Bir papatyaya baktığınız zaman;
-"Yüce Rabbim sen kahverengi topraktan, renksiz sudan, görünmeyen oksijenden, toprağın içiresindeki minerallerden, göze aydınlık, burna güzellik, içimize gıda olarak yaratmış" deyip tefekkür edebilirsiniz.
-"Oh bu ne güzel bir bitki. Koklarım burnuma güzel gelir, bakarım gözüme güzel. Tabiat ana bunu ne güzel yapmış" da diyebilirsiniz.
-"Şimdi bunları toplasam ve kurutsam kilosu şu kadardan da satarım. Ekmedim, sulamadım. Havadan para, mis gibi" de diyebilirsiniz.
-"Bunları kurutsam önce, sonra çay yapıp demlesem. Bayağı bir rahatsızlığıma da iyi gelir kesin" de dersiniz.
İşte hayat böyle bir şey gençler. İçinizde ne varsa gözlerinizden de o çıkıyor dışarıya. Bakışınız ona göre şekillenip size duygu veriyor. Burada anlattığım papatya bir misalden ibaret. Bunun yerine zerreden kürreye her şeyi misal getirebilirsiniz. Anlayana işaret ettik, anlamayana fazla izaha ne hacet. Siz en iyisi mi imanî bir bakışla dünyanızı ve ahiretinizi güzelleştirin en iyisi mi. Yoksa her iki dünyanın ziyanı da kötü olur sizin içün.
Esasen edeb ve erkân için, yüzünü hakka döndürmek için, masivayı kalpten atmak için fazla söze hacet olmadığını ehl-i hâl olanlar bilir ve bizden ihvana geçecek olan himmetin kıymetini kalp gözü açık olan anlar ama ..
“Gücenmeyin amma, sizin millettaşlarınız çok nankör şeyler… Meşruiyet’ten sonra ne ise… Fakat, ondan sonraki halinizi kendi halimle değişmek için üste bütün servetimi verirdim. Askere giden Türk, birçok tekalif altında ezilen Türk’tü. Siz, bir cebinizde Osmanlı nüfus tezkeresi, diğer cebinizde Yunan pasaportu her türlü kayıt ve tekaliften azade istediğiniz gibi yaşıyor; para kazanıyor, her tarafta meyhaneler, kerhaneler, kumarhaneler açarak; bir taraftan da kanımızı emiyordunuz. Buraya ordularla müsellah olarak gelmeye hacet var mı? Bizi yavaş yavaş, bağlarımızı kemiren “Filoksera” mikropları gibi istila etmiyor muydunuz?”
Bunları, yani ehl-i küfrü, mahlûkâtın en şerlisi olarak zikretmektedir. Öyleyse şimdi bizlere düşen en mühim vazife, kendimizi ve çocuklarımızı, dostlarımızı, hatta elimizden gelse bütün insanlığı, bu pek acı âhiret felaketinden kurtarabilmeye çalışmaktır.Bu da evvelâ kendimizin, İslâmiyet'i İslâm'ın istediği şekilde yaşamamıza bağlıdır.Bizler İslâm'ı tam mânasıyla yaşamadıkça, başkalarına sözlerimiz elbette tesir etmeyecektir.
Bakınız, bugünkü o koca Çin'deki müslümanlarancak oraya ticaret maksadıyla giden iki örnek müslümandan ders ve ibret alarak, onların dürüstlüğüne hayran kalarak müslüman olmuşlardır. Kafkasya ve Türkistan da ilim sayesinde müslümanlığı kabul etmişlerdir. Endonezya adalarına hangi ordular gidip oradakileri müslüman yaptı? Bugün yüz milyon müslüman var orada; hem de pek nazik ve pek de kibar müslümanlar.
Maalesef bugün ise bizler, evlatlarımız dahil olmak üzere her halimizle âdeta Müslümanlıktan kaçar duruma düştük. Bunu saklamaya hâcet yok. Çünkü her türlü günahı evlatlarımızın gözleri önünde işlemekte, onlara kötü örnek olmaktayız. Emr-i mâruf denilen ibadetleri de yapanlarımız pek az. İşte bu sebepten galip ihtimalle, varlık içinde darlık, sükûnet içerisinde huzursuzluk hükmünü sürdürmektedir. Gençlerimizin ve hatta yaşlılarımızın bile, dinlerini iyi bilmediği esefle görülegelmektedir. Hele hele tesettürden ve içkinin haramlığından bahsetmenize hiç de razı olmazlar. Ticaret çarkı faizle döndürüldüğü için, onun günahından bahsetmeye de hiç dayanamazlar. İşte bizim müslümanlar!