.
Sığınak, bitmiş bir evliliği konu ediniyor. Deniz, yaşamı boyunca bir tek Emrah’ı tanımış ve onunla evlenmiştir fakat Deniz, dar kalıplarda sıkılan bir kadındır artık. Bunalmıştır, herkesten, her şeyden: “Fakülte F tipi cezaevine benziyor. Ev desen hücre gibi. Her şey sınırlarla belirlenmiş, dışına çıktığın an kendini suçlu hissediyorsun.” (63) Kalıplarını kırmak, özgürce yaşamak, eyleme geçmek, içindeki isyankâr duyguları dışa yansıtmak ister fakat üniversitesi ve aile yaşamı onu engeller. Bu daralmışlık sebebiyle olmalı ki Emrah’la boşanmıştır ama kısa bir süreliğine aynı evde yaşamaya devam ederler. Emrah ise bu ilişkiyi tam olarak bitirebilmiş değildir. Özünde istediği şey şudur: Küçük bir şehre taşınıp, çocuk sahibi olmak, misafircilik oynamak… Deniz ise doktorasını tamamlamak, o şehirde kalmak ve yapabilirse Avrupa’da yaşamak ister. Kendisini bilgi ve kültürel yönden besleyecek insanlarla bir arada olmayı arzular. Deniz’inki bir anlamda tam bir akademik yalnızlıktır. Emrah ise tipik Türk insanı… Deniz’in “Yalnızca Emrah değil mesele. Bu ülke, bu insanlar beni boğuyor. Nefes bile alamıyorum bazen. Her şey sıkıcı, karanlık, yorucu. Avrupa’da öyle mi? İnsanlar mutlu, huzurlu, bambaşka şeylerle uğraşıyorlar.” (63) sözleri ise bizi Tanzimat’tan bu yana süregelen Doğu-Batı düalizmine götürür. Edebiyat tarihimizde Deniz’e benzeyen pek çok kadın karakter bulabiliriz. Söz gelimi Fatih-Harbiye’deki Neriman. Karakterden ziyade Batı’ya hayranlık duyan tipler… Deniz de böyle bir tip olabilir mi? Bu yönüyle Sığınak’ın geleneğe dayalı modern bir öykü olduğunu söyleyebiliriz.
Aynadaki Bataklık, kitaptaki en farklı öykü… Bu farklılık, karakter ve uzam açısından önem kazanıyor. Uzamın Paris olduğunu anlıyoruz. Üniversitede bir öğretmen olan Charlotte ve tez öğrencisi Pierre’nin cinsel odaklı birliktelikleri, yasak aşkları… Üstelik sonunda Charlotte’nin Pierre tarafından tecavüz edilmesine kadar varan dehşet bir süreç… Bu öyküyü okurken aklıma şu takılıverdi: Acaba altı hikâye içinde sadece bu hikâyenin yabancı bir ülkede, yabancı insanların başından geçmesi otosansür olabilir mi? Tanzimat’ta bunun örneklerini çokça görüyorduk. Özellikle Ahmet Midhat’ta fakat bu, yüz otuz yüz kırk yıl önceydi. Günümüzde böylesi bir otosansür uygulaması devam ediyor mu? Belki de… Ayrıca tıpkı Tanzimat anlatılarında olduğu gibi ilginç bir teknik uyguluyor anlatıcı. Geriye dönüşler yapmak için bir araç kullanıyor: Kaset. Charlotte’nin kapısına bırakılan kasetler, öyküyü anlatmak ve geriye dönüşler yapmak için dikkat çekicidir. Anlatıcının nesnelliğini kaybetmesi üzerinde de durulmalı. Özellikle bu öyküde… Anlatıcı, kimi zaman Charlotte ile özdeşim içine girer. Tanpınar’ın Huzur’unda bunu sıklıkla görüyoruz. Örneğin “Ukala Pierre” (70) “Ah sabırsız Pierre.” (75) “Zavallı Pierre.” (76) gibi. Bazen de makale yazarmışçasına akademik bir üsluba dönerken anlatıcı, varlığını iyiden iyiye hissettirir: “Buradan yola çıkarak akademisyenlerin de egemen gruba dahil olduğunu ve bilmemeyi, görmemeyi kendilerine hak görebildiklerini söyleyebiliriz. Böylece iktidar alanlarını yitirme riski yaşamazlar. Ama diğerleri egemen grubun ne dediğini pür dikkat dinlemeli, anlamalı hatta onlara hak vermelidir.” (78-79) Burada ciddi iki problem var. Birincisi üslup, öykünün genel üslubu değil; ikincisi ise “söyleyebiliriz” derken anlatıcının “Ben buradayım.” diyerek kendini göstermesidir ki modern anlatılarda bunun bir kusur olduğunu ifade etmeliyiz. Sonuç olarak Ezgi Polat’ın Tanzimat anlatılarıyla ilişkisinin üzerinde durulması gerekiyor.
