Bir dünya görüşü herhangi bir türden Aşk’ınlığa olanak verecek biçimde geliştirilmişse, Akıl yürütmesi er ya da geç, Dinsel-Spiritüel ya da en azından doğa üstü bir gizeme sapmak zorunda kalır.
Sanıyorum ki hiç kimse inandığı tanrıya elinde yeterli kanıtlar olduğu için inanmayı seçmemiştir. Dolayısıyla, inançlı tanrının hiçde inandığı gibi olamayacağını kanıtlamak onu inancından vazgeçirmeyebilir. Belki de Spinoza bizlere oranla çok daha “ rasyonel” biri olduğundan, inanmak için yeterli kanıtın zorunlu olduğunu düşünüyordu. Oysa çoğu dindar, inandıklarına inanmak için hiç de kanıt peşine düşmemiştir. içine doğduğumuz kültür, inançlarımızın neredeyse tümünü belirler. Kendimizi “ inanmış” bulur, bu inancı sorgulamayı da çoğu zaman gerekli görmeyiz. bu kitaptaki amacımız inançlarımızın temelsizliğini göstermek değil. Çok daha basit bir şeyin peşindeyiz: farkına bile varmadan benimsediğimiz varsayımlarımız ve bunlardan türeyen inançlarımızın gerçekte bizi sevinçten uzaklaştırıyor olabileceğini göstermek istiyoruz. Spinoza’nın öğretisi yararlanma sebebimiz de bu: Tanrı’yı ya da herhangi bir varlığı, bu dünyayı aşan, aşkın, maksatlı ve karar verip eyleyen, bizi gözetleyen, ödüllendirecek ya da cezalandıracak bir güç olarak benimsememesi bizi sevince dönüşmekten alıkoyar; yaşamımıza derinden derine bir suçluluk, sinsi bir melankoli ve cezalandırılma tedirginliği yerleştirir; aşkıncılık var evrenle neşeli bir kucaklaşmanın önüne geçebilir, bizi canlı-cansız tüm varlıklarla bir ve birlikte olmaktan uzaklaştırabilir.