“1919’un İstanbul’unun eni boyu bugünküyle mukayese edilecek gibi değildi. Şehrin dışında ismi ‘Makriköy’ olan bir Bakırköy, bir de Ayastefanos (Yeşilköy) vardı ve bunlar uzak banliyölerdi. Bugünkü Kazlıçeşme mıntıkasında, toprak ve yeşillikle iç içe Yeni Mahalle denen ahşap bir mahalle vardı. Burası 1912-1913 Balkan göçlerinin yarattığı mekânlardan biri olmalı. Üsküdar karşının (Anadolu’nun) merkeziydi. Kadıköy kibar bir banliyöydü. Beyoğlu dediğimiz mıntıka ise bugünkü Taksim’e kadar zor ulaşırdı. Kasımpaşa ve Kulaksız Mezarlığı’nı görmek için Pera Palas’tan aşağıya bakmak yeterliydi. Şehrin dışında Haliç boyunda Eyüp; karşısında Sütlüce ve Hasköy göze çarpardı…”
Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam,
Uykudan uyandırsam seni:
Ki, sisler daha kalkmamıştır Haliç'ten.
Vapur düdükleri ötmektedir.
Etraf alacakaranlık,
Köprü açıktır henüz.
Bir gün sabah sabah kapıyı çalsam.
Yolculuğum uzun sürmüş oldukça,
Gece demir köprülerden geçmiştir tren.
Dağ başında beş on haneli köyler,
Telgraf direkleri yollar
pek az şehir tesisi dünya tarihinde buna benzer bir önem taşımıştır. yer dahiyane bir keskin görüşle seçilmişti. iki kıtanın sınırında , kıyıları doğuda Boğaziçi , kuzeyde Haliç , güneyde Marmara denizinin sularıyla yıkanan , kara yönünden sadece bir tarafından ulaşılması olan bu yeni başşehir emsalsiz bir stratejik konuma sahip bulunuyordu . bundan başka avrupa ile asya arasında ki trafiğe ve Ege denizinden Karadenize giden deniz yoluna hakimdi ; böylece şehir kısa zamanda o zamanki dünyanın en önemli ticaret ve trafik merkezi haline geldi ..
İstanbul'da göz açıldı,
Perde perde aralandı.
Kalbin rengi boyandı,
Bir maviye, bir siyaha.
Sesler uçuştu püfür püfür
Esti geçti zamanlı,
Zamansız yelkovan, akrep...
Aslında "top" denilen silahı tesirli kılan ve başarıyla kullanan ilk asker de Fatih'tir. Fatih'in meşhur topları döküp Bizans surları üstüne denediği ana kadar top, sadece gürültüsüyle düşmanı ürküten ve çoğunlukla alaya alınan bir silahtı. Muhkem surları yıkacağına kimse ihtimal vermiyordu. Ancak Bizans'ın yıkılışı görüldükten sonra top ciddiye alınmaya başlandı. Daha önce belirttiğimiz gibi, bugün "havan topu" diye anılanı da Fatih icat etmiş, bu sayede yapılan aşırtmalı atışlarla Haliç'teki Bizans donanması vurulmuştu.
Bir sualtı belgeseli izliyorum da, Kızıldeniz'de çekmişler. İnsan o bitkilerin arasında yaşayan mikro boyutta bir canlı olsaydı, herhalde kendini cennette falan zannederdi.
Allah'tan insanlar oralara ulaşamıyor, yoksa bizim lağım bataklığı Haliç'e dönerdi..
İçimden de şunu demedim değil hani:
İNSAN BU DÜNYANIN KANSERİDİR.
“Hafız Çelebi’nin şöhreti Felemenk diyarında da duyulmuş, yeni renk tonlarında Lale üretildiği bilgisi oralardaki adı ‘Tulipomani’/‘Tulp’ olan Lale merakına yeni bir boyut katmıştı. Yeni bir Lale renk tonu elde etme konusunda orada kimse başarılı olamamıştı. İşte bu yüzden Hafız Çelebi’nin Haliç kıyısındaki evi zaman zaman soyulur, Lale Soğanları çalınıp giderdi, Can Kuyusu’nun içine kadar girip Lale sırlarını araştırırlardı.
Çelebi işini bir gizlilik içinde yapıyor, sırrını hiç kimseyle paylaşmıyordu. Kimseler kuyu suyunda eğir otu yiyerek büyüyen kaplumbağaların Lalelerle olan ilişkisinin farkına varmıyordu. Dillerde dolaşan bir söylentiye göre Çelebi, Lale sırrını bir kağıda yazıp, güvendiği birine teslim etmişti. Ve ölümünden sonra o kişi ortaya çıkıp sırrı açıklayacaktı. Yalnız Lale sırrı değil, bir de bilinmeyen bu kişinin sırrı dolaşıyordu ortalıkta. Ancak bu soruya cevap vermeden evvel Hafız Çelebi’nin kalbi durayazdı…”
"haliç'te yaşlı bir şileb ağladı ben ağladım
kulaklarımın içinde çığlık çığlığa bir akşam
şu bulutları bir yerde görmüştüm tanıdım
nereden tanıdığımı öğrenemeyeceksiniz"
Merhaba sevgili okurlar,
İhsan Oktay Anar'ın okuduğum ikinci kitabı. İlki Suskunlar'dı. Her iki kitabı da beğenerek okudum ancak, Anar okuyanlar bilir, biraz zorlandım. İhsan Oktay Anar, eserlerinde Osmanlıca kelimeleri çok fazla kullanıyor. Tek bir sayfada en az 10 defa internete bakıyor ve her bir cümleyi tekrar tekrar okuyordum. Bu durum biraz
32. Sefer
Zincirleri kırıldı Haliç'in; zincirlerim kırılmadı.
Gemileri yürüdü seferin; atamadım tek bir adımı.
Burçları düştü İstanbul'un; kendi üstüme yıkıldım.
İstanbul feth olunmuş; kaybetmişim savaşımı.
Ne ben Fatih'im ne yeni çağı bilirim.
Ne kudretim var ne yetecek hayallerim.
Ruhum isyan etmekte; torunuyum ya Fatih'in.
Ya alırım ya alırım, bu otuz ikinci seferim!