İngilizlerin meşhur bir deyimi vardı, "Children are to be seen, but not to be heard" diye, yani çocukları uzaktan göreceksiniz ancak seslerini duyacak kadar yakın olmayacaksınız. Mesela, Fransız İhtilali'nden önceki çocuk yetiştirme tarzını düşünecek olursak, o zamanlar aristokratlar ve hatta burjuvazinin üst sınıf mensupları, çocuklarını doğduktan hemen sonra bir sütanneye veriyorlar, ondan sonra da taşrada sağlıklı bir aileye emanet ediyorlar ve 16-17 yaşına kadar orada bırakıyorlar. Sonra bir gün, bir delikanlı çıkıp geliyor ve "bonjour madame ma mere" yani "merhaba, anne" diyor.
Annenizle ilişkiniz nasıldı? Annem beni her gün görüyordu, ama belirli saatlerde. Müthiş kategorik emirleri vardı. Mesela, mutlaka her şey yenecek, tabakta hiçbir şey kalmayacak. Bu o kadar kesin bir kuraldı ki, bundan kaçmak mümkün değildi. Bazen manasız huysuzluklar yapıyor, yemek yemiyordum. O zaman annem geliyor, benim odamdaki masada karşıma oturup bekliyordu. Ispanak gelmiş mesela, ben yemiyorum. Beni kısaltılmış ismimle çağırıyordu, "Nermerl" diye. Avusturyalılar her şeyi kısaltırlar, Nermin'i Nermerl yapmış, "küçük Nermin" demek. "Bitecek" diyor, o kadar. Fakat balo tuvaleti giyinmiş, operaya gidecek. Yalnız ben biliyorum abonmanı var, locada bir yeri var. Benim hesabıma göre operayı kaçırmamak için çıkıp gidecek. Ama o zaten çok gidiyor operaya. Onun için ısrarla oturuyor, karşı karşıya sessiz savaş halinde bekleşiyoruz. O bir şey söylemiyor, ben de söylemiyorum. Ben yemiyorum, o da oturmaya devam ediyor. Böyle birbirimize bakıyoruz. Tam bir sinir harbi. Evet, ama ben bu arada elbisesini tetkik ediyorum. Lacivert muare uzun bir elbise, üst dekolte kısmı inci ve mercanla işlenmiş. Büyük bir zevkle ona bakıyorum, ama o kımıldamıyor. Bu olay bir, iki, üç beş sürüyor. Her defasında aynı şey; en sonunda karar verdim ki, soğuk ıspanak, sıcak ıspanaktan daha beter.
Reklam
Abdülhamid zamanında da "yıldız", "burun" gibi kelimeler yasaklanmıştı; padişah Yıldız Sarayı'nda oturuyordu ve burnu epeyce iriydi. Bugün de böyle insanlar var, bugün de basında böyle olaylar oluyor.
Sayfa 111Kitabı okudu
(Atatürk) Bize Kimlik edinme şansı verdi. Ben küçük bir kız olarak, bu büyük adamdan güç aldım. Atatürk bu toplumun kızlarının önüne idealler koydu.
Beş sene yalnız yaşadım. Babası hayatta en sevdiğim erkekti. Bu kadar sevdiğim bir insanı kaybettikten sonra geriye kalıyor bir küçük erkek çocuk. Bu küçük adamı yanımdan hiç ayırmayabilirdim. Başka yerlere göndermek yerine yanımda tutabilirdim. Ama zannedersem ben anneliğimi bu konuda ispat ettim. Onun ilerlemesi, kabiliyetini geliştirmesi için benden kopması gerekiyordu. Hayatla yüzleşmesi, mücadele etmesi gerekiyordu. Ondan uzakta beş sene yalnız yaşadım. Ama onun iyiliği için bunu yapmam gerektiği konusunda kendimi sürekli telkin ettim. Genç annelere tavsiyem, kendilerini düşünmemeleri, çocuğun bir oyuncak olmadığını bilmeleri, yani sürekli sevilecek cici bir şey değil, bir insan yetiştiriyorsunuz. Yani bu açıdan bakarsan kendime iyi bir not veririm. Ama bu demek değil ki, ideal bir anneydim, tabii belki daha başka şeyler de yapabilirdim.
Sayfa 231Kitabı okudu
Bu burda dursun, lazım olur :D
Peki, bugünkü polemikleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Eskiden yapılan polemikler çok daha seviyeliydi, yani daha inceydi. Osmanlı döneminde de fevkalade ince esprili polemikler yapılırmış, yani bu adeta bir sanattı. Polemik yapmak zaten öyle herkesin harcı değildir. Oturup da ağız dolusu küfretmek, o küfürleri de nokta nokta işaretiyle belirtmek bir maharet değildir. Mesela şunu hatırlıyorum. Daha önce söylediğim gibi İkinci Dünya Savaşı sırasında bazı Yahudi profesörler Türkiye'ye gelmişlerdi. Bunlardan biri de son derece meşhur bir operatör, Prof. Dr. Ferdinand Sauerbruch'tu. Cerrahpaşa'da hocalık yaptı, sonra tekrar Almanya'ya döndü. Burada çalıştığı yıllarda dönemin Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu'nu da ameliyat etmişti. Fevkalade mahir bir cerrah. Yalnız ameliyat ederken, herhalde stresi gidermek için ya da Alman kültüründen gelen bir şey mi bilmiyorum, küfredermiş. Asistanları buna müthiş içerlermiş. Kendilerine "Hayvan, ver şu bisturiyi" falan deyince çok bozulurlarmış. Bundan dolayı profesörü şikayet etmişler. Hoca bunun üzerine "Siz beni yakışıksız kelimeler kullanıyorum diye şikayet etmişsiniz. Bundan sonra eşek olanlara eşek filan demeyeceğim, beyefendi diyeceğim" demiş. Bu laftan iki dakika sonra "Beyefendi bana şunu verir misiniz?" demiş. İşte hiciv, ince polemik böyle yapılır.
Sayfa 113Kitabı okudu
Reklam
23 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.