Yunus da yine bir karı koca ilişkisini anlatıyor. Aşağılık kompleksinde bir adam ve başlarda onun taleplerini reddedemeyen fakat ilerleyen zamanlarda büsbütün değişen karısı… Gündelik yaşantısı değişir, kalıplarını kırar. Bunu sağlayan ise kocasıdır. Bu değişimleriyle öne çıkan, çevresince takdir edilen, belki de hoşlanılan bir kadın ve yine aşağılık kompleksiyle öne çıkan bir koca… Ve sonunda kadının adamı aldatması ya da bir daha dönmemek üzere terk etmesi… “Bu sistemin içinde yok olmak istemiyorum.” (83) gibi bir cümleyle adam var olma refleksini ortaya koyar. Ancak hemen devamında “aslına bakarsan var olmak da istemiyorum (…)” (83) diyerek bulanık bir görüntü sergiler. Gerçekten de ne istediğini bilemez durumdadır. Bunların temelinde ise aşağılık kompleksi yatar. Aslında sorun uzamlar, işler değil; esas problem adamın kendini işiyle, başarılarıyla ispat edememesi, toplumdaki bireylerinin sıradanlığından çıkamamasıdır. Bu amaçla taşınmak, iş değiştirmek ister. Bir sahil kasabasına taşınırlar. Karısı uzun süre reddeder bu isteği fakat sonunda “avukatlık bürosu açmak” şartıyla ikna olur fakat bu sözleşme de unutulur, hatta bir süre sonra kadın, büro açmayı reddedecek duruma gelir çünkü yeni yaşantısına iyiden iyiye alışmıştır. Tanıdıklarının (Sinan Abi) teknesinde geçer günleri. İşte tam da bu nokta adam için yeni bir sorun oluşturur. Karısının teknede üstlendiği görevleri başarıyla halletmesi sonucunda adam, yine gölgede kalır, yine sıradanlığını kıramaz: “Var olmak istediğim tek alanı açıkça işgal ediyor, bana çelme takıyordu.” (86) sözleri, adamın sönük kalışını apaçık ortaya koyar. Onun istediği, karısı tarafından üstünlüğünün tanınmasıdır: “Biraz bilgilerime kıymet verse, herkese aynı açıklıkla yaklaşmak yerine üstünlüğümü bana hissettirse güzel bir ikili olacaktık.” (88) Ancak kadın, bu üstünlüğü ona vermez ve bir başka adamla kaçar.
Aslında iki temel izlek üzerine yoğunlaşıyor Ezgi Polat. Kadın-erkek ilişkileri ve bu girdapta kalanların gidişleri, gitmek isteyişleri, bir anlamda kaçışları… Neredeyse tüm öykülerde bu kaçışı görebiliyoruz. Özellikle de kalıplar içinde sıkışan, bunalan kadınlar ve onların kaçmaları ya da kaçmak istemeleri… Bir tespit, gitmekle bir şekilde ilişkide olanlar çoğunlukla kadın karakterlerdir. Sadece bir öyküde giden fakat yıllar sonra geri dönen erkek karakterdir. Öyleyse çaresiz kadınlarımızın çözümü gitmekte aradıklarını söyleyebilir miyiz? Ne yazık ki evet.
Kadın yazarların yarattığı anlatıcılara da dikkat ederim. Erkek yazarların erkek anlatıcılarla anlatması olağan bir şeydir fakat kadın yazarlarda durum nasıldır? Ezgi Polat’ın altı öyküsündeki anlatıcıların durumu şöyle: Kıyıya Vuran, Sığınak ve Aynadaki Bataklık öykülerinde tanrısal anlatıcı; Hiçbir Yerin Ortasında ve Yunus’ta ben anlatıcı (erkek); Başka Bir Boyutta’da ben anlatıcı (kadın). Altı öykünün sadece birisinde kadın anlatıcının olması, tespitlerimiz arasında yer alırken Ezgi Polat’ın bu durumla ilgili düşüncelerini merak ediyorum.
Son olarak da belki yazarın kasti olarak yaptığı fakat bana göre bir anlatım kusuru olan kip problemine değinelim. Ezgi Polat, anlatımın akışışında şu yapıyı seviyor ve ısrarla kullanıyor: “-yor … -du” Bu da anlatımın akışını bence acımasızca kesiyor. Örneğin aynı paragraf içindeki şu anlatım: “Oğlan sağ elini yumruk yapıp sevinçle havaya savuruyor. (…) Doğan radyoyu kapattı. Eve varana dek ağzını açmıyor, demir kapının önünde amcası durur durmaz arabadan inip kapıyı sürüklüyor.” (39) Bir başka örnek olarak “Şef garson tuşlara daha sert basıyor ama tavan yerinden bir milim oynamadı.” (66) ya da “Kapı kapanıyor. Charlotte sınırlarını korumayı babasından öğrendi.”(71) Belki de dili böyle kullanmayı seviyor yazar ancak daha sonraki kitapları için belki bu ani kip değişimini yeniden düşünmek isteyebilir.
Ezgi Polat, okunması gereken bir yazar. Okuyucuya öykünün kapısını aralayan bir yazar… Anlatmak için çok da büyük konulara ihtiyaç duyulmadığını, bazen küçücük bile olsa tek yapılması gereken şeyin anlatmak olduğunu örnekleyen bir yazar… O; detayları görebiliyor, büyük olayların yanında yamacında kalanları kitabına taşımayı başarıyor ve tüm bunları yaparken çok rahat bir şekilde anlatıyor. Ezgi Polat; rahat aktarıyor, okuyucuyu yormuyor. Sayfalar ardı arkasına çevriliyor ve sonunda biten bir kitabın ardından “Ezgi Polat’ı bir daha okur musunuz?” sorusuna içten “evet” dedirtiyor.
Ezgi Polat’ı yeni kitaplarıyla okumayı bekliyoruz. Öykümüzün buna ihtiyacı var.***