Çarlık Rusyası'nın kentlerin en ücra köşelerine kadar işlemiş sefaleti, bu sefalet, yoksulluk, hayatı eksilte eksilte geriye ne bırakmışsa onun izini sürer Gorki. Bu alt sınır, dışı da bir hapishane yapmaya yetmiştir. Gorki dünyası sadece taşrada değil, kentte de “adacıklar”dan oluşmuştur. Kendi cehennemlerinin adacıklarında debelenen ölü canlar tiyatrosudur bu dünya. İç ile dış arasındaki sınırın silindiğinin farkındadır Gorki; çamurların içinde debelenen sarhoş fahişe kadının “inine” indirir bizi; haznesi tenekeden yapılmış idare (gaz) lambasının ölgün ışığı arkasında, felç olmuş bacakları çuvallara sarılı, böcek koleksiyonu yapan çocuk, gerçekliğin snırlarını zorlayan bir metafordan başka bir şey değilmiş gibi gelir bize; inanılmazlık ve imkânsızlık, yoksulluğun akıllara durgunluk veren bu alt sınırı, gerçekliği, kendisinin imgesine dönüştürmüştür sanki; dayanabilmemiz için. Çocuk kararmış bodrum penceresinden sızamayan güneş ışığının özlemini çeker; ama asıl gelmesi gereken kara bulutlarla birlikteki o fırtınadır; baştaki tuhaf varlığın haberini verdiği fırtına. Ve bu bodrum deliğinde, bu “zindanda” bile böcekleri ile arasındaki sınır çizgisi ortadan kalkmışa benzeyen çocuk, “ışığı” bekler.