Düşünün ki bir sabah, içinde uyandığınız o yatağı tanımadınız.Ne yatak, ne çarşaf, ne komodin, ne de ayna aşina...Hiçbir renk, hiçbir koku, hiçbir gölge, hiçbir şekil size nereye ait olduğunuzu hatırlatmıyor.Hepsi sözleşmiş, hepsi ketum, hepsinin bakışları düşmanca...Ne sizi uykunun karanlık sokaklarına gönderirken elinizi aniden bırakıveren o son düşünce var aklınızda, ne de hatırınızda tek bir insana ait herhangi bir ifade taşıyan bir sima...Mutlu muydunuz? Mutsuz mu? Zengin ya da fakir miydiniz? Borçlu muydunuz yoksa çok nu alacaklı? Bir aileniz var mıydı? Nasıl insanlardı? Severler miydi sizi? Ya siz sever miydiniz onları? Peki aşk? Bir kadın var mıydı hayatınızda? Ya da bir erkek? Kimdiniz? Hangi dünyaya aittiniz? Küçük müydü o dünya; derya deniz miydi yoksa? Neleri sever nelerden nefret ederdiniz? Düşünün ki bunların hiçbirini bilmiyorsunuz. Üstelik yeni doğmuş ve nereye geldiğini anlamaya çalışırken aglamaktan başka çaresi olmayan bir bebek değil, o yatağın içinde doğrulup da oturmuş koca bir yetişkinsiniz... İçi bomboş bir kalp, hiçbir öğretiyle doldurulmamış ve henüz kirletilmemiş bir beyinle sıfırdan başlamak üzere olduğunuz bir hayata kimliksiz ve mazisiz uyanmış, yüzünüzde aptalca bakışlarla öylece oturuyorsunuz. Önce etrafınıza bakıyorsunuz.... Sonra arkanıza... Hep ama hep arkanıza... Ne yapardınız?