Vâreden’in adıyla insanlığa inen Nûr
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
Rahmet vadilerinden boşanır âb-ı hayat
En müstesna doğuşa hâmiledir kâinat
Ne güzel bir giriş, dünyaya ne güzel bir geliş... Toprağı kirlerinden arındıran o Yağmur için, rahmet vadilerinin
youtu.be/FtJ_EIWhdew?si=...
Bir de bakmışsın ki ben gelmişim
Böyle dilim susar da elim, elim dokunmaz olursa eğer
Bil ki varmışım yani
Yüreğim sakınır, gözüm seyirir
Olur da, olur da susmuşsam yani
Giyindiğin çiçeklerin ardı da temizse
Ve en karasındaysa gün
Bil ki kavuşmuşum yani
O mağrur gözlerinden öperim
Sarılırım, iki
Özlemlerin dayanılmaz olduğu anlar vardır. Kendine, "Bu hasret bir gün biter mi, dayanamadığım bu acı bir gün geçer mi?" diye sorduğun anlar...
Cevabı kendin verirsin.
Bitmiyor. Geçmiyor. Giderek çoğalıyor aksine.
Acısı eskisi kadar acıtmıyor sanıyorsun bir süre ama halbuki kök salıyor içinde, giderek daha da derine iniyor, tüm benliğine işliyor.
Gündelik ilişkilerin, geçici heveslerin ardında bıraktığı o uçucu özlemlerden, yalancı acılardan bahsetmiyorum.
Terk edildin mesela, aylar geçti, başkası çıktı karşına, bitti o acı, geçti, yerine başkası kondu ve hiç yaşanmamış oldu...
Ondan bahsetmiyorum.
Acı böyle, en derininden kanırtan cinsten, saf, katıksız acıdan bahsediyorum.
Zamanla alıştığın ama hiçbir yere atamadığın, üstünü kapatamadığın o acı bahsettiğim.
Diğerleri geçici, diğerleri yalan...
"Büyük bir acın olmadan, içindeki gerçek ortaya çıkmaz," diyor Halil Cibran.
Bilmem nasıldır sizin orda akşam:
Güneş mi batar? Gün mü biter ansızın?
Ama hep o sızıdır içe düşen,
Hep o gurbet acısı..
Deniz, açıla açıla gider,
Dağlar kapana kapana gelir
Ne bu geliş banadır,
Ne giden beni götürür.
Tuna Kiremitçi sevgim liseli yaşlarıma denk. O dönemler Kumdan Kaleler diye bir grup çıkmış. Nasıl güzel şarkılar.
Grup liseli, sene 1996-97 olmalı. Tuna Kiremitçi'nin sesini ilk "Bu Aşk Burada Biter" ve "Ateş Olsam" şarkılarıyla çok sevmiştim. Şimdi kitabını okuyor olmak muhteşem bir duygu. Hem de polisiye.
Hala
İlyas’ın roma’da çalışan akrabaları vardır. bir gün roma’ya akrabalarını ziyarete gider. akrabalarını bulup hasret giderdikten sonra akrabalarının işe gidişini fırsat bilip o da çıkıp ülkeyi gezmeye başlar.yine bir gün ülkeyi dolaşırken yolu çiçekli, ağaçlı, yeşillikler içinde cennet bahçesi gibi güzel bir yere düşer.içeriye girdiğinde buranın bir mezarlık olduğunu görür.fakat ilyas-ı habır için şaşırtıcı olan mezar taşları olur. kimi mezar taşının üzerinde yirmi bir, kiminin otuz dört, kiminin ise on yedi gün gibi sayılar yazmaktadır. italyanca bilmeyen ilyas kıvrak zekasıyla bu sayıların mezarda yatanların yaşamıyla ilgili olduğunu anlar fakat asıl aklını kurcalayan bu mezarların boyları olur çünkü taşlarda yazılı süreler ancak birer bebeğin ömrü olabilir ki mezarların boyutları yetişkin insan boyundadır. akşam evde bu olanları akrabalarına anlatır fakat onlar da bir anlam veremezler. akrabalarının izin gününde hep birlikte gitmeye karar verirler.gittiklerinde ise bekçiden olan biteni öğrenirler. bekçi burasının özel bir mezarlık olduğunu ve buraya defnedilenlerin gerçek yaşları değil hayatta kaç gün mutlu oldukları yazılı der.“kimi yirmi,kimi otuz gün mutlu olmuş hayatında fakat daha elli ikiyi geçen çıkmadı” der.
ilyas’ın tatili biter ve memleketine döner.
gün gelip ölüm döşeğine düştüğünde ise mezar taşına yazılmak üzere oğullarına şöyle vasiyet eder :
“ ilyas-ı habır bitti,
anasından doğru kabre gitti”
Bursa cezaevinde Nâzım Hikmet, Orhan Kemal’le aynı koğuşta kalmaktadır. Koğuş masasının üzerinde Orhan Kemal’in (asıl adı ”Mehmet Raşit Öğütçü”) bir roman başlangıcını görür. Okur. Ayağında takunyalar koşarak avluya çıkar Nâzım Hikmet. Orhan Kemal’e soluk soluğa sorar, “Siz mi yazdınız bunu?” Orhan Kemal çekinerek, “Evet” der. Nâzım Hikmet büyük