Güzel bir sabahtan herkese Merhabalar..
Kitaba başlamadan önce yakın zamanda okuduğum Sabahattin Ali'nin "Canım Aliye, Ruhum Filiz" kitabı aklıma geldi. O kitabı gerçekten çok beğenmiştim ve çok samimi bulmuştum, hangisi daha güzel bakalım, kesin Sabahattin Bey'in diye düşünürken başladığım kitapta aslında çok sevdiğim Sabahattin Beyciğimin, Nihat hanıma karşı olan aşkını ve mektuplar yazmış olduğunu ama Nihat hanımdan hiçbir şekilde karşılık alamadığını öğrenmiş bulunmaktayım. Bunu öğrenmekle birlikte gerçekten biraz hayal kırıklığına uğramış ve incinmiş bir vaziyetteyim. Okuduğumda aslında bizim Sabahattin Ali'nin olmadığını düşündüm çünkü Aliyeye olan sevgisi, aşkı, samimiyeti çok içten gelmişti. O güzel duygular Aliye hanıma özel olsun dilemiştim sanırım.. Hayatta elbette tek bir sevdiğimiz olacak diye bir kaide yok ama ilk ve masumane aşk derler yaa, Sabahattin Ali ile Aliyenin aşkları da benim gözümde öyle idi.. Neyse sadede gelecek olursak kendimi aldatılmış gibi hissediyorum biraz. Kalbim çıt, gözyaşım pıt..
Asıl kitabımız olan "Yalnız Seni Arıyorum" a gelecek olursak, "Canım Aliye, Ruhum Filiz" gibi samimi, sevgi pıtırcıklarıyla dolu değildi. Onun için onun kadar güzel duygular hissettirdi diyemem ama mektup okumayı sevenler için okunabilir. Keyifli okumalar dilerim. Kitapla kalın..
Rimbaud 10 Kasım 1891'de, henüz otuz yedi yaşındayken ölür. Conception Hastanesi'nin ölüm kayıtlarında şöyle yazar:
“Charleville'de doğmuştu, Marsilya'dan geçiyordu.”
Geçiyordu. Oraya sırf tekrar yola çıkmak için gelmişti.
Cumhuriyet Bayramı gecesi, Boğaziçi vapurlarından birini tutan gençler, Dolmabahçe Sarayı'nın rıhtımına yaklaşmışlar, haykırışıyorlardı. Atatürk kesik kesik konuşarak pencereye gitmek istediğini anlattı. Kollarına girdiler. Pencere kenarındaki koltuğa oturdu. Vapurda bir kıyamettir koptu. Gençler hep bir ağızdan "Dağ başını duman almış, Gümüş dere durmaz akar" türküsünü söylüyorlardı. Atatürk mırıldandı: "Bu bayramlar ve yarınlar sizindir, güle güle..." dedi ve gözyaşları ile ölüm yatağına döndü.
Babasının yazları, zerdali ağacına astıkları ampulün verdiği sahte masal havası içinde anlattığı, emekliye ayrılıp da çocukları da adam olduğunda sahip olacakları «kendi evlerinin», «kendi bahçelerinin» gün doğduktan sonra uyanmaların, yatakta gazete okumaların, her gün meyve, et yemelerin masalı güzeldi gerçekten. Mehtap'la ağabeysi de coşup babası emekli olduğu zaman, kendilerinin çok çok çalışıp para kazanacaklarını, çok çok para biriktireceklerini, çok çok biriken parayla kendilerine bahçeli, tek katlı bir ev alacaklarını, ondan sonra babalarının hiç erken kalkmayacağını—babaları hiç bir zaman güneşi doğurmamıstı üstüne; çocuklar okula gitmek için kalktıklarında babalarını evde, pi?amasıyle çay içerken görmemişlerdi hiç— söylüyorlardı. «O zaman yatağına gazeteleri getireceğim sana» diyordu Mehtap. «istersen bütün gün çıkarmayacaksın pi?amalarını.» Babası, «kendi evlerinin» ön bahçesine ekeceği yıldız çiçeklerini anlatıyor, anası ön bahçeye ille de gül ekilmesini istiyordu. Çok severdi gülü. Bir kadının sıra dışı isteklerini dile getirirdi gül."